"Türkiye’nin yargı sistemi toksik bir havuz içinde bulunuyor"

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Politik'te Ali Bilge, Narin Güran cinayeti sonrası Türkiye'deki adalet sistemini masaya yatırıyor.

""
Ekonomi Politik: 16 Eylül 2024
 

Ekonomi Politik: 16 Eylül 2024

podcast servisi: iTunes / RSS

Ömer Madra: Günaydın Ali Bey, merhabalar!

Ali Bilge: Merhaba Ömer Bey, merhaba Özdeş, günaydın!

Özdeş Özbay: Günaydın!

Ö.M.: Hiç şaşmadığı gibi gene bir hafta sonu dünyanın her yerinden korkunç haberler yağdı üzerimize doğru, arada bir iki tane de iyisini bulup çıkarıp onları da paylaşma fırsatı bulduk. Siz bugün neyle başlamak istiyorsunuz?

A.B.: Tavşantepe cinayeti kamuoyunda müthiş bir infial yarattı. Narin Güran cinayeti öncesi ve sonrasında yaşanan skandal gelişmeler bağlamında Türkiye’de yargı sisteminin otokrasideki durumuna bakalım.

Türkiye’de geçen 10 yıl boyunca iyi kötü var olan demokratik yapılar bir bir yıkıldı. Ülke, kuvvetler ayrılığından kuvvetler birliğine geçen ülke haline geldi, demokrasiden de oldukça uzaklaştı, kalmadı. Otokrasilerde görülen kuvvetler birliği dediğimiz şey, yürütmeye diğer kuvvetlerin (yasama yargı ve medya) bağlanmasıdır, yargının bağımsız olmadığı, yürütmeye bağlı olduğu, hukukun üstünlüğünün kalmadığı bir durumla karşı karşıyayız.

Yargı, otokrasiye bağlılığını bildiren, otokrasiyi destekleyenler için işleyen bir yapıya indirgenmiştir. Böylesi bir düzende otokrasinin bileşenleri için (kişi ve kurum) suç yoktur. Onlara suç indirgenemez.

Ayrıca otokrasiye bağlı olmayanlara da uygulanan bir hukuk bulunmaktadır. Onların her hareketinde suç unsuru bulunmaya çalışılmaktadır. Otokrasiler böyledir.

Yargı, otokrasiyi destekleyenlerle desteklemeyenlere göre çalışmaktadır. Otokratik rejime bağlı olanlar ile olmayanlara göre bir ayrım bulunmaktadır. Suç unsuru da buna göre şekillenmektedir. Yargı aygıtı ve yasalar ikili bir yapıda işlemekte ve tecelli etmektedir.

Böylesi bir düzende, yargıçların bağımsızlığı ortadan kalktığı için, hakim teminatı, güvencesi kalmadığı için hakim ve savcılar da rejime bağımlılıklarına göre değerlendirilmektedir. Hakim ve savcılar, bu sistemin memurları olmaktadır, iktidara karşı ters karar alanlar, bağımsız ve tarafsız kalanlar, yasaları doğru uygulayanlar, otokratik rejimin sert tasarrufları ile karşılaşmakta, pasifleştirilmekte ya da sistem dışına çıkarılmaktadırlar. Hakim ve savcılar, yürütmeye ve otokratik rejimin işleyişine, gözetimine terk edilmiş durumdadır.

Türkiye’de yargı cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir zaman parlak değildi ancak tek adam rejimi denilen otokratik rejim, yargı sistemini kötürüm hale getirdi, kaos yaşanıyor.

AKP ve MHP otokratik iktidarı, ülkenin yargı kurumlarını kendilerine bağlayınca adalet mekanizması da adaleti dağıtmak üzerine işlemiyor, haklıyı haksızı, suçluyu suçsuzu belirlemek üzerine işlemiyor. Yargıda çoğunlukla kararlar, otokrasinin gücüne dayananlara ve dayanmayanlara göre oluşmaktadır.

