Antroposen Sohbetler'de Utku Perktaş, İsviçre Federal Orman, Kar ve Peyzaj Araştırma Enstitüsü (WSL) — Biyoçeşitlilik ve Koruma Biyolojisi Grubu, Ekolojik Genetik Birimi'nden Dr. Gözde Çilingir ile koruma genetiğine odaklanarak genetik ile evrim arasındaki ilişkiyi ele alıyor.
Satırbaşları
- Genetik çeşitlilik, evrimin yakıtıdır; bu çeşitlilik azaldığında yalnızca bireyleri değil, geleceğin evrimsel yollarını da kaybederiz.
- Genetik, evrimi artık yalnızca kanıtlayan değil, onu okuyan ve yazan bir alan hâline geldi.
- Bir türü korumak, onun evrimsel tarihini ve geleceğe dair potansiyelini korumaktır.

Evrim, yaşamın değişim hikâyesidir; genetik ise bu hikâyenin dili. Darwin canlıların değişimini betimlemişti; Mendel, bu değişimin arkasındaki kalıtım yasalarını çözmüştü. Bugün genom bilimi, bu iki hattı yeniden birleştiriyor, doğanın geçmişini okurken, geleceğin olasılıklarını da görünür kılıyor.
Genetik, evrimi artık yalnızca kanıtlayan değil, onu okuyan ve yazan bir alan hâline geldi. Her DNA dizisi, bir türün nereden geldiğini çözümlerken, türün nereye evrilebileceğini de fısıldıyor. Genetik çeşitlilik, evrimsel potansiyelin yakıtı; uyum süreçleri ise bu çeşitliliğin sahnedeki ifadesi. Tüm-genom yaklaşımları, antik DNA ve ddRAD-seq gibi araçlar sayesinde, doğal seçilimin moleküler izlerini görüyor; evrimsel olarak anlamlı birimleri (ESU) ayırt ederek koruma stratejilerini bu birimler üzerinden kuruyoruz. Hibritleşme-introgresyon, yardımlı gen akışı ve yeniden yabanlaştırma gibi uygulamalar, bilimin etik sınırlarıyla birlikte tartışılıyor. Bu yüzden genom çağında evrim, artık soy ağaçlarının ötesinde bir anlam taşıyor: doğanın hafızası ile geleceği arasındaki diyaloğu temsil ediyor.
Genetik, evrimi “kanıtlayan” bir arşiv değil, evrimin nasıl işlediğini gerçek zamanlı okuyup olasılıksal olarak öngören bir dil ve araç takımıdır.
Kısacası genetik, evrimi nasıl görüyor? Geçmişin hafızasını kodda çözerek, bugünün süreçlerini ölçerek ve yarının olasılıklarını modelleyerek — türleri değil yalnızca, yaşam alanlarıyla birlikte evrimsel geleceği koruma hedefiyle.

Bu söyleşide genetik bilimci ve koruma biyoloğu Gözde Çilingir ile evrimi genetiğin penceresinden okuyoruz. Genetik çeşitliliğin evrimsel süreçlerdeki rolünü, modern genetikle evrim kuramının nasıl birleştiğini ve tür koruma stratejilerinin etik sınırlarını konuşuyoruz. 'Genin Hafızası, Evrimin Hikâyesi' başlıklı bu bölüm, genetiğin evrime yalnızca mikroskobik değil, aynı zamanda ahlaki bir bakış kazandırdığını hatırlatıyor: bir türü korumak, aslında yaşamın kendisini — onun hafızasını ve geleceğini — korumaktır.
İyi dinlemeler ve iyi okumalar…

Utku Perktaş: Merhabalar, Antroposen Sohbetler’e hoşgeldiniz, ben Utku Perktaş. Bugün yeni bir seriye başlıyoruz: Genetik ile evrimi bir araya getireceğiz. Daha önce evrim ve ekolojiyi bir araya getirmiş, ekolojinin penceresinden evrimi nasıl gördüğümüzü konuşmuştuk. Bu yeni seri, o dizinin bir devamı gibi olacak. Şimdi de genetikle evrimi birlikte ele almak istedim.
Bu seride iki değerli konuğum olacak; ilki sevgili Gözde Çilingir. Bir süre olmuş, sanırım birkaç yıl önce kendisiyle yine genetik üzerine, daha çok koruma genetiği üzerine bir söyleşi yapmıştık. Antroposen Sohbetler’in ilk zamanlarıydı, çok güzel bir sohbet olmuştu. Bugün de 'Genin Hafızası, Evrimin Hikâyesi' başlığıyla yeni bir bölüm tasarladık.
