Birkaç gün önce çıkarılan 696 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 37. maddesine eklenen: “Resmî bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmî bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın, 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler hakkında da birinci fıkra hükümleri uygulanır,” ibaresi, ülkeye dayatılmaya çalışılan rejimin niteliğini açıkça değiştiren, niceliği niteliksel dönüşüme sıçratan adımdır.
Kaynak: T24 (27 Aralık 2017)
Su, belli bir hava basıncı altında 100 derecede kaynar. 10 derecede, 50 derecede, 85 derecede, 99 derecede madde hâlâ sudur. Artı bir derece, tek bir derece, suyun su olmaktan çıkmasına, buharlaşmasına, farklı bir madde olmasına yol açar. Nicel birikimin niteliğe dönüşümüdür bu.
Birkaç gün önce çıkarılan 696 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 37. maddesine eklenen:
“Resmî bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmî bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın, 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler hakkında da birinci fıkra hükümleri uygulanır”
ibaresi, ülkeye dayatılmaya çalışılan rejimin niteliğini açıkça değiştiren, niceliği niteliksel dönüşüme sıçratan adımdır.
Gönderme yapılan 1. fıkrada, “15.07. 2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleriyle bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında karar alan, karar veya tedbirleri icra eden, her türlü adlî ve idarî önlemler kapsamında görev alan kişiler ile olağanüstü hal süresince yayımlanan kanun hükmünde kararnameler kapsamında karar alan ve görevlerini yerine getiren kişilerin bu karar, görev ve fiilleri nedeniyle hukukî, idarî, malî, cezaî sorumluluğu doğmaz” denmektedir.
Şimdi yapılan ekle, “görevliler”in hukukî, idarî, cezaî sorumsuzluğu, bu fıkraya sığınıp her türlü suçu işleyecek sivillere, lümpen güruhlarına, paramiliter güçlere de tanınmaktadır.
Osmanlı tosunları, HÖH’ler PÖH’ler göreve!
Üç gündür süren eleştiri ve tartışmalar, bu yazının konusu değil. Hukukçulardan muhalefete, demokrat kimlikli yazarlardan kanaat önderlerine, hatta yer yer iktidara yakınlığı ile bilinen kişilere kadar çok geniş bir kesim; biraz izan, biraz vicdan sahibi, sağ duyulu herkes çeşitli yönlerden, özellikle de bu kararnameden vazife çıkaracak saldırgan lumpen grupların, iktidarın emrindeki paramiliter güçlerin yaratacağı iç çatışma, iç savaş tehlikesi yönünden durumun vahametini ortaya koyuyor. Hukukçular, atılan bu adımın zaten örselenmiş, kolu kanadı kırılmış hukuk devletinin sonu olacağını açıkça söylüyorlar.
AKP ve Hükümet sözcüleri, sadece 15 ve 16 Temmuz olaylarının kastedildiğini yemin billah ederek açıklarken Kuzu gibiler, ilerdeki ve geçmişteki olayları da kapsadığını açıklamaktan çekinmiyorlar. Yoğun tepkiler karşısında, önceki gün “Muğlaklık varsa açıklık getirilebilir, uygulamada düzeltilir” vb. diyen Adalet Bakanı ve diğerleri, dün -muhtemelen Reis’lerinden aldıkları talimatla- sözlerini yalayıp yutup, “Bu nettir ve kesindir” diyorlar. Eleştirilen muğlaklık; dil kusuru, özensizlik falan değil planlı şekilde bilerek, hinoğlu hince tezgâhlanan bir oyun.
37. maddeye böyle bir eke neden gerek görüldü?
Olağanüstü dönemlerde hukuk dışına çıkan iktidar mensupları ilerde devran değişince başlarına bir şey gelmesin diye bu türden korunma yöntemlerine başvururlar. 12 Eylül darbecilerinin 12 Eylül Anayasası’na yerleştirdikleri, ömür boyu yargılanmayacaklarının güvencesi olan ünlü 15. Madde gibi.
