Tıkanan Plastik Anlaşması

-
Aa
+
a
a
a

Ümit Şahin Çukurova Üniversitesi'nden Prof. Dr. Sedat Gündoğdu ile Cenevre'de son iki gününe giren Plastik Anlaşması Nihai Müzakereleri hakkında konuşuyor.

""
Plastik Anlaşması Nihai Müzakereleri
 

Plastik Anlaşması Nihai Müzakereleri

podcast servisi: iTunes / RSS

Ümit Şahin: Açık Yeşil başlıyor. Ben Ümit Şahin. Bugün Ömer Madra yok. Ama stüdyodan canlı yayındayız ve bir konuğumuz var: Prof. Dr. Sedat Gündoğdu. Çukurova Üniversitesi’nden ve şu anda Cenevre’de plastik müzakerelerini izliyor. Sedat, günaydın.

Sedat Gündoğdu: Günaydın. Merhabalar Ümit. Merhaba.

Ü. Ş: Teşekkürler. Cenevre’de neler oluyor? Senden bir kez daha dinlemeyi bekliyoruz. Geçen Cuma da Açık Gazete’de bir canlı bağlantıyla anlatmıştın ama bildiğim kadarıyla son iki güne giriyoruz, değil mi?

S. G: Evet.

Ü. Ş: Müzakerelerde (ve bu “nihai müzakereler” diye biliniyor) artık Cenevre’den bir anlaşma çıkması bekleniyordu. Durum nasıl? Gerçekten bir anlaşma çıkacak mı, plastik kirliliğini önleyecek mi; yoksa müzakereler tıkandı mı? Ne durumdayız?

S. G: Öncelikle tabii buradan müzakereleri izlemek, uzaktan izlemeye hiç benzemiyormuş. Onu anlıyorsunuz geldiğinizde; çünkü çok ilginç olaylara şahitlik edebiliyorsunuz. Burada da şöyle bir problem var: İki gün kaldı ama ortada bir anlaşma yapılıyor. Muhtemelen bir şey yayınlanacak ama bu bir anlaşma olmayabilir; bir deklarasyon ya da bir metin olması bekleniyor. Bugün planlanmayan bir şekilde tekrardan temas grubu toplantıları var. Aslında bitmiş diye tahmin ediyoruz. Biz hep böyle informal meeting’ler, toplantılar oluyordu ve garip bir şekilde her şeyi informal olarak yapmanın peşinde bazı ülkeler. Dolayısıyla buradaki hâl “informal” denilebilir; çünkü böyle yaklaşanlar da var. Kimsenin müdahale edemediği birkaç tane ülkenin bütün ülkeleri esir aldığı bir ortam söz konusu. Gidişat… Yani şu anda biz aslında dedikodulardan, arka kapılarda konuşulanlardan ne çıkacağını az çok tahmin edebiliyoruz ama yine de bilemiyorsunuz; çünkü çok ciddi pazarlıklar dönüyor. Ben bu kadar pazarlıkların döndüğünü tahmin etmiyordum. Mesela bir ülke, finansman mekanizması konusunda destek vereceğini başka bir şarta bağlıyor. O şart da anlaşmanın anlamsız çıkmasına neden olabilecek bir şart: “Siz üretim kısıtlamasından geri adım atın, biz de finansmanla… gelişmek için o ülkenin destekleri…” gibi bir şart. Orada şöyle bir soru çıkıyor: Üretimi kısıtlamadıktan sonra finansmanın desteğini neye vereceksin? Yani böyle birbiriyle doğrudan çelişen durumlar söz konusu. Bir de tabii bazı maddeler konusunda çok ciddi tartışmalar vardı. Mesela dün değil, önceki gün akşam Avrupa Birliği ciddi bir çıkış yaptı; özellikle altıncı maddede yer alan üretim meselesiyle ilgili bir kısımda kırmızı çizgiyi koydu.

Ü. Ş: Ne yönde bir kırmızı çizgi?

