Televizyon: Göstererek Gizlemek

-
Aa
+
a
a
a

Kopuk Bağlar'da Fatma Genç ve Hasan Ateş, kitle iletişim aracı televizyonu ve televizyonun Cumhuriyet tarihini ele alıyorlar.

""
Televizyon: Göstererek Gizlemek
 

Televizyon: Göstererek Gizlemek

podcast servisi: iTunes / RSS

F.G.: Kopuk Bağlar, iki haftada bir Cuma akşamları 19:30’da radyonuz Apaçık Radyo’da. Teknik masada sevgili Mert Erdoğan var, kendisine yardımları için teşekkür ediyoruz. Geçtiğimiz haftalarda Radyo Şenliği vardı. Apaçık Radyo 30 yıldır desteklerinizle var olmaya devam ediyor. En önemli müşterek alanlarımızdan radyomuza destek olmak için https://apacikradyo.com.tr/ sitesinde program destekçisi olun butonuna tıklayabilir ve dayanışmayı daha da büyütebilirsiniz. Birazdan daha detaylı da konuşacağız ama kitle iletişim araçları içerisinde radyo ve televizyonun önemli bir yeri var; bilginin sansürsüz dolaşıma girmesi ve kamusallaşması için dayanışma önemli, çaresiz değiliz, biz de buradan bir kez daha hatırlatmış olalım.

Kopuk Bağlar'da nesneleri konuşuyoruz. Önceki bölümlerimize web sitemizden veya mobil uygulamamızdan erişebilir; hem okuyup, hem de dinleyebilirsiniz. Ayrıca podcast mecralarında da Kopuk Bağlar'ın yayınlanan bölümlerine ulaşabilirsiniz.

Bugün kitle iletişim araçlarının cam kutusunu, televizyonu konuşacağız. Televizyon, Yunanca ‘uzak’ anlamına gelen ‘tele’ ve Latince ‘görmek’ anlamına gelen ‘vision’dan geliyor - 20. yüzyıl başlarında üretilmiş bir kelime. Türkçe'de televizyona ‘uzgöreç’ ve ‘uzgörüm’ gibi kelimeler önerildi ancak bunlar kabul edilmedi ve ‘televizyon’ kelimesini kullanıyoruz biz de.

Hareketli görüntüyü yansıtan bir araç olarak televizyon, en başından beri, farklı zamanlar, zamansallıklar yaratmanın aracı, aracısıydı ama televizyonun kitleselleşmesiyle birlikte bu da değişti; artık, hareket eden görüntüyü yeni tipte bir zamanla hemhâl olmak için değil, tek tip hâle getirilmiş bir zamanı öldürmek için izliyoruz.

Televizyon, bir kitle ile iletişim aracı olarak imge ile gerçekliğin bağlantısını kopardığı bir düzeyde ve imge ile gerçeklik arasında bir mesafe kurduğu oranda demokratik değil; konformist bir işlev üstleniyor. Gerçekliği imge vasıtasıyla aktarma, gösterme değil; yalıtma, izole etme fonksiyonunu işletiyor ve bu yolla da televizyon görüleni yani imgeyi kendinden menkul hale getirmiş oluyor. İmgenin gerçeklik ile neredeyse hiç ilişkisi kalmıyor - bu da ürpertici bir gerçek bir yandan.

Televizyon söz konusu olduğunda içi boşaltılan imge değil, gerçeklik bir yanıyla da. Televizyonda da imgeden başka bir şey yok bakıldığında. Şimdi ben ile gerçeklik arasındaki mesafeyi tesis eden, ikisi arasındaki bağlantıyı kuran bu bağlantı televizüel imge ve televizyonun salık verdiği izlenene katılınması, ona reel olarak eklenilmesi değil; daha çok izlenene baka durulması, onun uzaktan seyredilmesi anlamına geliyor bir yandan da.