Yandaşların ve yandaş olmayanların hukuku, sermaye kesiminde de vücut bulmaktadır. Sistem yandaş sermaye hukuku ve yandaş olmayan sermaye hukuku olarak da işlemektedir. Otokrasi hukukunun demokrasiden farkı budur - yasaları destekleyen ve desteklemeyenlere göre çalışmaktadır.

Ayrıca, otokrasiye dayanan yasa dışı organize suç çetelerinin belirlediği ya da bu kesimler gözetilerek karaların alındığı bir hukuk da bulunmaktadır. Sinan Ateş cinayeti buna bir örnektir. Narin cinayeti nedeniyle Sinan Ateş cinayetine ilişkin gelişmeler kamuoyunun gündeminden düştü ama cinayet aydınlatılamadı. Memlekette suçun ve suçlunun gözetildiği bir düzen hâkim olmaktadır. Hukukun üstünlüğü değil otokrasinin üstünlüğü söz konusudur.

Ö.M.: Evet, Narin diye sekiz yaşında bir küçük kızın uzun aramalardan sonra 19.gününde ölü olarak bulunması, tuhaf bir olay.

A.B.: Bir aya yaklaştı. Sonuç olarak, otokratik rejime göre şekillenen bir yargı yapımız var, yargı kararlarının buna göre şekillendiğini gözlemliyoruz.

Türkiye’de kamu görevlilerinin soruşturulması yürütmenin iznine tabidir, bu uygulama otokraside genişledi. Herhangi bir kamu görevlisinin yargılanabilmesi, bir üst idari amirin izin vermesi şartına bağlı. Bu konu, hukukun üstünlüğünün kalmadığının çok bariz göstergelerinden biridir - kocaman bir kara delik.

Bu uygulama sonucunda ne oluyor? Soma faciasının sorumlularını soruşturamıyorsun, izin çıkmadığı müddetçe kamu davalarını - Pamukova davasını, tren kazalarını, depremlerde yıkılan binalardan sorumlu olanları, sel felaketlerin sorumlularını, orman yangınlarında ihmali olanları, kamu ihalelerini, rüşvetleri soruşturamıyorsun. Şüpheli üst düzey kamu görevlileri aleni sorumluyken, üst idari makamlar izin vermeyince soruşturma olmuyor. Rejim buna müsaade etmiyor, yapanın yanında kalıyor.

İzin makamının en üstünde sorumluluğu olmayan Cumhurbaşkanı yani tek adam var, altında da sorumluluğu olmayan bakanlar var. Kamu görevlilerinin soruşturma izninin olmadığı bir ülkede, hukukun üstünlüğü de söz konusu değildir.

Türkiye’de Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) hem yapısı, hem de işlevi bakımından yürütmeye tam bağımlıdır. Yürütmenin yargıya bağımlılığının göstergesi, HSK’nın durumudur. Anayasa’da halen demokratik hukuk devleti ilkesinin bulunduğunu da hatırlatalım - ancak fiilen geçersizdir.

Yürütme ve yasama gücünün tek elde birleşmesi sonucunda, TBMM, etkin yasa yapımı işlevini kaybetmiş durumdadır. Torba yasa denilen arkaik uygulamalarla yürütmenin istekleri kanunlaştırır hale gelmiştir.

2009, 2015 ve 2019 yıllarında yargı reformu strateji belgeleri yayınlanmıştır. Otokrasinin reformdan anladığı yeni adliye binalarının yapılmasıdır. Adliye sarayları, otokratik hukukun simgeleri olmuştur. Bütçelerin artırılması, hâkim, savcı ve avukat sayılarının artırılması reform olarak sunulmaktadır.

Otokratik dönemde hukuk eğitimi başlı başına içler acısı bir durumdadır. Hukuk fakültelerindeki eğitim kalitesizliği endişe verici bir durumdadır. Çok sayıda hukuk fakültesi var, çok sayıda mezun var ama muazzam kalitesiz mezunlar çıkıyor. Eğitimin diğer alanlarında olduğu gibi hukuk alanında da fiyasko yaşıyoruz.