S. G: Yani üretimin kısıtlanması konusunda bir tavır koydu. Ama bunu öyle çok yüksek perdeden bir tavır olarak değerlendirmemek lazım. Suudi Arabistan’ın, Amerika’nın, İran’ın ve Rusya Federasyonu’nun, beraber “benzer düşünen ülkeler” diye tabir edilen petrol üreticisi ülkelerin, tüm toplantıyı esir almasını ben bir itibar kaybı olarak düşündüm ve bir çıkış yaptım. Yoksa Avrupa Birliği en başından itibaren, daha önce “yüksek istekli koalisyon” üyesi olduğunu söylemesine rağmen, toplantının başında çok da yüksek istekli bir paylaşım içinde davrandı demek mümkün.

Ü. Ş: Peki bunda şunun payı var mı sence? Geçen hafta Açık Gazete’ye bağlandığında çok ilginç bir şeyden bahsetmiştin: Trump’ın ülke delegasyonlarına bir tür tehdit mektubu gönderdiğinden, yani “bu plastik anlaşmasını üretimi de kapsayacak şekilde çıkarırsanız ekstra size gümrük duvarı koyarım” gibi bir tehditte bulunduğuna dair bir haber çıkmıştı galiba Reuters haberi, değil mi? Bunun Avrupa Birliği’ni de etkilemiş olma ihtimali var mı sence?

S. G: Kesinlikle var. Burada farklı ülkelerin pozisyonları da var. Trump sonrası Avrupa-Amerika ilişkilerini düşünmek lazım; hangi pozisyonda olduklarını… Yine İngiltere vakti içinde çok problemi… “Tek iki kutuplu” dünyadan çok, bambaşka grupların aktif olduğu ve sesinin işitildiği bir dünyaya geldiğimiz için Trump’ın bu etkisini birtakım jeopolitik risklerle beraber değerlendirmek lazım. Avrupa Birliği’nin söylemlerini de etkilediğini söylemek mümkün; çünkü sadece Avrupa Birliği için değil. Suudi Arabistan’ın mesela bu kadar yüksek perdeden bütün görüşmeleri esir almasının altında yatan, Amerika’dan aldığı cesaret.

Ü. Ş: Suudi Arabistan mı sözcülüğünü yapıyor bu petrol üreticisi ülkelerin?

S. G: “Benzer düşünen ülkeler”… Kim oldukları belli değil bu arada; bir listesi yok.

Ü. Ş: İsmi yok, evet.

S. G: Anladım. Hiç yani… “Benzer düşünen ülkeler.” Mesela bazen temas grubunda dinliyoruz, bakıyoruz ki “ben benzer düşünen ülkeler adına bunu söylüyorum” diyor. Sonra bir sonraki yine söz alıyor; bu sefer “Arap grubu listesinden alıyorum” diyor. Bir sonraki bir daha söz alıyor; bu sefer “Suudi Arabistan adına konuşuyorum” diyor. Böyle yani… Bir anda…

Ü. Ş: Şeffaflık da yok yani.

S. G: Tabii, tabii. Bir de şöyle bir absürtlük var bu durumda: Kim olduğu belli olmayan bir grup ortaya çıkmış; ilan edilmiş değil, resmî bir şey yok. Zaten listesi olan gruplar var; bir ülke sözcülüğünü yapıyor. İşte “Rwanda almış” diyorsun, anlıyorsun; ya da Pasifik ada ülkeleri diyorsun, Tuvalu yapıyor mesela sözcülüğünü. Ya da Afrika Grubu diyorsun, Gambiya yapıyor, Gana yapıyor sözcülüğünü. Bunlar bilinen, listeleri olan, adı sanı belli yerler. Ama “benzer düşünen ülkeler” kim, belli olmuyor. Çin var mı, yok mu belli değil. İran var mı, yok mu belli değil. Rusya dâhil mi, belli değil. Amerika dâhil mi, belli değil. Hep birlikte ağız birliği yapmışlar; Suudi Arabistan da sözde benzer düşünen ülkelerin fikirlerini tekrar ediyor. Dolayısıyla Suudi Arabistan burada aslında gayrimeşru olarak ekstradan söz alıp müzakereleri kilitliyor. Yani burada “esir alma” dediğim kısım bu aslında. Kendi adına konuşuyor, Arap ülkelerinin adına konuşuyor, benzer düşünen ülkelerin adına konuşuyor. Sonra Kuveyt çıkıyor, kendi adına konuşuyor, Arap ülkelerinin adına konuşuyor. Böyle garip bir durum var. Bir anda bir bakıyorsunuz, iki saatlik toplantının 45–50 dakikasını bu üç ülke konuşuyor.