Evrim ve genetik, aslında aynı hikâyenin iki farklı dili olarak karşımıza çıkıyor. Darwin canlıların değişimini gözlemlemişti; Mendel, bu değişimin altyapısındaki kalıtım yasalarını keşfetmişti. Bugün genom bilimi, bu iki hattı yeniden belli ölçüde birleştiriyor — doğanın geçmişine bakarken gelecekteki olasılıkları da okumamıza izin veriyor.
Geldiğimiz bu genom çağında, her DNA dizisi bir türün yalnızca nereden geldiğini değil, nereye evrilebileceğini de fısıldıyor gibi. Bu sayede adaptasyon mekanizmaları ve uyum süreçleri hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz. Bu yüzden genetik, artık yalnızca evrimi kanıtlayan değil, onu yazan bir alan haline geldi diyebilirim kendi penceremden.
Genetik çeşitlilik bir popülasyonun adaptasyon gücü, yani evrimsel potansiyelinin kaynağı. Bu potansiyeli kaybettiğimizde yalnızca bireyleri değil, geleceğin evrimsel yollarını da kaybediyoruz.
Bugün genetik araçlar —örneğin ddRAD-seq gibi teknikler, genomik haritalama ya da antik DNA analizleri— bize canlıların soy ağaçlarını hiç olmadığı kadar ayrıntılı biçimde gösteriyor. Eski örneklerden elde ettiğimiz DNA parçaları, sekanslar bize türlerin geçmiş bağlantılarını, ayrışmalarını, tarihsel hikâyelerini anlatıyor.
Yani genetik, evrimi bambaşka bir alana taşımış durumda. Bir türü korumak, artık onun evrimsel hafızasını korumak anlamına geliyor. Bu anlamda genetik, doğanın belleğini çözmemize yardımcı oluyor.
Dolayısıyla Antroposen Sohbetler’in bu bölümünde, evrimsel süreçlerde genetiğin rolünü, modern genetikle evrim kuramının nasıl yeniden birleştiğini ve koruma biyolojisinde evrimsel düşüncenin yerini konuşacağız. Bu bir seri olacak; bir önceki serimizin tamamlayıcısı gibi düşünebiliriz.
Bugünkü konuğum sevgili Gözde Çilingir. Kendisi genetik alanında çalışan bir bilim insanı. Birlikte geçmişin izlerini ve geleceğin yönelimlerini, genomların sessiz diliyle okumaya çalışacağız. Bu program, serinin ilk bölümü — bir başlangıç olacak.
Gözde, öncelikle hoşgeldin demek istiyorum. Böyle bir giriş yaptım, umarım çok uzun tutmadım. Vakit ayırdığın için teşekkür ederim. Nasılsın, ne var ne yok?
Gözde Çilingir: İyiyim Utku, sağol. Çok teşekkür ederim davet için. Burada olmak — yeniden burada olmak — çok güzel.
U.P.: Ben teşekkür ederim yoğunluğunun arasında vakit ayırdığın için. Güzel bir söyleşi olacağını düşünüyorum. Birlikte planlamaya çalıştık, şimdi iznin olursa yavaş yavaş sorulara geçmek istiyorum.
G.Ç.: Lütfen, başlayalım.
U.P.: Evrimsel süreçlerde genetik çeşitlilik, evrimin yakıtı olarak görülüyor. Ben kimi zaman bunu bir 'sigorta' olarak da düşünüyorum. Genetik çeşitlilik yüksekse, özellikle değişen çevre koşullarında popülasyonların hayatta kalma olasılığı da artıyor. Koruma genetiği açısından baktığımızda, genetik çeşitliliğin kaybı evrimsel potansiyeli nasıl etkiler diye başlayalım istersen.
G.Ç.: Genetik çeşitlilik, evrimsel süreçlerin işleyebilmesi için bir ham madde aslında. Adaptif potansiyeli sağladığı için genetik çeşitliliği korumamız gerekiyor — bunu hep söylüyoruz. Aslında daha doğrusu, biyolojik çeşitliliği koruma dediğimizde, bunun genetik çeşitliliği de içerdiğinin altını çizmemiz şart çünkü biyoçeşitliliğin tanımı zaten genetik çeşitliliği de kapsıyor.
Nasıl tür çeşitliliğinden, ekosistem çeşitliliğinden söz ediyorsak; bu çeşitliliğin altında yatan temel şey de genetik çeşitliliktir. Dolayısıyla biyoçeşitlilik korumanın temellerinden biri, hatta belki de en görünmeyen boyutu, genetik çeşitliliktir ve dediğim gibi, adaptif potansiyeli korumak için bu çok önemli. Peki biz buna nasıl karar veriyoruz? Asıl mesele burada çünkü her türün evrimsel hikâyesi farklı; her tür, farklı çevresel koşullar içinde yaşıyor. Dünya büyük değişimlerin içinde — çoğu da insan kaynaklı değişimler — ve bu baskılara maruz kalma derecesi türden türe değişiyor. Bu yüzden “nasıl karar veriyoruz?” sorusu çok büyük bir soru.