Eğitimi yetersiz okullardan mezun olanların, hakim ve savcı olarak görevlendirilmeleri ile işler acısı durum derinleşmiştir. İktidarı ortağı iki dini grubun çatışması sonucunda, cemaat ile AKP çatışması sonucunda, bilhassa 15 Temmuz sonrasında emniyette ve yargıda çok sayıda kişi tasfiye edildi, bu tasfiye sebebiyle ciddi bir boşluk doğmasına neden oldu.

Kalitesiz hukuk fakültelerinden mezun olanlar, bu boşluğu doldurmak üzere tecrübe edinmeden, iş bilmeden hakim ve savcı oldular, bunların sonucunda da kalitesiz ve yanlış yargı kararları oluşuyor.

Ayrıca, yargı kadroları AKP -MHP otokrasisinde aşırı politize oldu, militanlaştı. Parti üyeliği, parti ilçe başkanlığı, il yöneticiliği yapmış, partilerde görev almış insanların hakim ve savcı olarak görevlendirildiğine tanık olduk.

Yargının pek çok yönünde büyük bir zafiyet ile karşı karşıyayız. Nitekim bu durum hukukun üstünlüğü endekslerine de yansıyor. Dünyada en önemli endekslerden biri olan World Justice Project’in hukukun üstünlüğü endeksinde Türkiye 139 ülke arasında 117.

Ö.M.: En aşağılarda yani.

A.B.: Evet, en aşağılarda. Bu derecedeki ülkeler otokratik niteliklere sahip ülkeler kategorisinde sayılıyor, sıralamadaki yeriniz otokrasiye denk geliyor.

Günlük hayata ilişkin yargı kararlarında bile kalitesizliği ve yetersizliğini görüyoruz. Üstelik bu kararlarda bile yargı, yerel ve merkezi yürütmeye bakmadan çalışamıyor. Narin Güran cinayetinde de bu durum karşımıza çıkıyor – bir aya yakın bir süredir yaşanan olaylar gözümüzün önünde, kamuoyu aşırı duyarlılık gösterdiği için üstüne gidildi ve meseleyi ayrıntılı izleme imkanı bulduk. Normalde kadın ve çocuk kayıplarının üç dört gün üzerinde durulur, kapatılırmış.

Kolluğun ve savcılığın ne kadar yetersiz olduğu gözümüzün önünde cereyan ediyor. Yargının ve kolluğun, çocuğun kaybı ve sonrasında yaşanan cinayeti araştırmak, adli bir hizmet üretmek üzerine yetkin kapasiteye ve niyete sahip olmadığını görüyoruz. Niyeti de otokrasiye bağımlılık belirliyor.

Ö.M.: Ali bey ben bu noktada bir ufak araya gireyim izninizle; Artı Gerçek’te, özellikle Deutschewelle Türkçe’den Alican Uludağ’ın bir yazısına da gönderme yaparak, çok ilginç bir şeyden bahsediliyor. Narin Güran dosyasına giren kayıtta Narin’i öldürmekle suçlanan amcası Salim Güran’ın 15 yaşında çocuk olan işçisi R.A. ile yazışmaları dosyaya girmiş. 15 yaşındaki R.A.’nın ‘Henüz bende değil, tamam daha ölmemiş’ diyerek attığı bir mesajın kayıtlara girdiği ve bu mesajı atan R.A’nın gözaltına alındıktan sonra serbest bırakıldığı belirtiliyor.

Ö.Ö.: Mesajları siliyorlar telefondan, daha sonra teknik uzmanlar tarafından geri getiriliyor. Bu mesajı atan Salim Güran’a soruyor savcı, o da ‘Hatırlamıyorum’ yanıtını veriyor.