696 sayılı KHK’nın 37. Maddesinin 1. Fıkrası da bunu amaçlıyordu ve yeterince sorunluydu. Ama şimdi, yapılan ekle bir eşik aşılıyor: Niceliğin niteliğe dönüşme eşiği... Her türlü muhalefetin iktidar tarafından “terör eylemi” veya “darbe teşebbüsü” sayıldığı; terörle, darbe ile en küçük ilişkisi olmayan yüzlerce insanın tutuklu bulunduğu günümüz Türkiyesi’nde, her yana çekilebilecek muğlak ifadelerin arkasına sığınılarak uzun süredir hazırlanmakta olan paramiliter güçlere cezai sorumsuzluk sağlanıyor.
Bütün afralarına tafralarına rağmen krizin derinleşmekte, muhalefetin kabarmakta olduğunu, sessiz çoğunluğun patlayabileceğini bilen, ancak iktidardan meşru yollarla ayrılmaya niyetli olmayan muktedirler, kendilerinin ve iktidarlarının bekası için tedbir alıyorlar. Bu kadar basit.
Üst akıl kim, ya da kimler?
Bilgim, duyumum yok, benimki sadece bir sezgi. Son iki KHK açıklandığı andan itibaren, Başbakan dahil, Adalet Bakanı ve diğer bakanların KHK’daki benzer maddelerden haberleri, en azından rızaları olmadığını veya kuşkuları olduğunu düşünüyorum. Bunların halleri, tavırları, çelişik beyanları, “uygulamada düzeltilir” yatıştırmaları bende bu izlenimi yarattı. Yanılıyor olabilirim ama ne zamandır kafamda dönüp duran bir soru, beynimde burgaca dönüşüyor. Bir adım ötesini, bir yıl ilerisini görebilen, toplumun nabzını tutabilen hiçbir iktidar, hiçbir muktedir kendi ayağına bu kadar sıkamaz. Biri, birileri, bir merkez, sevdikleri deyişle bir “üst akıl”, ülkeyi kendileriyle birlikte uçuruma sürüklemelerinin adımlarını ardı ardına attırıyor bunlara.
Nicelik niteliğe dönüştü, rejim değişti
Nicelik niteliğe dönüştü artık. Sadece son KHK değil, mesela Cumhuriyet davasının seyri, savunma hakkının gaspı, başlı başına bir provokasyon olan sanıklara tek tip elbise dayatması ve benzeri onlarca gelişme, vb.,vb. suyu 100 dereceye getirdi. Görmekten ve söylemekten çekinmeyelim: rejimin/devletin niteliği değişti. Türkiye Cumhuriyeti artık Anayasa’da yazılı demokratik hukuk devleti değil. OHAL de anayasal bir durum olduğu halde, konuya ilişkin hiçbir anayasa hükmü kâle alınmıyor, anayasa sürekli ihlal ediliyor. Daha doğrusu tek adamın iradesi anayasanın yerine geçti. Yargının yerini iktidarın keyfî kararları almış durumda. Meclis’in hiçbir yetkisi, etkisi yok artık. Yasama KHK’larla yürütülüyor.
Rejimin ve devletin niteliğinin değiştiği bu ortamda, eski muhalefet yöntemlerinin etkisiz, geçersiz, anlamsız olduğunu düşünüyorum. Olup olmayacağı bile belirsiz, OHAL altında güvenliği kuşkulu seçimlere odaklanmak, AYM’ye başvurularla oyalanmak, ana muhalefet liderinin iktidarla bıktırıcı ağız dalaşları, göstermelik Meclis’te kayıkçı dövüşleri, yumruklaşmalar, gensorular… Hiçbirinin hükmü kalmadı artık. Denenebilecek tek çözüm: parlamento içi ve dışı tüm muhalefetin, sivil toplumun, demokratik güçlerin yan yana, bir arada direnişidir ki ilk adımı OHAL’in kaldırılması için eylemli, cesur, kitlesel mücadele olmalıdır.
Bunu başarabilir miyiz?
Kitleleri seferber edebilirsek, daha da önemlisi kendi sınırlamalarımızı, kendi kırmızı çizgilerimizi aşmaya cesaret edip tek ve ortak kırmızı çizgiyi faşizme karşı çekebilirsek, başarırız.