İşte tam da bu noktada, evrimsel olarak anlamlı birimler (Evolutionarily Significant Units) kavramı devreye giriyor. Her popülasyon ya da tür için bu anlamlı birimleri tanımlamaya çalışıyoruz. Ve bu birimler üzerinden koruma stratejilerini geliştirmeye çalışıyoruz diyebilirim.
U.P.: Çok teşekkür ederim, güzel bir başlangıç oldu. Bu noktada tabii tür kavramı da hep bu perspektifle tartışılıyor. Aslında 'neyin tür olduğu' sorusuna da tam olarak kesin bir yanıt veremiyoruz. Kimi zaman üreme birlikteliği önemli bir belirteç ya da kriter olarak karşımıza çıkıyor; ama genetik tarih — yani genetik çeşitliliğin bize anlattığı hikâye — bazen bambaşka bir tablo sunabiliyor. Peki sence, genetik bilgi yalnızca geçmişi anlamamızı mı sağlıyor, yoksa gelecekteki evrimsel yönelimleri de öngörebilmemize olanak tanıyor mu? Bu konuda kendi deneyimlerinden yola çıkarak ne söyleyebilirsin?
G.Ç.: Geleceğe dair de bize fikir verdiği bir gerçek çünkü geçmişi anlayabilirsek ve çevresel koşulları da az çok tahmin edebilirsek, geleceğe dair çıkarımlar yapmak mümkün olur. Tabii bu, deterministik bir öngörü değil — daha çok olasılıksal bir bakış açısı. Genetik çeşitlilikten ya da genomik veriden ne okuyorsak, bu bize gelecekte neler olabileceğine dair olasılıklar sunar.
Ben yaklaşık on yılı aşkın süredir, nesli tehlike altında olan hayvanların korunması ve genetik çeşitliliğin sürdürülmesi üzerine çalışıyorum. Bizim çalışmalarımızda genellikle ilk soru hep şu olur: “Neyi koruyacağız, önce onu bir anlayalım.” Eğer bir tür ya da popülasyon nesli tehlike altındaysa, aslında zaten bir kayıp yaşanmıştır. Öncelikle bu kaybı anlamlandırmak, sayısallaştırmak ve elimizde kalan genetik çeşitliliği karakterize etmek gerekir. Ancak bu süreçten sonra şu soruyu sormaya başlıyoruz: “Bu kalan çeşitliliği, değişen çevresel koşullar altında nasıl koruyabiliriz?”
İşte burada geleceğe dair fikir yürütme kısmı devreye giriyor. Bunu nasıl yapıyoruz? Çevresel koşulların ne kadar değişebileceğini az çok tahmin edebiliyoruz. Çeşitli senaryolar var: örneğin iklim değişikliği senaryoları, ya da daha yerel ölçekte gelişebilecek değişimler… Bir köprü inşası, bir nehrin yönünün değiştirilmesi ya da bir baraj projesi gibi. Bu durumda soruyoruz: “Bu müdahalelerin, üzerinde çalıştığımız popülasyonlar üzerindeki etkisi nasıl olur?” Bu sorudan yola çıkarak simülasyonlar kuruyoruz. Mevcut genetik çeşitliliği karakterize edip, farklı çevresel baskılar altında bu çeşitliliğin nasıl değişebileceğini olasılıksal olarak modelliyoruz.
Bu da bize şunu gösteriyor: Belirli bir müdahale veya izolasyon, türlerin evrimsel potansiyelini nasıl etkileyebilir? Örneğin, daha önce birbirine temas eden iki popülasyonu düşünelim. Eğer araya bir engel girerse, yani bağlantı kesilirse, bu popülasyonlar kaç jenerasyon boyunca ayrı kalırlarsa genetik çeşitliliklerini ne kadar koruyabilirler? Ya da tam tersine, eğer iki popülasyon arasında küçük bir gen akışı koridoru oluşturulursa, bu çeşitlilik zamanla nasıl değişir? Yani bir anlamda biz bu çeşitliliği yönetmeye çalışıyoruz — elde olanı korumak, popülasyonların evrimsel potansiyelini mümkün olan en az zararla geleceğe taşımak için.