Ö.M.: Evet. İkili arasındaki mesajlaşmada Salim Güran diyor ki, ‘O sondaki köşede bir şeyin düşmüş ha, sana ait bir şey sondaki yamaçta, yamacın köşesi taş’, R.A. da ‘Eee?’ diye soruyor. Salim Güran, ‘Biri yerde’ derken, R.A., ‘Tamam, henüz bende değil, daha ölmemiş” diyor. İnanılmaz yani sanatı taklit eden hayat, bir korku filmini resmen savcılık dosyasında, mahkeme dosyalarında görebiliyoruz. Özdeş’in de dediği gibi hatırlamadığını söylüyor yani kaybolma sonrası görüşmeleri hatırlamıyor. Çelişkiler var çok acayip.

Ö.Ö.: Hatta ben de bir şeyden bahsedeyim; Eren Keskin ile T24’te yapılan çok uzun bir söyleşi var, orada dikkat çekiyor - ben daha önce onun toplantısını dinlemiştim, orada da bahsetmişti zaten, ‘Güran ailesi çok güçlü ve devlet onlara güveniyor’ diyor bu söyleşide. Düşünebiliyor musunuz? Kayıp ihbarını yapan amcanın kendisi ve şu an tutuklu Salim Güran- az evvel bahsettiğimiz o ‘daha ölmemiş’ mesajlaşmasını hatırlamayan kişi. ‘Tutuklanana kadar bir hafta boyunca arama çalışmalarına jandarmaları da o yönetti çünkü muhtar aynı zamanda kendisi yani arama çalışmalarını katil şüphesiyle tutuklanan amca yönetti, bütün gazetecilerin telefonlarına çıkıp, televizyonlara bağlandı’ diyor Keskin. Çok çok ilginç bir durum, çok güçlü bir aile uzun zamandan beri.

A.B.: Birincisi, suçluların ve suç şüphelilerinin politik bağı öne çıkıyor; ikincisi kolluğun, jandarma, polis ve savcılığın soruşturma yapma, inceleme yetersizlikleri.

Türkiye’de insanların başlarına gelen en ufak bir adli hadisede ilk hamlesi, işi çözebilecek iktidara yakın politik bağı olan kişiyi bulabilmek, davanın savcısını ya da hakimini tanıyanı bulabilmek. Zaten bu yakınlık ya da politik bağ var ise davalar erkene alınabiliyor ve ona göre sonuçlanıyor. Yani, otokrasiyeyakın olanların hukukuyla, yakın olmayanların hukuku farklı.

Hakim, savcı ve kolluktaki yetersizlikler, eksiklikler dava dosyalarına da yansıyor. Tüm kamu hizmetlerinde gördüğümüz durum yargıda da farklı değil - eğitim , sağlık , sosyal güvenlik alanında olduğu gibi.

Yargı alanında da içler acısı bir durumu rakamlarla ortaya koyalım.

ABD’den başlayayım; ABD’de 100 ceza soruşturmasının 94’ünde şüpheli suçunu itiraf ediyor ya da meşhur ‘pretquality’ anlaşmasıyla dosya sonuçlanıyor. Savcılığın soruşturma dosyalarının %6’sı mahkemelere gidiyor ve duruşmalı yargılama yapılıyor ve duruşmalı yargılamada mahkumiyet oranı yüksek. 100 savcılık soruşturmasının mahkemeye %6’sı geliyor, dosyaların sadece %1’i beraatle sonuçlanıyor çünkü savcılar ve polis, işini doğru yapıyor, deliller yeterli değil ise dava açmıyorlar.

Japonya'da açılan ceza davalarında ise mahkumiyet oranı %99'un üzerinde, beraat oranı %1'in altında. Savcılar öylesine titiz soruşturma yürütüyor ve delil topluyor ki, masum biri aleyhine iddianame hazırlamıyorlar.

