Her yeni nesil çevre erozyonunu normalleştiriyor ve hassas ekosistemleri birer birer kaybediyoruz. Benden genç çok fazla insan artık tarlalarda beyaz mantarları, sonbahar ekinoksunda nehirlerin içinde yılan balıklarını görmenin ya da bir zamanlar bütün ısırgan otlarının tırtıllara ev sahipliği yaptığının normal olduğunu bilmiyor. Kuşların şakımayı bıraktığı bir zaman diliminde insanların yataktan kalkıp kahvaltı ettikten sonra herhangi bir şeyin değiştiğini farketmeksizin işlerine gimek üzere yola koyulabilecekleri bir ânı düşünebiliyorum artık.
Kaynak: The Guardian
Her yeni nesil çevre erozyonunu normalleştiriyor ve hassas ekosistemleri birer birer kaybediyoruz.
Benim gördüklerimle başkalarının gördükleri her zaman aynı değil. Her birimiz ilgi alanlarımız ve deneyimlerimizle sınırlanan paralel algı dünyalarımızın sakinleriyiz. Bazılarına apaçık görünen başkası için görünmez olabiliyor. Mesela ben yol kenarında dikilip bir atmacanın çalılar arasında avlanmasını izleyip büyülenirken başkalarının bu manzarayı göz ardı edebilmesine şaşırıyorum. Ama onlar da yoldan geçen yeni V6 Pentastar Sahara’yı nasıl fark etmemiş olabileceğimi anlayamıyorlar elbette.
Psikolog Richard Wiseman şöyle diyor bu konuda: ‘’Yaşadığımız herhangi bir an içinde gözlerimiz ve beynimiz çevremizin çok küçük bir kısmına bakabilme ve bunu işleme yetisine sahip … beynimiz çevremizde en önemli gördüğü şeyi hemen belirleyip dikkatinin neredeyse tamamını ona veriyor.’’ Geriye kalan her şey de görünmez oluyor.
Seçici körlüğümüz canlılar dünyasına ölüm getiriyor. Joni Mitchell’in ‘’kaybedene kadar elimizde olanın farkında olmadığımız’’ iddiası ne yazık ki doğru değil: ekolojik kayıplar ile kolektif belleğimiz siliniyor. Doğal yaşamla olan ilişkimizi belirleyen önemli kavramlardan biri de deniz biyologu Daniel Pauly’nin ortaya attığı ve ‘’shifting baseline syndrome’’, yani değişken referans hattı sendromu adını verdiği durum. Her yeni gelen nesil çocukluğund tanıştığı ekosistemlerin durumunu normal ve doğal kabul ediyor. Vahşi yaşam azaltılırken kaybı fark edebiliyoruz ama bu azalışın haddinden fazla olduğuna karar vereceğimiz dayanağın (referans tabanının) farkında değiliz.
Kara ve deniz ekosistemlerinin neredeyse hepsinin asıl halinin megafauna (büyük hayvanlar) hakimiyetinde olması gerektiğini unutuyoruz. Britanya’nın sularında tuhaf bir şeyler döndüğünün, birkaç yüzyıl öncesinde gördüğümüz büyük balinalarla, mavi yüzgeçli orkinoslarla, iki metre boyundaki morina ve kapı büyüklüğünde pisi balıklarıyla dolup taşmadığının farkında değiliz. En son geçirdiğimiz buzullararası devirde Britanya’da dolaşan fillerin, gergedanların, aslanların, kılıç dişli kedilerin, sırtlanların ve su aygırlarının artık var olmayışının insan faaliyetlerinin bir yapımı olduğunun farkında değiliz.
Bu erozyon devam da ediyor. Benden genç çok fazla insan artık tarlalarda beyaz mantarları, sonbahar ekinoksunda nehirlerin içinde yılan balıklarını görmenin ya da bir zamanlar bütün ısırgan otlarının tırtıllara ev sahipliği yaptığının normal olduğunu bilmiyor. Kuşların şakımayı bıraktığı bir zaman diliminde insanların yataktan kalkıp kahvaltı ettikten sonra herhangi bir şeyin değiştiğini farketmeksizin işlerine gimek üzere yola koyulabilecekleri bir ânı düşünebiliyorum artık.