Pierre Bourdieu'nun Televizyon Üzerine adlı bir kitabı var ve orada ‘göstererek izlemek’ bölümü var - bugün televizyona dair duygularımızı çok iyi özetliyor. Diyor ki, “En görünür olan şey üzerinde durdum. Televizyonun tuhaf bir şekilde göstererek yapılması gereken şeyin yani bilgilendirme işinin yapılması için gösterilmesi gerekenden daha başka şeyler göstererek ya da yine gösterilmesi gerekeni gösterirken bunu göstermeyerek ya da anlamsızlaştıracak bir tarzda yaparak ya da onu gerçekle hiçbir şekilde uyuşmayan bir anlam kazanacak tarzı kurarak nasıl gizleyebildiğini göstermek suretiyle, hafifçe daha az görünür olan şeylere doğru ilerlemek isterim." Biz de tam da aslında bugün bu cam kutunun göstererek gizlediklerini ve Cumhuriyet tarihine göz atacağız Hasan ile birlikte. Şimdi sözü Hasan'a vermeden önce aslında bugünler için çok anlamlı olan Bertolt Brecht'in ‘iyi adama bir iki soruadlışiirini hatırlatmak isterim:

Anladık iyisin ama neden iyi?

Sonra anladık dediğin dedik ama dediğin ne?

doğrusun, söylersin içindekini ama içindeki ne?

Esirgemezsin gözünü budaktan ama kime karşı?

Dolusun bilgelikle ama yararı kime?

Gözetmezsin kendi çıkarını gözettiğin kiminki?

Dostluğuna diyecek yok. ama dostların iyi mi?

Hasan, televizyonun nasıl bir seyri var?

H.A.: Bu güzel şiir ve sosyal bilimler literatüründen giriş yaptığın için teşekkür ederim. Tabii daha geniş bir literatür var ama ona burada değirmek maalesef mümkün değil çünkü zamanımız son derece sınırlı.

Daha önce radyoyu konuşmuştuk
ve arzu edenler önceki programlarımızdan radyo bölümüne bakabilirler
Bugün televizyon konuşacağımız için radyoya değinmeyeceğim ama radyo ile Türkiye toplumunun tanışıklığı Batı ile neredeyse eş zamanlı yani 1920'lerdeki Avrupa'da radyonun kullanılmasının akabinde 1927'de İstanbul'da radyo yayını yapılıyor ama televizyon için bunu söylemek zor; televizyon biraz daha geç bir tarihte yayına başlıyor. O da, bu çok geniş bir tartışmanın konusu ama Türkiye'deki bürokrasi, devlet erkanı, ‘insanın silühetini yansıtan bu yeni cihazı kullanmalı mı hızla yoksa kullanmamalı mı?’ konusunda karar veremiyor. Genel kanı, radyonun daha yaygın hale getirilmesinden sonra televizyonun kullanılması yönünde oluyor çünkü televizyon ayrıca bir maliyet unsuru olduğu, teknik unsurları karşılanamadığı ve teknik yeterliğe de sahip olunamadığı için televizyonun daha geç kullanılmasına karar veriliyor.

Televizyonun da kendi içinde bir tarihi var, buna çok kısacık değineyim; Televizyonun icadının yani ilk defa İrlandalı bir telgrafçı olan Andrew May tarafından 1873 yılında yapıldığı varsayılıyor. Sonra 1883 yılında ise Alman bilim insanı Paul Nipkow, fotoğraf tarayabilen bir araç geliştiriyor ve adına da ‘döner disk’ diyor. İngiliz mühendislerden John Belk tarafından bu disk kullanılarak 1925 yılında ilk defa deneme yapılıyor ve akabinde de bu buluşla İngiliz kanalı BBC'de 1936 yılı itibariyle de ilk defa televizyon yayını gerçekleştiriliyor. Sonrasında 1939'da ABD'de, 1948'de Fransa'da, 1952'de Almanya'da, daha ilginç olan bir Fransa sömürgesi olan Cezayir 1953'te ve 1960'da da Norveç'te televizyon yayını yapılmaya başlanıyor.

Türkiye'de ise televizyon yayını 1960'lı yıllarda yapılıyor ve o yıllar itibarıyla yaygınlık kazanıyor. Ancak esas olarak, 1952-53 yıllarında İTÜ'de Cuma günleri saat 17 ile 18 arasında düzenli olarak bir saat televizyon yayını yapılmaya başlanıyor. Daha sonraki yıllarda ise TV alıcı cihazı satın alanlar, komşu ülkelerin televizyon kanallarını kullanabiliyorlar. 1964-68 yılları arasında ise televizyon edinebilen aileler, hanelerin kendisi, Bulgar, Roman ve Yugoslav televizyonlarından programları izleyebiliyorlar. Türkiye tarihi açısından bakıldığında esas olarak 1960'lı yıllardan itibaren yani sanayi planı ve sanayi planın tartışmalarıyla beraber bu basın yayın kuruluşları da özel bir önem kazanmaya başlıyor. Televizyon ve radyonun Türkiye toplumunun hem kültürel, hem de sosyal süreçlerdeki dönüşümüne anlamak bakımından da bir özel önem atfedilmeye başlanıyor bu süreçte.