Türkiye’de ki duruma geçmeden önce şunu söyleyelim; Türkiye’de bir de içler acısı bir uygulama var - hükmün açıklanmasını geriye bırakılması. Hâkim, bir kişiyi cezalandırıyor, mahkumiyet veriyor ama hükmü cezayı erteliyor, ‘Beş yıl süreyle şunları yapmazsan cezanı silerim’ diyor ve bu da beraat gibi sayılıyor. Hükmün açıklanmasının geriye bırakılması dahil mahkumiyet oranı %52-53 civarındaydı. 2017'den itibaren mahkûmiyet oranları %60'ları geçmeye başladı. Uzmanlar, bu yükselişi soruşturma kalitesinin artmasıyla olmadığını, aksine hâkim kalitesinin düşmesiyle açıklamanın doğru olduğunu söylüyorlar çünkü hâkimin bilgisi ve tecrübesi azaldıkça dosyada yazan gerçeklere göre karar vermek yerine, savcılık değerlendirmelerine uyma eğilimi artmaktadır. En güncel olan 2022 yılı adli istatistiklere göre, savcıların açtığı ceza davalarında mahkûmiyet oranı %62, beraat oranı ise %22,5.

Yetersizlikler aşağıdan başlıyor - kolluk titiz çalışmıyor, ifade alma biçimleri bile yetersiz. Kolluk yeterince işini yapmıyor, dosya savcının önüne geliyor, savcı da delilleri yeterince araştırmıyor, bilgisi ya da zamanı yok, dosyada ne varsa bir değerlendirme ile mahkemeye havale ediliyor. Türkiye’de iddianameler çok zayıf hazırlanıyor, savcılık araştırmaları çok zayıf yapılıyor, kollukla savcılık birlikte çalışmıyor, hakim ve savcı kalitesinin de düşmesi sonucunda da ne ile karşılaşıyoruz? Hakimler, dosyaların büyük bir çoğunluğuna karar verirken ya savcılıktan gelen mütalaaya uygun hareket ediyorlar, ya da bilirkişilere gönderiyorlar.

Türkiye’de muazzam bir bilirkişi pazarı oluşmuş durumda. Hakimler, yetersiz oldukları için karar almada yardımcı olması için bilirkişilere müracaat ediliyor. Bilirkişilerin de yetkinliği belli değil; savcı ve hakimlerde olduğu gibi bu kişilerin de kalitesi, yeterliliği de ölçülmüyor. Mahkemelerde, iddianamede ifade edilen değerlendirmelere ya da bilirkişi raporlarına karar veriliyor. Sonuçta ne oluyor? Hep bir üst mahkemeye itiraz oluyor. Dolayısıyla davaların sonuçlanması çok gecikiyor. Üç dört ay içinde sonuçlanması gereken bir dava, dört beş yıl sürüyor. Dava dosyalarında muazzam birikim oluyor.

Politize olmuş, otokrasiye bağlı bir yargı olduğu gibi yetersiz kolluk ve yargı sistemine sahibiz, sistemin gücü yoksula geçiyor. Savcılık da, mahkeme de çoğunlukla böyle çalışıyor. Türkiye’deki yargı sistemi kördüğüm yaşıyor. Türkiye’de soruşturmalar çok kötü yürütülüyor, ifadelerde sorular ve cevaplar alt alta yazılmıyor - cevaplar toplanıyor, düz metin olarak yazılıyor.

Çoğunlukla savcılarda ‘Ben davayı açarım, eğer kişi masumsa mahkemede beraat eder’ mantığı hâkim. İşte bu nedenle, ülkemizde mahkumiyet oranı %62'lerde, beraat oranı ise %22'lerde. Bu, gerçekten korkutucu bir rakam. Savcıların açtığı her 100 davadan 38'i hatalı demek. 100 vatandaştan 38’ini boş yere ceza mahkemelerinde süründürüyor demektir bu. Toksik bir yargı sistemine sahibiz.

Otokrasinin emrinde olduğu kadar, niteliği yetersiz, geri bir düzeyde, nitelik olarak değil de sayılarla, binalarla ölçülen bir yargı sistemi hep kutsanıyor.