Adaptif açıdan yaklaştığımızda ise, şu anda popülasyonların bulundukları çevreye uyum sağlamasını sağlayan bazı genleri tanımlayabiliyoruz. Bu genlerin işlevlerini değişen çevresel koşullar altında nasıl yorumlayacağımız, yani bugünün adaptasyonlarının gelecekte ne anlama geleceği sorusu da bize geleceğe dair bir öngörü sunuyor. Tekrar altını çizmek isterim: Bunlar olasılıksal öngörüler. Deterministik bir sonuç değil, ama bilimsel olarak rehberlik eden çok değerli göstergeler.

U.P.: Tabii, kesinlikle, muhakkak. Bugün artık genom çağındayız. Yeni nesil sekanslama tekniklerinin hayatımıza girmesiyle birlikte, elimizde bambaşka imkânlar doğdu. Bu olanaklar sayesinde, özellikle adaptasyon mekanizmaları hakkında da öngörülerde bulunabiliyoruz sanıyorum. Yani artık sadece türlerin tarihsel süreçleri veya iklim değişimine bağlı gelecekteki olasılıkları değil, aynı zamanda uyumsal süreçleri de çözümleyebiliyoruz. Adaptasyon süreçleriyle ilgili genleri tespit edebilmemiz, türleri koruma anlamında bize nasıl katkı sağlıyor? Sence bu, özellikle koruma altındaki türler açısından, sadece geçmişi anlamanın ötesinde, geleceğe dönük uyumsal potansiyelleri de tahmin etmemize imkân verdi mi?
G.Ç.: Evet, kesinlikle. Ben doğrudan bu projelerin içinde değilim ama çalıştığım enstitüde bu konularda yürüyen birkaç araştırma var. Örneğin meşe türleri üzerinde yapılan çalışmalar. Bu projelerde, farklı meşe türleri arasında hibridizasyon — yani türler arası gen akışı — gözlemleniyor. Araştırmacılar da bu hibridizasyonun bu türler için yararlı mı yoksa zararlı mı olduğunu anlamaya çalışıyorlar.
Eğer türleri tamamen kendi hâline bırakırsak, bazı popülasyonlar zamanla yok olabilir ya da genetik çeşitliliklerini koruyamayabilir. Ancak bu çeşitlilik, hibridizasyon yoluyla bir popülasyondan diğerine aktarılabiliyor. Diyelim ki hibridize olunan tür, şu anda farklı çevresel koşullara daha iyi adapte olmuş bir tür. Ve biz, yerel ölçekte bu koşulların değişeceğini öngörüyorsak — örneğin iklimin ya da habitatın belirli bir yönde kayacağını biliyorsak — o zaman genetik bilginin bu yönde akışı aslında mantıklı bir süreç olabilir.
Doğaya müdahale etmeden, eğer hibridizasyon gerçekleşirse ve ardından introgresyon (yani bu genetik materyalin kalıcı olarak popülasyonlara yerleşmesi) süreci devam ederse, üzerinde doğal seçilim çalışmaya başlar. İşte o zaman gerçekten “ne olurdu?” sorusunu bilimsel olarak test etme şansımız olur.
Bu oldukça ilginç çünkü geçmişte hibridizasyon, özellikle koruma genetiğinde istenmeyen bir durum olarak görülüyordu. “Türleri koruyoruz ama birbirleriyle hibridleşmesinler, genetik saflık bozulmasın,” denirdi ancak bugün bu bakış açısı değişmeye başladı.
Yeni yaklaşımlar — örneğin yardımlı evrim (assisted evolution) veya yardımlı gen akışı (assisted gene flow) projeleri — artık bu süreçleri tamamen dışlamıyor. Aksine, kontrollü biçimde bu gen akışlarını değerlendiriyorlar.
Benim aklıma hep ağaçlar geliyor bu konularda. Örneğin Kaliforniya’daki deneyler ya da Avustralya’daki okaliptüs çalışmaları. Bu araştırmalarda kuzeyden güneye popülasyonlar arasında zaten belirli bir genetik farklılık var — örneğin alel frekansları farklı.
Ve kuzeydeki popülasyonların kaçacak yeri kalmadığında, “Acaba güneydeki, bugün bu koşullara adapte olmuş genetik varyantları, kuzeye taşıyabilir miyiz?” sorusu soruluyor yani iki bölgeyi birbirine bağlayacak genetik koridorlar tasarlanıyor. Ben doğrudan bu projelerde yer almıyorum ama gerçekten çok ilgimi çekiyor, çünkü bu yeni yaklaşımlar koruma biyolojisinde paradigmayı değiştiriyor.
U.P.: Çok güzel söyledin. Ben burada bir de ek olarak bir şeyi belirtmek istiyorum — şimdi aklıma geldi, Darwin’in ispinozları da bu sürece aslında çok iyi bir örnek. Sonuçta bir soy ağacı ortaya çıkıyor — farklı dallarda farklı türler var gibi görünüyor ama çevresel koşullar değiştiğinde, örneğin El Niño ya da La Niña gibi Pasifik’te gördüğümüz büyük iklim olaylarıyla, bu ispinozlar adalar arasında hareket ederse hibritleşip yeni türler ortaya çıkarabiliyorlar ve doğal seçilim, tam da bu yeni oluşumların üzerinde işlemeye başlıyor.