F.G.: “Televizyon” diye güzel bir şarkı dinleyeceğiz aslında, “Uydu dalgalarında beyin eritici, frekans aralığında çoğaltıcı” diyor sözlerinde.

Radyoya da değindin; Türkiye’de erken dönemde radyo yayıncılığı başlıyor. Televizyon daha sonraki döneme ait bir şey ama çok iç içe geçen bir tarihi de var - önceki programlarda radyoyu da önce anlatmamızın sebeplerinden biri de aslında buydu. Tabii kendi çocukluk anılarımıza da - ne yazık ki yaşımız da buna el veriyor - elle kurcalanan antenli televizyonlar, o kutular sonra renkli görüntüler, siyah-beyaz görüntüler, eve gelen o televizyonun heyecanı, başkasının evinde televizyon izleme günleri… Bunları sen de zihninde eminim çok yakın hatırlıyorsundur. Tam da oradan televizyonun Cumhuriyet'te nasıl bir tarihi olduğunu sorayım.

H.A.: Söylediğin çok güzel. 1950'li yıllarda İstanbul'un belli semtlerinde insanlar birbirine “Televizyon izledin mi?” diye sorarlardı. Özellikle 1953'ten sonra Beyoğlu, Bakırköy, Büyükada, Suadiye gibi yerlerde bu çok sorulan bir soruydu ve tabiki bizim çocukluğumuzda da televizyonla geçen zamanları çok net hatırlıyoruz. Zeki Müren'in başrolde oynadığı Berduş filmi ilk defa TV'de gösterildi veya Halit Kıvanç'ı bizim kuşağımız çok net hatırlar, özellikle Dünya Kupası maçlarının sunumuyla hatırlanacaktır. Kıvanç’ın hazırladığı bir şov da var, İstanbul Teknik Üniversitesi'nde televizyonda yayınlanıyor. Yine Erkan Yolaç vardı, TRT'deki ‘Evet-Hayır’ programını sunuyordu. Bütün bunlar aynı zamanda bir kuşağın sosyal ve kültürel belleğini de oluşturuyor.

Daha önce de belirttiğim gibi, 1950’li yıllarda radyo kullanımı esas - çünkü henüz televizyon yaygın değil - vurgu da Türkiye toplumunun eğitim ve ulusal bütünlüğünün sağlanılması üzerinden şekilleniyor - bu çok önemli. 1950’li yıllarda Türkiye'nin modernleşmesi, sanayileşmesi, kalkınması, aynı zamanda teknik kapasitesinin arttırılması da çok önemsiyor. Örneğin, Demokrat Parti’nin buna dair çok belirgin vurguları var; radyo endüstrisinin oluşturulması ve yaygınlaştırılması temel amaçlarından bir tanesi oluyor ancak esas olarak eğitim ve ulusal bütünlük kavramları çok önem arz ediyor. Radyoya atfedilen görevlerden birisi de yine TRT’nin 1960’lı yıllardaki bültenlerinde görülebilir. Toplum açısından radyo yayıncılığı moral ve kültürel kalkınma olarak önem ifade ediyor.

Radyo ve televizyona dair tüm bu gelişmeler aynı zamanda bir iç pazarın oluşmasını da sağlayan şeyler. Radyonun daha yaygın kullanılması tabii ki onun bir iç pazarının oluşmasını da sağlayacaktır. Keza televizyonun da zaman içerisinde gelişmesi yani yeni bir meta ile toplumun tanışması, aynı zamanda o meta büyük oranda ithal ürünlere dayalı olduğu için de bu ithal ürünün nasıl karşılanacağı konusu da tartışılıyor. Birinci, ikinci sanayi planı ve beş yıllık sanayi planlarının önemli konularından birisi de bu. Özellikle Süleyman Demirel çok ısrar ediyor televizyonun Türkiye toplumunda yaygınlaştırılması konusunda çünkü Demirel, televizyonun kitlelere seslenmede önemli bir araç olduğunu fark ediyor. Birinci planda televizyon pahalı olduğu için radyonun yaygınlaştırılması temel amaçken, ikinci planda televizyonun yaygınlaştırılması özel olarak amaç ediniliyor. Bu neredeyse bütün beş yıllık kalkınma planlarında ele alınıyor. Üçüncü ve dördüncü planlar, esas olarak 1970’lerde Türkiye toplumu yoğun bir biçimde televizyon ile tanışıyor, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren de vericilerin sayısının artmasına bağlı olarak Türkiye'de televizyon kapasitesi yani kullanım oranı giderek artıyor. 1977’den itibaren de ülkenin %83'ü neredeyse televizyonla tanışmış oluyor.