Ü. Ş: Yani aslında petrol üreticileri sürekli konuşup sahneyi çalıp diğer ülkelerin sözünü de engellemiş oluyorlar ve böylece aslında tıkama taktiği… Herhalde bu.

S. G: Tabii, tıkama. Yani burada en başından beri “geciktirme taktiği uygulanıyor” deniyordu. Ben “geciktirme” olduğunu düşünmüyorum; buradan bir anlaşma çıkmaması için uğraşıyorlar. Geciktirmeyi şöyle yapıyorlardı; ondan vazgeçtiler. Niyeyse anladığım kadarıyla tıkamaya odaklandılar. Geciktiremeyeceklerini anlayınca, parantez ekleme şeklinde bir geciktirme taktiği uyguluyorlardı. Metni alıyor; “taraflar ya şunu, ya bunu, ya şunu ya da bunu; ulusal, uluslararası, yerel, bölgesel, alansal” gibi garip ifadelerle parantez içine alıp iki satırlık metni on satıra çıkarabiliyorlardı. Dolayısıyla bu, bir sonraki aşamada bu parantezlerin kaldırılması sürecine götürüyordu. Bu süreç geciktirme taktiği. Bir noktadan sonra “artık bunu burada konuşamayız; biz henüz bunun üzerine bir şey alamadık, bir şey danışamadık, kimseyle konuşamadık, görüşemedik, kendi aramızda bile” deyip toplantıyı şeye adı nedir formal olmayan yönteme götürüyorlar ki böylelikle kimse izlemesin, konuşulanlar dışarı çıkmasın; sadece rapor edilenler bilinsin, diye bir yaklaşım.

Ü. Ş:Yani iklim müzakerelerinden bildiğim kadarıyla son iki gün hâlâ temas grupları devam ediyorsa, informeller devam ediyorsa bu iş kolay kolay bitmez. Yani belki uzayacaktır da… Ama gerçekten dediğin gibi. Ben şöyle bir haber okudum mesela Radio France’ın web sitesinden: Yine çevre gruplarından birinin yorumu; Suudi Arabistan’ın “2030 vizyonu”nda, ulaşımdan vesairede elektrikli araçlara geçişten dolayı iklim politikaları nedeniyle petrol kullanımı azalacağı için, gelecek yıllarda Suudi Arabistan ekonomisini çeşitlendirme adı altında plastik üretimine ağırlık verme politikası izlemeye başlamış. Yani aslında petrol üreticisi ülkeler –anladığım kadarıyla– ileride enerji üretiminde fosil yakıtların azalması ihtimaline karşı (ki oraya doğru gidiliyor yavaş yavaş) kendi plastik… pardon, petrol üretimlerini garanti altına almak için petrokimya endüstrisi ve plastik endüstrisi gibi diğer yerlere yatırım yapıp buraları en azından elde tutma gibi bir strateji izliyorlar galiba, değil mi?

S. G: Çok doğru. Tam olarak bunu yapıyorlar. Bunu ben geçtiğimiz yıl da özellikle bu iklimle ilgili meseleler konuşulurken bir risk olarak söyledim de arkadaşlar “ya işte burada risk değerlendirmeleri var; bu iklim değişikliğiyle mücadelede plastiğe kayacaklar diye tedirgin olmayalım” gibi bir şey diyorlardı bana. Ama aslında öyle. Tüm dünyada petrol üreten ülkeler yönlerini kimyasala ve plastiğe çeviriyor. Sadece plastiğe değil; tabii kimyasal da ciddi bir sanayi. Petrol türevli, fosil kaynaklı kimyasal sanayi… Tekstil sektörüne yöneliyorlar. Tekstil sektörünü tamamen plastiğe, sentetiğe dönüştürme peşinde bu ülkeler. Yine Türkiye, biliyorsunuz, dünyanın, Avrupa’nın daha doğrusu en büyük tekstil ipliği, sentetik tekstil ipliği üreticisi ülkeler konumunda. Öyle mi? Tabii; özellikle polyesterde çok ciddi bir konumda. Zaten plastik üretiminde Avrupa’nın ikincisi, biliyorsunuz. Almanya’dan sonra Türkiye geliyor.