Biraz önce söylediğin gibi, o klasik paradigmalar artık biraz farklılaşmaya başladı. Doğal seçilim, artık ham maddeyi çok daha farklı biçimlerde alıp onun üzerinde çalışıyor ve bunun sonucunda çok daha çeşitli örüntüler ortaya çıkıyor. Peki o zaman, şimdi biraz daha genel bir yere bağlayayım: Evrim kuramıyla modern genetiği bir araya getirmeye çalıştığım sorulardan bir tanesi şu; Darwin’in doğal seçilim kuramı ve Mendel’in kalıtım yasaları, modern evrimsel sentez içinde birleşmişti.
Sence tarihsel süreçte başlayan bu birliktelik, bugün genom düzeyinde nasıl görünüyor? Biraz önce konuştuklarımızla da bağlayarak ne söylersin?
G.Ç.: Bugün genomik çalışmaların artık tüm genom boyunca yapılabiliyor olması, bize teorik olarak bildiğimiz şeylerin moleküler düzeyde nasıl işlediğini doğrudan gösteriyor. Bu gerçekten çok heyecan verici.
Aslında bahsettiğin şey tam olarak bu: Biz teorik olarak ne olacağını öngörebiliyoruz, biliyoruz, ama artık moleküler düzeyde bunun nasıl gerçekleştiğini gözlemleyebiliyoruz. Bu da sadece görmekle kalmıyor — aynı zamanda sayısallaştırmamızı, görselleştirmemizi ve karşılaştırmamızı mümkün kılıyor. Ben de bu çalışmaların bir parçası olarak gerçekten büyük bir heyecan duyuyorum. Elbette işin bir de pratik boyutu var: Bütçe, veri boyutu, farklı türlerin genom büyüklükleri… Herkesin her şeyi sekanslaması mümkün değil ama teorik olarak bu düzeye erişebilmek yani evrimsel süreçleri moleküler düzeyde izleyebilmek bizim için müthiş bir gelişme.

U.P.: Kesinlikle katılıyorum yani eğer her şey optimum olursa — zaman, kaynak, bütçe — DNA bize o gizli kalmış örüntüleri ortaya çıkarma şansı veriyor. Eskiden sadece morfolojiye ya da klasik gözlemlere dayanıyorduk, şimdi ise evrimi doğrudan genetik veriden okuyabiliyoruz. Bu yüzden zannediyorum, koruma biyolojisi de bambaşka bir çağa evrildi artık ve bence bu çok iyi bir şey.
G.Ç.: Evet ama mesela morfolojik özellikler deyince aklıma geldi. Biz şu anda İsviçre’de bombus arılarıyla çalışıyoruz. Şehirlerde yaşayan bombuslar ile şehir dışındaki, kırsal bölgelerde yaşayanlar arasında belirgin morfolojik farklılıklar var.
Şehirlerde bulunan bireyler genellikle daha küçük, ayrıca çeşitlilikleri çok daha fazla. Kırsal bölgelerdeki bireyler ise daha büyük ve morfolojik çeşitlilikleri daha az.
Biz de şu soruyla yola çıktık: “Acaba bunun bir genetik altyapısı var mı yani bu morfolojik farklılıklar DNA’daki bir farktan mı kaynaklanıyor?”
Bütün genomlarına baktığımızda ise şaşırtıcı bir sonuçla karşılaştık: Neredeyse hiçbir fark yok! Aralarında yüzlerce kilometre olan popülasyonlar genetik olarak birbirine çok benzer çıktı.
Bu da aslında arıların çok iyi uçucular olduklarını ve hatta adalar arasında 'island hopping' diye tabir edilen şekilde gen akışı sağladıklarını gösteriyor. Benzer örnekler başka bölgelerde de görülmüş durumda.
Peki o zaman şu soru doğuyor: “Eğer genom genel olarak aynıysa, bu morfolojik çeşitlilik nereden geliyor?”
İşte genomik yöntemler burada devreye giriyor çünkü bütün genom genel anlamda benzer görünse de, genomun belirli bölgelerine yakından odaklandığımızda farklılıkları görmeye başlıyoruz.