1990’lı yıllar televizyon açısından önemli ki bizim çocukluğumuzun da geçtiği yıllar ve çok kanallı yıllara da geçiş söz konusu yani özel televizyon kanallarının sürece dahil olması diyebiliriz. Star TV, Cem Uzanların televizyonu, ilk özel kanal oluyor. Ortağı da Turgut Özal’ın oğlu, Ahmet Özal. Star TV’nin önemli işlevlerinden birisi de futbol oluyor. Türkiye'de futbol tabi çok önem arz ediyor, bugün de belki biraz böyle. Bir dizi alanın kesişim noktası futbol, basın, yayın, siyaset, ticaret ve medya. O yıllarda futbolun bir kesişim noktası olduğunu söyleyebiliriz. Futbol yayınları ilk başta sadece TRT'de gösteriliyor. Özel kanal olan Star TV’nin açılması ile maçların yayın hakkını satın alıp futbol gruplarına o dönem için oldukça yüksek bir meblağ teklif ediliyor ve gruplar da bunu kabul ettiği için ilk defa özel bir televizyonda maçlar gösteriliyor. Bu o dönem açısından yeni ve kritik bir şey. Aynı zamanda yeni bir izleyici kitlesinin oluşmasını sağlıyor ve bu futbol üzerinden oluyor. Futbol maçları televizyonlarda reyting rekoru kıran bir şeye dönüşüyor.

Televizyonlardaki maç yayınları Türkiye’de her zaman ilgi görendir, özellikle de derbi maçları dedikleri maçlar önemli. O dönem açısından izlenen ilk 20 programın 16 tanesini bu futbol maçları oluşturuyor. Sonrasında reklam meselesi önem kazanıyor ve özel televizyon olan Star TV, o dönem için oldukça yüksek fiyatlı reklamlar almaya başlıyor. Neredeyse programların girişinden daha uzun reklamlar olmaya başlıyor. Bu da bir süre seyirci tarafından oldukça tepki gören bir şeye dönüşüyor.

 

1990'lı yıllarda TRT ile Star TV arasındaki yoğun rekabetin en kristalize olduğu yıl 1 Ocak 1991 diyebilir yani Yılbaşı akşamı. Bu çok ilginç bir rekabet, özel bir TV'nin izleyiciye ulaşması bakımından çok önemli çünkü orada bir kültürel farklılaşma da ortaya çıkıyor yani hem ulusal, hem de uluslararası bir şey yapıyor. Örneğin, yılbaşı akşamı StarTV, TRT'de çıkarılmayan müzisyenleri, sekiz tane müzisyeni çıkarıyor. Yine dansöz, bir eğlence anlayışı olarak Yılbaşlarının klasik ritüellerinden biridir ve sekiz tane dansöz çıkarıyor. Tabii bunlar o yıllarda yapılırdı. Milli Piyango çekilişleri de geçmişte çok önemliydi. Milli piyango çekilişini TRT'den önce duyurmak da bir rekabet konusuydu. Tüm bunlar özel kanalların yoğun bir izleyici kitlesine ulaşmasını sağlıyor.

Yine 1990’lı yıllarda televizyon izlenme sürecinde güzellik yarışmaları yeni bir şey olarak ortaya çıkıyor. 1991'deki Körfez Savaşı, 24 saat boyunca ve İngilizce çeviriler yap
ılarak canlı olarak ilk defa yayınlıyor. Bu çok kritik bir şey Türkiye'de, belki dünyada da ilk defa savaşın canlı yayında verilmesi çok mühim. Bunu da Türkiye'de bir televizyon dünyada eş zamanlı olarak, CNN'in yayınını Türkçe'ye çevirerek anında 24 saatte canlı bir şekilde veriyor. Bu Türkiye tarihi için çok ilginç bir şeydi. Sonrasında bir dizi başka yeni televizyon kanalı gelerek böyle bitiyordu süreci.