Ü. Ş: Ama bunu herhalde ithal… fosil yakıtla da yapıyor, değil mi?

S. G: Tabii, tabii; ithal, ithal, kesinlikle ithal. Yani Türkiye’nin petrol/fosil kaynağı olmadığı için fosil yeraltı kaynağı olmadığı için ithal kaynaklarla yapıyoruz. Aslında bu çok ciddi bir bütçe açığı.

Ü. Ş: E tabii yani ithalatı, cari açığı artırarak plastik üretiyorsunuz.

S. G: Tabii, cari açık problemi… Pardon, “bütçe açığı” dedim. Yani bu, plastik–petrokimya üretimi meselesinde Türkiye için geçerli bir durum. İsterseniz propan gaz olarak ithal edip getirip Türkiye’de plastiğe dönüştürün; fark etmiyor. Hepsi sonuçta ithalata dayanıyor. Ve böylelikle buradan ne kadar ihracat yapabildiğiniz de yakın zamanda şüpheli hâle geldi. Çünkü kendi fosil kaynağı olan, yeraltı kaynağı olan ülkeler özellikle Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, İran, bu üretimleri artırdığı zaman kimse sizden pelet plastik, harfli plastik almayacak. Çünkü bunlar fiyatları dolayısıyla sizin için “rentable” de olmayacak zaten. Yani ürettiğiniz ve sattığınız… harcadığınız masraf karşılanamayacak. Böyle bir problem var. Geri dönüşümde yaşadığımız en büyük sorunlardan birisi bu zaten; kendi başarısızlığının yanında. Yani burada şunu söylemek mümkün: İklim değişikliğiyle mücadele konusunda atılan bir adımın, nihayetinde tekrar iklim değişikliğine neden olan başka bir problemi doğuran bir evreye gelmesi biraz trajik oluyor. Çünkü bir bakıyorsun, Amerikalı, Avrupalı plastik üreticilerinin yanına; bir de bakıyorsun, Suudi Aramco katılıyor ve diyor ki “ben de önümüzdeki 50 yılda plastik üretim kapasitesini bilmem kaç artıracağım.” Böyle olunca tabii burada anlaşmalarda tıkayıcı bir rol ile üretim kısıtlamasına kesinlikle cepheden karşı çıkıyorlar.

Ü. Ş: Peki bir parantez açıp ek soru sorabilir miyim? Şunu da düşünenler olabilir: Tamam, petrol çıkarılsın, gaz çıkarılsın; bunlar yakılmasın. Çünkü yakıldığı zaman karbondioksit çıkıyor. Bunlar plastik üretiminde ya da kimyasal üretiminde kullanılsın; böylece emisyon olmamış olur. O plastiklerin tabii ki sağlık ve çevre zararı olur ama emisyon olmamış olur. Böyle bir şey söz konusu mu; yoksa bu plastikleri ve kimyasalları üretirken de ciddi bir emisyon söz konusu oluyor mu, karbon emisyonu?

S. G: Sadece üretimi değil… Şimdi biz bu yaklaşımı düşünürken bir şeyi gözden kaçırıyoruz: Plastiği ürettikten sonra çok kısa süre içinde çöp hâline geliyor ve siz bunu yakıyorsunuz. Sonuçta yine bir fosil kaynak, fosil yakıt aslında kullanmış oluyorsunuz. Şimdi şöyle bir yaygın söylem var: Çimento fabrikaları atıktan türetilen enerjiyle… Dolayısıyla bu aslında “yeşil kömür” tüketmek gibi… Aslında hiçbir alakası yok. Kömür yakmakla plastik yakmak arasında çok ciddi fark var.

Ü. Ş: Çimento fabrikaları plastik mi yakıyor?

S. G: Tabii. Türkiye’de şu anda öyle bir trend var. Hatta Türkiye’deki çimento üreticileri bir teşvik için çok ciddi lobi yapıyorlar yani.

Ü. Ş: Plastik atık ithal edip onu mu yakıyorlar?