Yerel analizler yaptığımızda, bazı gen bölgelerinde alel frekanslarının şehir ve kırsal popülasyonlar arasında önemli derecede farklılaştığını gözlemledik. Daha sonra bu alelleri karakterize ettiğimizde, bunların aslında morfolojik özellikleri etkileyebilecek gen ağları (gene networks) içinde yer aldığını fark ettik yani şehir ve kırsal alan arasındaki çevresel baskılar, bu gen bölgeleri üzerinde seçilim yaratıyor olabilir. İşte genomik yöntemler, bu tür ince farkları ve seçilim baskısının genin neresine etki ettiğini anlamamızı sağlıyor. Bu da senin az önce bahsettiğin o modern sentez kavramının, bugün moleküler düzeyde nasıl çalıştığını doğrudan gösteriyor.
U.P.: Evet, çok güzel. Bu süreçte geçmişe göre gerçekten çok daha derinleşebiliyoruz. O zaman şunu sorayım: Genetik araçlar — örneğin ddRAD-seq gibi teknikler — evrimsel biyolojide hangi yeni pencereleri açtı sence? Aslında biraz konuştuk ama sanki çok daha derinleşebiliyoruz artık.
G.Ç.: İstatistiksel olarak da gücümüz arttı.

U.P.: Evet, evet — kesinlikle! Bu yeni tekniklerle artık gizli kalmış desenleri ortaya çıkarabiliyoruz.
Peki şimdi, koruma ile evrim arasındaki bağı biraz daha netleştirmek istersek: Koruma genetiğinde evrimsel düşüncenin yeri nedir? Yani evrimsel düşünce ile koruma genetiği nasıl bir araya geliyor?
G.Ç.: Tabii ki temeli ve koruma genetiği tanım gereği zaten bir kriz bilimi. Biz orada şunu varsayıyoruz: “Tamam, bazı doğal seçilim süreçleri kesintiye uğradı; şimdi biz bunu, bu zararı nasıl anlayabilir ve nasıl telafi edebiliriz?”
Koruma genetiği bu noktadan yola çıkıyor: Önce verilen zararı anlamak, sonra bunu nasıl giderebileceğimizi ve türün geleceği için olabildiğince fazla genetik çeşitliliği nasıl koruyabileceğimizi sorgulamak.
Dolayısıyla temeli tamamen evrimsel düşünceye dayanıyor ama tabii, ele aldığımız soruya göre yaklaşım da değişiyor; her zaman 'çeşitliliği anlayalım ve koruyalım' çizgisinde ilerlemiyor. Mesela bazı durumlarda hayvanların hayatta kalma yetisini çok ciddi biçimde etkileyen, hatta hayatta kalma olasılıklarını neredeyse yok eden genetik defektler ortaya çıkabiliyor. Bu tür durumlarda çok hızlı müdahale etmeniz gerekiyor.
Bu hızlı müdahalelerde genellikle artık popülasyonun demografisine odaklanıyorsunuz ve temel soru da şu oluyor: “Bu popülasyon tamamen yok olmadan, biz ne yapabiliriz?” Bazen o hayvanlarda zararlı mutasyonlar (deleterious mutations) birikmiş oluyor. Genetik çeşitlilik çok düşmüş, iç döllenme (inbreeding) artmış, ve bu zararlı mutasyonlar artık ifade edilmeye başlamış durumda.
Örneğin, şu anda sakallı babalarla (bearded vultures) çalışıyoruz. Bazı bireylerde uçma yeteneğini tamamen kaybettiren mutasyonlar görülüyor. Hayvan uçamazsa, doğal olarak yaşamını sürdüremiyor ve genç yaşta ölüyor. Dolayısıyla bu, popülasyonun hızla çökmesine neden oluyor.
Bu noktada sorduğumuz şey artık şu: “Evet, evrimsel biyoloji ve adaptif potansiyel koruma genetiğinin temeli ama şu anda, hemen ne yapabiliriz?”
Bazen, evrimsel süreci düşünmekten önce, sadece popülasyonu yaşatmaya çalışıyorsunuz yani evrimsel perspektif bir süreliğine arka planda kalıyor çünkü acil olan şey türün devamını sağlamak. Bazı durumlarda tür zaten ekolojik anlamda yok olma eşiğinde. O zaman tek odak noktası, o popülasyondaki birey sayısını artırmak oluyor. Bu ilk aşama tamamlandıktan sonra, “Tamam, şimdi bu türü uzun vadede nasıl sürdürebiliriz?” sorusu gündeme geliyor ve o zaman yeniden evrimsel düşünce devreye giriyor.
U.P.: Anlıyorum… Peki o zaman bir türü korurken, aynı zamanda onun evrimsel potansiyelini de mi korumuş oluyoruz?
G.Ç.: Bütün mesele bu zaten. Yani “bir tür” dediğimiz şey — demin de bahsettiğin gibi — aslında biraz soyut, hatta felsefi olarak karmaşık bir kavram.