Tam tersine, etrafımızı saran karanlıkla birlikte neye sahip olduğumuzu gözümüzün önündeyken bile bilmiyoruz. Blue Planet belgeselinin 2. sezonunda, bizim için deniz ürününden başka bir şey ifade etmeyen türlerin karmaşık sosyal yaşamlarını ve olağanüstü zekalarını gösterdi bizlere (ki maalesef bu noktayı final bölümünde hiç de iyi vurgulayamadı ve gerçekten hayal kırıklığı yaşattı). Rutin balık alışverişlerimizle sebep olduğumuz yıkımın farkında olsak alışveriş alışkanlıklarımızı da kökünden değiştirmez miydik? Ama pazarlama ve medya altyapısı görmememizi, düşünmememizi ve algı noktalarımızı harekete geçebileceğimiz bir ahlaki dünya yaratmak için birleştirmememizi sağlıyor.
Birçok insan farkında olmadan bu bahaneye sığınıyor. Böylece üzüntüden ya da bilişsel uyumsuzluk dediğimiz şeyden kaçıyorlar. Dünyanın mucizesinin ve büyüsünün, parmak ısırtacak güzellikteki mahlûklarının ve karmaşık ilişkilerinin ve aynı zamanda neredeyse bütün canlı sistemlerinin hızla artan yıkımının farkında olmak, insana katlanılmaz bir üzüntü veriyor. Gelmiş geçmiş en büyük çevrecilerden biri olan Aldo Leopold “Ekoloji eğitiminin cezalarından biri de insanın kanayan yaralarla dolu bir dünyada yaşadığını anlaması oluyor’’ diye yazarken tam da böyle bir duyguyu kastediyordu herhalde.
Bu sene haziran ayında karanlığımın bir köşesine güçlü, tam konuşmak gerekirse 125 watt gücünde bir ışık tutuldu. Flanderslı iki doğa bilimci Bart Van Camp ve Rollin Verlinde bizim ailenin küçük hobi bahçesine gelip bir ışık kapanı kurma ricasında bulundu. Vardığımız sonuç her şeyi ortaya döktü. Bütün çabalarımıza rağmen bahçe bize göre neredeyse tamamen ölmüş haldeydi: kelebekler ve böcekler çok nadir görünüyordu. Oysa, Bart ve Rollin bize yakaladıkları güveleri gösterdiğinde gördüklerimizin her zaman var olanı yansıtmadığını fark ediverdim. Birleşik Krallık’ta 59 kelebek türü bulunurken, 2500 de farklı güve türü vardı. Karanlığın ekolojisini kavrayamayışımız, yaşayan dünyayı anlamamızı da sınırlandırıyordu.
Kapanı açtıklarında avlarının çeşitliliği ve güzelliği karşısında hayranlıktan şaşkına döndüm. Karşımda pembeli, yeşilli, sarılı, grili, siyahlı renklerde türlü türlü güveler, fil atmaca güvesi, çam atmaca güvesi, çatal kuyruklu güveler duruyordu.
Daha ismini söylemediklerimle birlikte 50 farklı türden toplam 217’ydi sayıları güvelerin. Van Camp ve Verlinde de ortalama bu sayıyı bulmayı beklediklerini söylediler. Yirmi beş yıl önce bu sayı çok daha fazla olurmuş. Muhtemelen böcek ilaçlarının, doğal yaşam alanlarının tahrip edilmesinin ve ışık kirliliğinin sonucunda, varlığının bile farkında olmadığımız bir beslenme ağı daha çöküyor.
Güveler yaklaşık 190 milyon yıl önce evrimleşti. Güve atalarından yine yaklaşık 140 milyon yıl önce ayrılan kelebekler ise görece daha gençler. Bu ayrılma çoğunlukla çiçekli bitkilerin yayılmasıyla açıklanıyor. Ama kabaca aynı zamanlarda yarasaların ekolokasyon yeteneğini (sesle yer belirleme özelliklerini) geliştirmesiyle daha çok ilgili olabilir bu durum. Gündüzcü kelebek gececi güvenin avcısının bu ölümcül adaptasyonuna karşı bir cevap olarak ortaya çıkmış olabilir mi?
Her yaz gecesi bahçelerimizde görmediğimiz bir heyecan yaşanıyor. Kulaklarını yarasaların çıkardığı yer belirleyici seslere uyarlayan güveler yem olmaktan kaçmak için gökyüzünden patır patır düşüyorlar. Bazı kaplan güveler, kendi ultrasonik seslerini üreterek yarasa radarına parazit yapmaya evrildiler. Önümüzdeki görünmez dünyanın mucizelerini, onların kıymetini bilmeden yok ediyoruz.
Ben o sabahtan itibaren daha iyi bir doğa bilimci ve çevreci oldum. Daha dikkatli bakmaya, görülmeyeni aramaya, aşağılarda yatanları değerlendirmeye başladım. Ve böylece, daha kaybedeceğimiz ne kadar şey kaldığını fark ettim.
İngilizce aslından çeviren: Büşra Balcan