S. G: Evet; onu yakamıyorlar, yasak şu anda ama onun için lobi yapıyorlar. Şöyle yapıyorlar: Plastik ithal edip geri dönüştürmek için ithal edenler, geri dönüştüremedikleri için büyük çoğunluğunu bu tesislere yakıt olarak gönderiyorlar bir kısmına; hepsini değil tabii ki.

Ü. Ş: Bu da kaçak herhalde.

S. G: Bu da tabii ki şey… kapının etrafından, arka kapılardan dolanmak; yasayı bir şekilde baypas etmek. Çünkü yasa olarak siz yakmak üzere artık ithal edemezsiniz. Nasıl yapacaksınız o zaman? “Geri dönüştürecekmişiz” gibi ithal edelim; “başlatmadık” diyelim; proses atığı hâline geldi, bunu da oraya gönderelim… Böylelikle herkes kazansın. Çünkü bu işin içinde çok ciddi bir para var: Çok ucuza alıyorsunuz ve çok pahalı olan başka bir malzemenin yerine kullanıyorsunuz. Ve ortaya çıkan karbon emisyonu kömürden daha fazla.

Ü. Ş: Peki plastiğin üretimindeki karbon emisyonu fazla mı?

S. G: O da fazla ama… Yani şöyle: Toplam karbondioksit emisyonu yani sera gazı emisyonu içerisindeki katkısı çok yüksek gibi görünmese de, önümüzdeki 20 yıl içinde plastik üretim artışına dair yapılan projeksiyonlar bunun %20’lere kadar yükselebileceğini söylüyor. Şu anda bazı tahminler, toplam sera gazı emisyonu içinde plastik üretiminden kaynaklı payın %8 olduğunu söylüyor.

Ü. Ş: Yani yüzde sekiz az değil yalnız bu arada; çünkü mesela en karbon emisyonu yoğun sanayi olan demir çelik endüstrisinin küresel emisyonlardaki payı yüzde yedi. Dolayısıyla yüzde sekiz düşük bir pay değil bir taraftan yani.

S. G: “Düşük” derken kastım şu aslında: Düşük olmalı… Bana sorarsanız tabii ki düşük değil. 

Ü. Ş: Elektriğe göre düşük.

S. G: Evet; yani elektrik üretimindeki payıyla karşılaştırıldığı genelde. Yani işte kömüre dayalı, doğalgaza dayalı, farklı kaynaklara dayalı elektrik üretiminin sera gazı emisyonuyla kıyaslıyorlar. Ama bunun önümüzdeki yıllarda ulaşımdan kaynaklanan emisyonları ikiye, üçe katlayabileceği ya da %20’yi geçebileceği tahminleri var. Çünkü bu tahminleri de yapamıyorsunuz; çünkü bu plastik anlaşması var. Önümüzdeki yılların projeksiyonunu önemli derecede etkilemesi bekleniyordu bu plastik anlaşmasının içereceği maddelerin. Ama şu anda görüyoruz ki üretime dair bir şey yok burada; tek bir isteklilik yok.

Ü. Ş: Tabii şunu da belki düşünmek lazım: Net-sıfır tartışmalarında biliyorsunuz, 2050’de net-sıfır ya da 2050’lerde net-sıfıra düşüreceğiz ya emisyonları küresel olarak… Bu durumda ne oluyor? En hızlı düşebilecek olanlar önce düşürülüyor; sanayi falan daha ileriki yıllara bırakılıyor. Fakat bu sefer  plastik üretimi arttığı için ya da bugün daha az ön planda olan bazı şeylerin (havacılık emisyonları vs.) giderek artmasıyla aslında bir türlü net-sıfıra gelinemiyor. Yani elektrikteki ve ulaşımdaki fosil yakıt kullanımı azalsa bile diğer yerlerden gelenler, mesela veri merkezleri de bunlardan bir tanesi: internet, yapay zekâ vs. Bir türlü net-sıfıra gelinemiyor; bu tür hesaplar da var. Ben şeyi sormak istiyorum: Demin Türkiye’nin de özellikle tekstilde, önemli bir sentetik ve plastik üreticisi olmaya başladığını (ithal fosil yakıtla da olsa) söyledin. Bu durumda aslında Suudi Arabistan gibi ya da Körfez ülkeleri gibi, buraya yatırım yapmak heveslisi olan ülkelerle bir rakip konuma da gelmiş gibi olabilir ticari anlamda. Hani buradan şunu çıkartıyorum: Türkiye’nin, plastik anlaşmasına karşı olan bu ülkeleri desteklememesi gerekir bu müzakerelerde. Türkiye’nin pozisyonu ne orada? Yani Cenevre’de Türkiye ilerici ülkelerden yana mı bir pozisyon alıyor, yoksa bu petrokimya bloğu da denen petrol ülkelerinden yana mı?