U.P.: Evet, somutlaştırmak zor; elde tuttuğumuz, kesin sınırları olan bir şey değil. Doğada çok farklı örüntüler var ve biz farklı varsayımlar üzerinden tür tanımları yapıyoruz.
G.Ç.: Bir türü 'korumak' dediğimiz şey, aslında o türün evrimsel tarihini, bir anlamda doğanın uzun süren deneme-yanılma sürecinin ürününü korumak anlamına geliyor. Ve bu ürün — yani her tür — aynı zamanda geleceğe dair bir potansiyel de taşıyor. Bizim yapmaya çalıştığımız şey, bu potansiyeli koruyabilmek ve daha sonra doğal seçilim mekanizmalarının kendi işleyişine devam etmesine izin vermek. Bütün mesele de tam olarak bu.
U.P.: Bravo, çok güzel söyledin. Evrimsel süreçleri yavaşlatmak ya da yönlendirmek mümkün mü? Örneğin, yeniden yabanlaştırma ya da genetik müdahale programlarında böyle bir bakış açısı var mı? Aslında son soruya da gelmiş olduk böylece. Ne söylersin bu konuda?
G.Ç.: Tabii ki. Bir de bunun tam tersi, 'tersine yok oluş' (de-extinction) diye bir şey var aslında yani artık soyu tükenmiş olan türleri yeniden hayata döndürmeye çalışan çalışmalar yürütülüyor. Bu teknik olarak mümkün — hatta bazı örnekler var. Ama bunun ne kadar etik ya da ne kadar mantıklı olduğu hâlâ tartışmalı. Diğer tarafta ise yeniden yabanlaştırma ve genetik müdahale programları var. Evet, bunlar yapılıyor ve biz aslında doğaya bir tür müdahalede bulunuyoruz ama şunu unutmamak gerekiyor: Bizim temel amacımız yeni bir şey yaratmak değil, var olanı korumak ve yok oluşu önlemek yani hedefimiz, sayıların azalmasını durdurmak, yaşam alanlarını korumak, ve türlerin gelecekte de kendi dinamikleriyle sürdürülebilmesini sağlamak.

Bu kapsamda yapılan uygulamalara örnek vereyim: Mercan resiflerinde 'yardımlı evrim' (assisted evolution) denilen yöntemler uygulanıyor. Örneğin mercanlar, ağarma (bleaching) olaylarına karşı daha dirençli olabilsin diye laboratuvarda bazı popülasyonlara dayanıklı genetik varyantlar kazandırılıyor. Benzer şekilde ağaç türlerinde de “yardımlı gen akışı” projeleri var. Mesela güneydeki popülasyonlardan alınan ağaçlar kuzeyde dikiliyor; böylece güneydeki adaptif aleller kuzeye taşınıyor, ve kuzeydeki popülasyonların gelecekteki iklim koşullarına uyum sağlama şansı artıyor. Bir de yeniden yabanlaştırma örnekleri var. Eğer ideal koşullarda yapılabiliyorsa, yeniden doğaya bırakılacak bireylerin genetik çeşitliliği önceden belirleniyor. Yani aslında bu, bir tür genetik yönetim kararı. Seçilen bireyleri doğaya salıyor ve sonra izliyorsunuz: ne oluyor, ne değişiyor, genetik çeşitlilik nasıl evriliyor?
Ama şunu da unutmamak gerekiyor; her yeniden yabanlaştırma bir darboğaz (bottleneck) yaratıyor. Genetik çeşitlilik zaten azalmış oluyor. Dolayısıyla elimizde kalan genetik varyasyonu en iyi temsil edecek bireyleri seçmeye çalışıyoruz. Bu da aslında yeni bir evrimsel hikâyenin başlangıcı.
Bu etik olarak da, biyolojik olarak da tartışmalı bir alan ama bir yandan da kaçınılmaz çünkü aksi halde birçok türü tamamen kaybedeceğiz.
U.P.: O zaman şu geldi aklıma: Yok oluşlar aslında evrimin yakıtlarından biri. Bir türün yok olması, evrimsel sürecin doğal bir parçası. Geçmişe baktığımızda, büyük yok oluşlar genellikle deniz ekosistemlerinde yoğunlaşmış. Karalarda ne olduğuna dair bilgilerimiz daha sınırlı ama türlerin yok olması, milyonlarca yıl içinde gerçekleşen doğal bir döngü ancak bugün farklı bir noktadayız. Bugünkü yok oluş hızı, gezegenin tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir hızda. Bu artık evrimsel bir süreç değil; insan kaynaklı bir kriz. Bu yüzden 'altıncı büyük yok oluş' ya da 'biyolojik kriz' diyoruz. Bu, sadece bir iklim krizi değil; ondan çok daha büyük, biyolojik bir kriz.
