İklim Kuşağı Konuşuyor’da Atlas Sarrafoğlu, Türkiye’de tarım topraklarının hızla kaybından kuruyan göllere, boşalan barajlardan gıda güvencesine uzanan derin ekolojik krizi ele alıyor.
Merhaba Sevgili Apaçık Radyo dinleyicileri, İklim Kuşağı Konuşuyor programına hoşgeldiniz. Ben Atlas Sarrafoğlu.
Bugünkü programımda rakamlardan, göllerden, tarlalardan ve barajlardan söz etmek istiyorum çünkü bunun bir hayatta kalma meselesi olduğuna inanıyorum çünkü yaşadığımız kriz, yalnızca çevresel bir sorun değil; ne yiyeceğimizle, ne içeceğimizle ve nasıl bir gelecekte yaşayacağımızla doğrudan ilgili. Türkiye’de toprak çekilirken, su kaybolurken ve üretim çökerken, bu gidişatın tesadüf olmadığını, ardında hangi tercihler olduğunu ve bunun hepimizi nasıl etkilediğini birlikte anlamaya çalışalım istiyorum. Türkiye’de toprak ve su sessizce kayboluyor. Her yıl biraz daha az üretiyoruz, biraz daha az beslenebiliyoruz. Tarlalar ekilemiyor, göller geriliyor, barajlar boşalıyor. Bu yaşananlar tek tek olaylar değil; yıllara yayılan, görmezden gelinen bir çöküşün parçaları gibi duruyor.
Resmî veriler de artık bu gerçeği açıkça gösteriyor. Tarım alanları daralıyor, üretim yapılan topraklar azalıyor, gıda güvencesi zayıflıyor. Ve bu tablo, yalnızca iklimle açıklanamayacak kadar politik.

İşte bu nedenle, Türkiye’de tarım topraklarının son yıllarda nasıl ve ne hızla kaybedildiğine dair çarpıcı bir uyarı var. BirGün’den aldığım haberde; CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer, Türkiye’nin son 22 yılda yaklaşık 2,5 milyon hektar tarım arazisini kaybettiğini açıkladı. Bu kayıp, neredeyse 5 İstanbul büyüklüğünde bir alana denk geliyor.
Resmî verilere göre, 2002 yılında 26,6 milyon hektar olan Türkiye’nin toplam tarım alanı, 2024 yılı sonunda 24 milyon hektara geriledi. Bu da tarım alanlarında %6’nın üzerinde bir azalma anlamına geliyor. Üretimin doğrudan yapıldığı ekili tarım alanları 1,1 milyon hektar azalırken, sebze bahçelerinde kayıp çok daha çarpıcı. Son 22 yılda sebze bahçelerinin %20’si yok oldu; yani her beş sebze bahçesinden biri artık üretim dışı.
Gürer’e göre Türkiye’de tarım arazileri her saat yaklaşık 18,5 futbol sahası, her dakika ise 1,5 futbol sahası büyüklüğünde kayboluyor. Bu tablo, çiftçinin üretimden uzaklaştığını ve tarım topraklarının giderek farklı amaçlarla kullanıldığını ortaya koyuyor.
Tarım alanlarının kaybı, tek başına bir toprak meselesi değil. O kaybın arkasında su var, iklim var, ekosistemlerin sessiz çöküşü var. Toprak üretimden düşerken, su kaynakları da aynı hızla tükeniyor. Türkiye’de bugün yaşanan kriz, parça parça değil; göllerden tarlalara, barajlardan sofraya uzanan bütünlüklü bir ekolojik yıkımın sonucu.
Akşehir Gölü, Burdur Gölü, Eber Gölü, Marmara Gölü, Tuz Gölü, Meke Gölü, Adnan Menderes Barajı, Manisa’da Sülüklü Göl… Liste uzuyor. Türkiye’nin gölleri, su kaynakları ve biyolojik çeşitliliği hızla yok oluyor, yok ediliyor.

Mesela Sapanca Gölü bunun en çarpıcı örneklerinden biri. Gölden yaklaşık 250 milyon metreküp su kaybolmuş durumda. Su seviyesi 4 metre düştü, kıyıdan çekilme yer yer 150 metreyi buldu. Eskiden su olan alanlar bugün kuru toprak. Bu, doğal bir süreç değil; kontrolsüz kullanımın ve yıllardır süren ihmalkârlığın sonucu. Göl kıyısında borularla su çekildiği, kontrolsüz iskelelerin kurulduğu, kıyının büyük bölümünün özel mülkiyetle işgal edildiği belirtiliyor. Beyşehir gölü kıyısında ise belediye moloz ve toprak ile dolgu yaparak Beyşehir Gölü kıyısını katlediliyor.
Bursa’nın önemli üretim merkezlerinden Karacabey Ovası’nda bu yıl çeltik ekimi yasaklandı. Nedeni çok net: Su yok. Bu karar, Türkiye genelinde tarımsal üretimin geleceğinin artık doğrudan su yönetimi politikalarına bağlı olduğunu gösteriyor.