S. G: Aslında şöyle: Bunlardan yana ya da bunların karşısında bir pozisyon… Türkiye’yi çok konumlamıyor. Türkiye şu anda herhangi bir tavır sergilemiyor. Dolayısıyla…

Ü. Ş: Ama Güney Kore’de, geçen seneki Güney Kore’deki müzakerelerde böyle bir açıklama yaptığını hatırlıyorum: “Bir an önce bu anlaşma çıkmalı” falan gibi.

S. G: Yani evet. İçeriğinde ne olduğundan bağımsız olarak “bir an önce bu anlaşma imzalanmalı, biz de yolumuza bakalım; neyin ne olduğunu görelim” deniyor. Çünkü bakıyoruz, yine “sıfır atık; vatandaşı eğitelim, farkındalığı artıralım” gibi söylemler hâkim Türkiye’nin pozisyonunda.

Ü. Ş: Orada da mı?

S. G: Evet, burada da böyle maalesef. Anlaşmanın on birime bölseniz bir birim bile etmeyecek kadar tâli bir konusu… Bir kere, İsviçre Meksika pozisyonunun desteklenebilecek bir pozisyon olduğunu belirtiyorlar. İsviçre Meksika pozisyonu da şu: 6. maddeye dair, plastik üretimi ve tasarımıyla ilgili meselede anlaşmanın kesinlikle bir kısıtlama içermesi gerektiğine dair bir tasarı. Bunun makul bir öneri olduğunu söylüyorlar ama 100’den fazla ülke bu girişim tasarıyı imzaladığı hâlde Türkiye, İsviçre Meksika’nın 6. madde önerisini imzalamadı.

Ü. Ş: Evet; şeyden, yine iklim müzakerelerinden olan deneyimimle söyleyeyim: Müzakereler bittikten iki hafta sonra falan belki imzalar. Türkiye biliyorsun biraz yavaş hareket ediyor bu konularda.

S. G: Bir de tabii burada, merkeze danışmadan Türkiye adına karar alabilecek bir heyet söz konusu değil. Bundan, onunla da hareket ediyor olabilirler; anlaşılabilir. Çünkü insanlar şey de düşünüyor olabilir yani…

Ü. Ş: Anlaşılabilir ama o zaman müzakere etmemiş oluyorsun tabii yani.

S. G: Evet. İhtimalleri düşünüyor olabilirler; ben öyle düşünüyorum. Demokrasinin ne kadar önemli bir nimet olduğunu bize anlatıyor. Bir de şunu söylemek lazım: Bu kadar problem varken Türkiye’de mesela atık ithalatıyla ilgili çok ciddi problemler yaşıyorken Türkiye, bununla ilgili pek bir söz bile söylemedi. Biz bekliyorduk; 8. maddenin 3. paragrafında Basel Sözleşmesi’ne ek olarak… Çünkü Türkiye Basel’in plastikle ilgili kısmını destekledi. Senin dediğin gibi görüşüldükten bir ay sonra destekledi. Bu arada sessiz sedasız destekledi. Burada da benzer şekilde, bu madde içinde –özellikle bu anlaşmanın bütün plastik atıkları (zararlı–zararsız sınıflar) önceden bilgilendirme yapılmak suretiyle, birtakım bürokratik işlerden geçtikten sonra ancak ithal edilebileceği– bir sistemin desteklendiği bir pozisyonda olmasını bekliyordum. “Prior Informed Consent” (önceden bilgilendirme) dedikleri bir yaklaşım var.

Ü. Ş: Ama o zaman atık ithalatını yasaklamıyor.