F.G.: Süremizin sonuna yaklaştık. Kurumsal dönüşümden de ufak bahsetmeni istesem. Radyo Televizyon Üst Kurumu ve TRT gibi…

H.A.: Orada belki, bunun öncülü olarak 1970'lerde daha özerk bir yapıya sahipken yani 1975-76'dan sonra özerklik vurgusu yerine tarafsızlık vurgusu gelmeye başladığını ifade etmek lazım. Tabii ki bugün yaşanılan süreci de düşündüğümüzde, 12 Eylül geçiyor, bir dizi şey yaşanıyor. Her şeye karşı kısmi olarak da olsa ‘tarafsız’ olma - asgaride de olsa - belli biçimlerde korunuyor. Tabii 1970’lerle birlikte o da bitiyor. Özellikle İsmail Cem'in TRT'nin genel müdürü olma süreci, politik bir tartışma gündemi oluyor - Türkiye'de siyasal alanda yoğun tartışılan bir konu. Radyo-Televizyon Üst Kurulu, tarafsızlık ve oradan da bambaşka bir sürece evrilmiş durumda. Bunu da belki aynı zamanda Türkiye'nin son 50 yılının dönüşümünün de izlenebileceği bir alan gibi düşünebiliriz.

F.G.: Evet, son günlerde de oldukça konuşuyoruz. Şu an belki televizyonun sadece bir göz doldurma işlevi olduğunu söylemek mümkün. Tabii Althusser’in de söylediği gibi ideolojik temsil üretme mekanizması olarak da televizyon önemli bir işlev görüyor.

Sen, televizyon için bir meta dedin. Televizyonun kendisi meta ama aynı zamanda reklamlar vasıtasıyla metaya imge de nakşeden önemli bir araç aslında,
bu anlamıyla da önemli çünkü aslında kolektif belleği de yeniden inşa eden bir işlev de görüyor.



Ben de kısaca bu son dönemde, bu kurumsal dönüşüme ilişkin ‘necefli maşrapayı’ ve Penguen belgesellerini anmak isterim bu konuda. Önemli bir propaganda aracı aynı zamanda televizyon ve 12 Eylül darbesinin ardından ekranda teknik arzının sembolüne dönüşen ‘necefli maşrapa’yı bir kuşak çok iyi hatırlayacaktır; sansürün imgesine dönüşüyor. İlerleyen yıllarda da Penguen belgeselleri de onun yerine bir imge olarak yer alıyor.

Dezenformasyon yasası, etki ajanlığı gib düzenlemeler baskı, sansür ve otosansür olarak karşılık buluyor ve televizyonculukta özel kanalların açılmasıyla birlikte senin bahsettiğin o süreç sonunda kurulan Radyo-Televizyon Üst Kurumu, çeşitli yaptırımlarıyla da bunun bir aracı haline dönüşüyor.

Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği’nin ‘Sansürün 30 yılı’ adlı bir raporu var, 2024 yılında çıktı. 1 Ocak 2023 ve 30 Haziran 2024 yılları arasında yayıncılara 124 milyon lira ceza kesildiğini ve bin 357 defa ise ekran karartma cezası uygulandığını söylüyor. Tabii, bunu 2025'e, günümüze kadar uzatırsak çok daha uzuyor bu liste. 27 Mart 2025 ayında Radyo Televizyon Üst Kurumu üyesi İlhan Taşçı da önemli bilgiler paylaştı. Çeşitli kanallara çok yüksek miktarda para ve ekran karartma cezaları verildi. Aynı zamanda son dönemde TRT'nin dizilerinde yer alan oyuncuların da yaptığı paylaşımlar gerekçeye gösterilerek yer aldıkları dizilerde işlerine son verildi. O zaman tam da bu soruyu sormanın zamanı: ‘Televizyona nasıl bakacağız?’ Şimdi Yaşar Kurt'tan “Anne” şarkısını dinleyeceğiz. Kurt şarkıda, “Orada kapat televizyonu anne, seni de kandırıyorlar” diyor. Biz de televizyonları kapatıp radyoyu açıyoruz. Teşekkürler Hasan, ağzına sağlık. Tekrar Mert'e de teşekkür ediyoruz yardımları için. Görüşmek üzere.

H.A.: Ben teşekkür ederim, hoşçakalın.