Türkiye’nin İç Anadolu’sunda, özellikle Konya Ovası’nda son 20 yılda bölgede 700’den fazla obruk kaydedildi ve bu sayı özellikle kuraklık yıllarında belirgin şekilde yükseldi. Bilim insanları bu durumu, iklim kriziyle birlikte azalan yağışlara, artan sıcaklıklara ve yeraltı sularının hızla çekilmesine bağlıyor. Uzmanlara göre mevcut iklim koşulları ve su kullanım biçimi değişmezse, obruklar artmaya devam edecek ve tarım alanları, altyapı ve yerleşimler için ciddi bir risk oluşturacak.

Kentlerde de durum farklı değil. İstanbul’da bu hafta itibariyle barajlardaki doluluk oranı %20’nin altında ve önümüzde yağış görünmüyor. İzmir’de barajlar neredeyse tamamen boş, su kesintileri gündelik hayatın parçası hâline gelmiş durumda. Ankara’da ise barajların aktif doluluk oranı yüzde 2’nin altına düştü. Başkent, fiilen susuzluk sınırında. Bursa’da barajlarda su kalmadı.
Bütün bu tabloyu Akdeniz Havzasından bağımsız düşünmek mümkün değil. Son 25 yılda bölgede yağışlar yaklaşık %20 azaldı. Su azaldıkça çiftçi, ne üreteceğine değil, neyi kurtarabileceğine karar vermek zorunda kalıyor. Buğdayda yüzde 7 ila 12, mısırda %14 ila 20, ayçiçeğinde %8 ila 13 arasında verim kaybı bekleniyor.
Bilim insanları yıllardır söylüyor, toprak ise bugün bize gerçeği gösteriyor: Bu doğrudan gıdamızı tehdit eden büyük bir kriz anlamına geliyor. Bu kriz, bilinçli siyasi ve ekonomik tercihlerin sonucu. Yaşamı yok eden bu düzenle iş birliğini reddeden bir toplumsal iradeye ihtiyaç var. Çünkü iklim krizi daha çok siyasette, ekonomide ve günlük hayatın içinde üretiliyor.
Tüm bu yaşananlara rağmen, doğaya yönelik bu sistematik yıkımı bir suç olarak tanımlayacak ekokırım yasası hâlâ gündeme bile alınmıyor. Oysa doğayı geri dönülmez biçimde yok edenlerin cezasız bırakıldığı bir düzende, bu krizin durmasını beklemek gerçekçi değil. İklim krizinin henüz önüne geçmek için hırslı planları hayata geçiremezken, bu çoklu çöküşün sonuçlarıyla nasıl baş edeceğiz? Yağışlar azalıyor, sıcaklıklar artıyor, göller kuruyor, barajlar boşalıyor. Buna rağmen suyu sınırsızmış gibi tüketen, toprağı rant alanı olarak gören bir anlayış hâlâ değişmiyor.

Bu tablo tesadüf mü peki? Kâr hırsı, kısa vadeli çıkarlar, plansızlık, denetimsizlik ve bilerek ertelenen sorumluluklar bu krizin başlıca nedenleri. Doğa, ekonomik büyüme uğruna gözden çıkarılıyor; tarım, sanayiye ve betona feda ediliyor; su, kamusal bir hak olmaktan çıkarılıp tüketilecek bir meta gibi ele alınıyor. Gıda güvencesi, iklim politikalarından ayrı düşünülemez. Ve belki de en önemli soru belki de bile bile derinleştirilen bu kriz karşısında, daha neyi kaybetmeyi bekliyoruz? Çünkü toprak gittiğinde, su tükendiğinde, bunu yerine koyacak başka bir dünya yok.

Sevgili İklim Kuşağı Konuşuyor dinleyicileri; bu gezegen bizim tek evimiz. Sahip olduğumuz tek yer. Bilinen tüm insan türünün tüm tarihi boyunca yaşadığı ve öldüğü yer. Nefes aldığımız, yemek yediğimiz, güldüğümüz, ağladığımız, sevdiğimiz, nefret ettiğimiz yer… Ve bildiğimiz kadarıyla, Dünya’daki o muhteşem yaşamın tamamı dahil, evrende bilinen tek canlı varlıklarız. Gidecek başka hiçbir yerimiz yok.
Biz olağanüstü bir türüz. Uyum sağlıyor, hayal ediyor, yenilikler yapıyor, çözümler buluyoruz… Ama hepsinden öte, vicdan sahibi canlılarız. Peki gerçekten şimdi olan bitenin tüm sorumluluğunu üstlenmek istiyor muyuz? Kısa vadeli, konforlu seçeneklere sığınmayı bırakmamız gerekiyor.
Aramızdaki tüm farklılıkları, bizi ayırdığını düşündüğümüz her şeyi bir kenara bırakmalıyız. Biz tek bir gezegende yaşayan tek bir türüz. Tek bir büyük problemimiz var. Ve onu çözmek için fırsat penceresi kapanmak üzere.
Bizler kendi evimize savaş açtık. Evimizi ateşe verdik. Hepimiz eminim çok iyi insanlarız. Ama şunu unutmayın: Dünya, iyi insanların hiçbir şey yapmaması yüzünden yok olabilir. Bu yüzden, harekete ihtiyacımız var. Umut, eylemden gelir. Umut, cesaretten gelir. Bize umut verin çünkü şu anda, elimizde çok da kalmadı.
Ben Atlas Sarrafoğlu. Gelecek hafta Cuma günü yine 18:00’de İklim Kuşağı Konuşuyor programında buluşana dek kendinize, sevdiklerinize ve gezegenimize lütfen çok iyi bakın.