S. G: Evet, yasaklamıyor; ama de facto yasak oluyor. Bürokrasiyi o kadar artırıyorsunuz ki sekretaryalara bindireceksiniz; oradan yanıt gelecek falan… İş biraz böyle işlemez hâle gelecek ve ihracatçılar bununla uğraşmamak için başka ülkelere yönelecekler. Nitekim Çin’in yaptığı, Malezya’nın yaptığı şeyler bunlar. Çin biraz daha farklı tabii; Çin’inki tamamen içerikteki oranlara dair ortaya koyduğu bazı limitlerdir. Bu limitleri karşılamak imkânsız olduğu için kimse Çin’e göndermiyor. Çin aslında yasaklamadı, Çin sınırladı. Yani Çin’in politikası o. İşte Malezya şu anda aynısını yaptı. Bugün bir haber düşmüştü mesela: Malezya’nın yasağından sonra Amerika’nın çöpleri Türkiye’ye gelebilir diye bir haber vardı. Bugün yayınlanan bir haber.

Ü. Ş: Tabii, o eksikti; evet.

S. G: Evet; çünkü Türkiye, Amerika’dan çöp ithal ediyordu bu arada. Hatta Adana’da bir yer var; kazılsa mesela binlerce ton Amerikan çöpünü bulmak mümkün; çünkü gömmüşlerdi oraya o zaman. 2018’lerde, 2019’da falan olan bir olay. Sonra Amerika da Türkiye’ye çöp göndermeyi bıraktı; çünkü daha yakın ülkeler, daha akil ülkeler almaya başladılar bu çöpleri. Şimdi onlar da yavaş yavaş yasaklayınca Amerika’nın yeni destinasyonu Türkiye olacak. Bu konuda Türkiye’nin herhangi bir rezervi yok. Bir diğer konu sağlık meselesi: Çok önemli bir mesele ve sağlıkla ilgili bir madde var. Bu plastik anlaşmasında, plastiğin sağlık etkisinin azaltılmasına dair önerilerin yasal bağlayıcılı olacak şekilde alınmasına dair bir madde vardı. Bunu da desteklemiyor; buna dair bir şeyler söyleniyor. Çünkü yasaklı kimyasallar, yasaklı plastikler -özellikle tehlikeli ve toksik olduğu kesin olarak çeşitli araştırmalarla ortaya konmuş bazı gruplar- var. Yani “grup yaklaşımı” diyoruz. Bazı grup kimyasalların plastik üretiminde kullanılmasının yasaklanmasını öneren bir madde var. Ya da bu listenin bağımsız bir bilimsel heyet tarafından sürekli güncellenmesi gerektiğini anlatan bir maddeydi; mesela bunu da desteklemedi. Dediğim gibi yine işin eğitim kısmı ve “sıfır atık, vatandaşın çöpünü ayrı kutuya atması” meselesi üzerinden bir pozisyon görüyoruz. Bu en risksiz pozisyon; kimseye karşı değilsiniz, kimseyle de…

Ü. Ş: Peki; anlaşma müzakerelerine geri dönersek, diyelim ki şey çıktı, anlaşma… Üstelik de üretim kısıtlaması da dâhil olmak üzere çıktı diyelim. Bu durumda plastik üretimi belli bir vadede mi azaltılacak, yasaklanacak mı? Nedir bu madde; en ilerici hâliyle yani?

S. G: En ilerici hâliyle bu; belli tip plastiklerin üretiminin belli bir sürede yavaş yavaş bitmesi.

Ü. Ş: Bununla ilgili tartışmalar var…

S. G: Çünkü burada şöyle ilginç bir şey var: Amerika şöyle diyor: “Bu anlaşma plastikle ilgili bir anlaşma değil; bu, plastik üretiminin değil, çöple ilgili bir anlaşma. Atıkla ilgili bir anlaşma; bizim burada atıkla ilgili konuşmamız lazım.”

Ü. Ş: Dolayısıyla geri dönüşümle sınırlı olsun diyorlar, değil mi?

S. G: Sadece geri dönüşümle değil; “çöp toplayalım”…

Ü. Ş: “Yakalım” da diyorlar mı?