Ö.M.: Bir de şunu söylemek istiyorum; Eren Keskin ile yapılmış çok çarpıcı bir söyleşi var T24’te. Orada Güran ailesinin o açıklamayı yapmadan önceki akşam bazı milletvekillerinin yanlarında olduğunu tespit ediyor Eren Keskin ve ‘Narin’in ailesinin bir adli tıpçıdan da görüş aldığını düşündürecek şeyler var elimizde’ diyor. Çok çarpıcı bazı açıklamaları var.

A.B.: Eren Hanım, çok uzun yıllardır hukuksuzluğa ve yargı sistemine yüksek duyarlılığı ve dikkati olan değerli bir hukukçudur.

Türkiye’de 2023 adalet istatistiklerine göre, ceza mahkemelerinde yargılanan sanıkların %75’i ceza alırken, %25’i beraat etmekte.

Yalnız ‘Çocuğun Cinsel İstismarı’ suçlarında mahkûmiyet - beraat oranı neredeyse eşit. Mahkemeler, diğer suçlarda mahkûmiyet kararı vermekten çekinmezken, çocuğa karşı cinsel istismar suçunda, çocuk aleyhine davranarak beraat kararı veriyor.

Ö.M.: %50 gibi çok çarpıcı bir orandan bahsediyorsunuz.

A.B.: Evet. Son bir yıl içinde 66 bin çocuk istismarı dosyası açılmış. Son sekiz yılda 104 bin 530 çocuk kayıp, 2015’ten bu yana da - 2023 dahil – 3 bin 235 kadın cinayeti işlenmiş. Çocuk kayıp sayısını söyledik, 2008-2016 arasında 104 bin 530 çocuk kayboldu dedik, evet, bu bilgiye sahibiz. Ancak TÜİK, 2016’dan bu yana kayıp çocuk sayısını açıklamıyor.

Ö.M.: 2016’dan bu yana mı?

A.B.: Evet.

Ö.M.: Neyi bekliyor acaba?

A.B.:Bu rejimde, çocuk davaları, rejimin hassasiyetine göre işliyor - çocuk ve kadın olayları siyasi iktidarın dünya görüşüne göre değerlendiriliyor.

Ö.Ö.: Aile meselesi.

A.B.: Evet, aynen öyle, aile meselesi.

Ö.Ö.: Aileyi koruyor.



A.B.: Diğer bir husus, yayın yasağı meselesi. Türkiye’de en ufak olayda bile olur olmaz yayın yasağı geliyor. Yayın yasağı meselesi de başlı başına skandal. Siyasi olaylarla ilgili olmasa bile en ufak bir adli olayda yayın yasağı geliyor. Adli olaylarda yayın yasağı gelmesi de politize olmuş durumda. Yayın yasağı yapılamayanları ve yapılmayanları göstermemek için alınıyor, üzerine gidilmek istenmiyor. Yayın yasakları beceriksizliği ve yetersizliği, soruşturma kalitesizliğini göstermemek için alınan kararlar oluyor.

Ö.Ö.: Aslında şöyle olsaydı; bu olayda kaybolan bir kız çocuğu var, belki bir ihtimal canlı bulunma olabilirdi. O süre zarfında belki bu yayın yasağı olsa anlaşılabilirdi ama şu anda muhtar denilen kişi katil zanlısı olarak geçiyor. Bütün bir arama çalışmalarını o yönetiyor, medya ona bağlanıyor haber yaparken.

A.B.: Ayrıca onu ihbar eden de katılıyor değil mi?

Ö.Ö.: Ona dikkat etmedim.

A.B.: Bahtiyar mıydı neydi ismi?

Ö.Ö.: Eren Keskin şunu diyor, ‘Jandarmayı yanlış tarafa yönlendiren muhtar...’ 16 gün sonra bulundu ya...

Ö.M.: Ama o hiç sorgulanmıyor, onu sorgu dışı tutuyorlar.