Biz genetik çalışmalarla, koruma biyolojisiyle, aslında bu haksız yok oluşların önüne geçmeye çalışıyoruz çünkü bana göre bugünkü yok oluşlar, doğanın kendi ritminden değil, insan müdahalesinden kaynaklanan bir adaletsizlik. Endemik türlerin bir anda yok olması, özellikle adalar ve izole habitatlar bunun en belirgin sahnesi. Benzer şekilde yüksek rakımlı türler de bu baskıyı çok yoğun yaşıyor. Son olarak, bu konuda ne düşünüyorsun Gözde? Sonra yavaş yavaş kapatayım programı.
G.Ç.: Katılıyorum dediğine, gerçekten haksız bir durum var ve biz bunun önüne geçmeye çalışıyoruz. Tabii burada tartışmayı hep tür koruması üzerinden yürüttük çünkü konumuz genetik çeşitlilikti yani doğal olarak popülasyonlar ve tür düzeyi üzerine konuştuk ama 'tür koruması' dediğimiz şey aslında sadece bir türü seçip, “Aman o yaşasın, onun genetiğini koruyalım” demek değil. Biz o türlerin yaşadığı ekosistemleri korumaya çalışıyoruz aslında. Çünkü bazı türler var ki, onlar “şemsiye türler” (umbrella species) olarak adlandırılıyor yani o türü koruduğunuzda, onunla birlikte etkileşim içinde olduğu onlarca başka türü ve bütün bir ekosistemi de korumuş oluyorsunuz.
Senin de dediğin gibi, şu anda türler dünyanın değişim hızına ayak uyduramıyorlar. Biz de bu haksızlığın — insan kaynaklı bu hızın — bir şekilde yavaşlamasını sağlamaya çalışıyoruz elimizden geldiğince. Genetik yöntemler bu noktada bize gerçekten büyük bir güç kazandırıyor çünkü artık istatistiksel olarak daha sağlam kararlar verebiliyor, hangi popülasyonun riskte olduğunu, hangi süreçlerin işlediğini anlamlandırabiliyoruz. Dolayısıyla, bu hızlı değişime bir şekilde bilimsel olarak ayak uyduruyor ve aynı zamanda bu verileri karar verici mercilere somut kanıtlarla sunarak insanları harekete geçirmeye çalışıyoruz aslında.

U.P.: Burada çok da güzel söyledin, Gözde. Aslında konuşmamız biraz türe indirgenmiş gibi oldu ama geçenlerde derste öğrencilerle bunu tartışıyorduk ve ben bu konuda bir denge olduğuna inanıyorum. Şu soruyu sorduk: “Türü mü korumalıyız yoksa ekosistemdeki etkileşimleri mi?” Hangisi öncelikli olmalı?"
Benim kendi kişisel görüşüm şu: Bu iki alanı birbirinden ayırmadan, dengeyi korumamız gerekiyor. Kimi zaman etkileşimleri korumak yani bir türün diğerleriyle olan ilişkilerini, ağ içindeki rolünü sürdürmek çok daha anlamlı olabilir ama bu, tür korumaktan tamamen vazgeçmek anlamına da gelmemeli. Bu, benim kendi içsel bakış açımdan çıkardığım sonuç. Ama derslerde kimi arkadaşlarımız tür korumayı öncelikli buluyor; kimileri ise, “Tür değil, etkileşimler asıl önemli” diyor. Bu gerçekten zor bir soru. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu da açıkçası ben de bilmiyorum ama madem koruma biyolojisiyle bu kadar yakından ilgilenen bir uzmansın, ben bu soruyu sana da sormak istiyorum: Sence denge nerede kurulmalı?
G.Ç.: Ben de hem tür, hem etkileşim derdim ve tabii ki yani her şeyin temeli olan yaşam alanı derdim. Belki biraz kolaya kaçmış gibi olacak ama ben 'yaşam alanlarını koruyalım, onlar etkileşir zaten' diyen taraftayım çünkü bu etkileşimlerin gerçekleşebilmesi, türlerin soylarının devam edebilmesi için önce bir alana, bir yaşama zeminine ihtiyaç var. Dolayısıyla ben 'habitat koruma' derim ama senin söylediklerine de çok yakınım çünkü türlerin ve etkileşimlerinin korunmasının el ele yürüdüğünü düşünüyorum. Birini diğerinden ayırmak çok zor ama eğer bir öncelik sıralaması yapmam gerekseydi de şöyle derdim: “Türler yok olmadan, etkileşimler kaybolmadan, önce yaşam alanlarını koruyalım. Yaşam alanı, yaşam alanı, yaşam alanı…”