S. G: Tabii tabii; yakmak da ayrı bir şey. O da tartışılacak. Eğer atık yönetimi meselesi olsaydı o da ciddi bir tartışma koparırdı. Birçok ülke buna karşı; yakmanın, kimyasal dönüşümün veya geri dönüşümün bir anlamı olmadığını anlatıyor. Ama şimdi görüşmeler tıkandığı için bunların diğer başlıklarını konuşamıyorsunuz; hep böyle parantez içinde kalıyor. İşte bugünkü toplantılarda belki biraz da etraftaki parantezleri süpürüp ana maddenin parantezlerine gelindi. Belki hedeflenebilir ki yarın bir metin ortaya çıksın. Ama bu metnin tabii bu bahsettiğimiz şeyleri içereceğini zannetmiyorum. İlk başta yayınladığı bir metin çok “yüksek istekli” bir metindi; orada doğrudan belli bir süre dâhilinde 5, 10, 20, 50 yıl periyotlarında plastik üretiminin azaltılmasına dair bazı paragraf önerileri vardı. Onları da, biliyorsunuz, bir toplantıda Suudi Arabistan “Böyle bir metin olmaz” deyip kendisi yeni bir metin yazıp ortaya çıkardı ve oradan koptu zaten. Ondan sonra zaten biz gele gele 5.2’ye geldik.

Ü. Ş: İsviçre ne yapıyor? İsviçre ev sahibi ülke olarak bir pozisyon alıyor mu?

S. G:İsviçre, Meksika’yla beraber yüksek isteklilik pozisyonunda ve plastik üretiminin kısıtlanması konusunda istekli; ama çok çok istekli değil. Yani böyle “düşük profil”… “Kısıtlasak iyi olmaz mı arkadaşlar?” falan gibi.

Ü. Ş: Orta yolu bulmaya çalışıyor gibi.

S. G: Birisi bağırsa “tamam tamam, söylemedim sayayım” falan diyecek… Olur ya okulda, sınıflarda… Böyle bir pozisyon.

Ü. Ş: Peki, son sorum, konsensüsle alınması gerekiyor bütün bu kararların, tabii; değil mi?

S. G: Yok; daha net değil o.

Ü. Ş: Net değil. Oylamayla, çoğunlukla bu anlaşmanın çıkma ihtimali var mı?

S. G: Yok; ikisi de yok. Her ikisi de şu anda zaten ana sıkıntılarımızdan biri. Onu tartışmayacaklar.

Ü. Ş: Daha “nasıl karar alınabileceğine” de karar verilmediği için bir karar çıkma ihtimali herhalde yok.

S. G: Yani muhtemelen Suudi Arabistan “konsensüs” olduğunu düşünüyor; özellikle bastırıyor. Suudi Arabistan, Malezya, İran, Rusya, Amerika… Bunlar “konsensüs olsun” diyor. Çünkü konsensüs olunca onların dışında bir şey çıkma ihtimali yok. Oylama isteyenler de var; oylamanın da konsensüsle oluşması lâzım… Garip bir durum vardır: Konsensüs, oylama meselesi, “38 ve 1” denilen bir madde… Bu Birleşmiş Milletler’in çok taraflı sözleşmeleri için kullanılıyor. Sekretarya’nın yayında sürecin nasıl ilerleyeceğine dair bir metin vardı; orada en başta şunu yazmışlardı: “38 ve 1’i konuşmayacağız.”

Ü. Ş: Evet; onun konuşulmaması, onun bir türlü bir anlaşmaya bağlanmaması da ayrı bir kuraldır zaten bu anlaşmalarda. Peki, çok teşekkürler Sedat. Vaktimizin sonuna geldik ama anladığım kadarıyla bu iş daha bitmeyecek gibi görünüyor; belki bir uzatmaya daha gitme ihtimali var gibi anlaşılıyor.

S. G: Bir Cenevre Deklarasyonu çıkar; Rio Deklarasyonu gibi… 20 yıl sonra da bir Kyoto Protokolü… Biz ona mı gideceğiz?

Ü. Ş: Umarım böyle olmaz. Son iki günde tekrar takip ederiz ve tekrar konuşuruz bu iş bir sonuca bağlandıktan sonra. Çok teşekkürler. Cenevre’deki plastik görüşmelerinden canlı bağlandık. Çukurova Üniversitesi’nden Prof. Dr. Sedat Gündoğdu’ya Açık Yeşil’in de sonuna geldik. Çok teşekkürler Sedat. Görüşmek üzere, hoşça kalın.