Ö.Ö.: Eren Keskin onu demiş zaten, hemen aslında sorgulanması lazım.

Ö.M.: Şüphe dışı tutulan kişi oluyor. Eren Keskin, ‘Salim Güran’ın sorgusuna giren arkadaşlarımız fütursuz tavrına çok şaşırmışlar’ diyor. Son derece kendinden emin, fütursuz dediği o yani böyle hiç kaygı göstermeden filan. Kendisine soruyorlar, ‘Sizin iddianız şu mu yani? Salim Güran nasıl olsa devletin adamıyım diye düşündüğünden mi bu kadar rahat?’ Eren Keskin de, ‘Kesinlikle onun için bu kadar rahat’ diyor.

A.B.: Pek çok cinayette de bunları görmedik mi? En son Sinan Ateş cinayeti olmak üzere apar topar yayın yasakları geliyor, cenaze apar topar gömülüyor, araştırmalar yapılmıyor. Hiç unutmam, Uğur Mumcu katliamında da görmüştük - öğleden sonra sokak, cadde yıkandı yahu! Patlamanın olduğu yerde deliller kayboldu. Sonradan öğreniyoruz, Narin Güran’ın ablasının ölümü araştırılmamış, otopsi bile yapılmamış, gariplikler bitmiyor.

Mesela şuna bakar mısınız? Çatalca’da bir sucuk fabrikasında grev var, işçiler haklarını arıyorlar, gayet yasal bir duruş içerisindeler. Polisler geliyor, Çatalca Emniyet Müdürü dahil olmak üzere fabrikanın bahçesinde sucuk yiyip kahvaltı ediyorlar, sonra işçilerin üstüne tekme tokat gidiyorlar, emniyet müdürü dahil olmak üzere ‘İşlem yaparım, çocuklarınızın geleceğine kadar sirayet eder’ diye tehdit ediyorlar.

Türkiye böyle bir durumda, kolluk bu durumda, adli teşkilatımız bu durumda, silsile bu şekilde devam ediyor. Hatalı açılan davalar, hatalı yazılan iddianameler, hatalı alınan ifadeler, eksik yapılan soruşturmalar, eksik iddianameler, doğru karar vermede sıkıntılı, uzmanlığı olmayan hakim ve savcılardan müteşekkil bir yargı sistemine sahibiz.

Ö.M.: Sosyolog Emile Durkheim’ın bir kez daha adını anmak istedim burada, çok uzun zaman önce yazmış olduğu İntihar adlı kitapta bahsettiği ‘anomi’ durumu yani bireylerin toplumla bağlantısının ortadan kalktığı, kurallara bağlı olmadığı durumlar.

A.B.: Adliye Bakanlığı adli istatistikleri yayınıyor. Normal bir demokratik ülkede icraatı yapan bilgi üretir, paylaşır ama analizi bağımsız kuruluşlar yapar. TÜİK’in durumuna girmeyeceğim, yıllardır konuşuruz. Bakanlık bunları yayınlıyor ama istatistikler de son derece sorunlu. Hukukun güvenliği ve üstünlüğü yoksa veri, bilgi ve istatistik güvenliği de olmuyor.

Aynı zamanda yargıdaki hizmet üretimi kalitesiz olunca istatistiklerde kalitesiz oluyor. 66 bin cinsel çocuk istismarı dosyasını biliyoruz da dosyalanmayanları bilmiyoruz, ölçülmüyor, haberdar değiliz. Türkiye’de adli bir sefalet yaşanıyor. Türkiye’nin yargı sistemi toksik bir havuz içinde bulunuyor.

Ö.M.: Süreyi de bitirdik.

A.B.: İşkence uygulamaları, AİHM vs. onlara girmeyeceğim, vakit kalmadı ama Türkiye yargı sistemimizin hali böyle.

Ö.M.: Çok vahim. evet. Çok teşekkür ederiz Ali Bey, görüşmek üzere.

Ö.Ö.: Görüşmek üzere.