İklim İçin'de Ömer Madra, Özdeş Özbay ve Yücel Sönmez, TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç ile Türkiye'deki madencilik faaliyetlerini ve bu faaliyetlerin getirdiği yıkıcı tahribatları değerlendiriyorlar.
(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.)
Ömer Madra: Bendeniz Ömer Madra.
Yücel Sönmez: Ben Yücel Sönmez.
Özdeş Özbay: Ben Özdeş Özbay.
Ö.M.: Destekçimiz Banu Akşehirlioğlu Alptekin'e de teşekkür ederek başlayabiliriz. Bugün bir konuğumuz var; TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç. Açık Radyo programcıları Deniz Ataç'ı gayet yakından tanırlar. Epey uzun süre TEMA Vakfı'nın programları da Açık Radyo’da mevcuttu tabii şüphesiz. Şimdi Deniz'i bu çok çalkantılı günlerde özellikle de hafta sonunda haftalık Oksijen Gazetesi’nde, “Sırada yeni Akbelenler var mı?” başlıklı manşete yol açan, manşeti yerine getiren önemli bir raporu açıklamıştı. Onunla ilgili konuşacağız. Muğla'da mesela yaban hayatı koruma alanlarının %90’ının ve ve milli parkların %85’inin maden şirketlerine ruhsatlandırılmış durumda olduğunu açıkladı Deniz Ataç. Son derece ciddi, vahim bir durumun ve birçok insanın da endişe içinde beklediği bir durumdan bahsediyordu. ‘Kanun korumazsa, maden yaşatmaz’ şeklinde de önemli açıklamaları, manşetleri vardı haberin. Şimdi onları konuşmak üzere konuğumuz oldu Deniz. Merhaba Deniz, hoş geldin.
Deniz Ataç: Merhaba, hoş bulduk. Merhaba Ömer.
Ö.Ö.: Hoş geldiniz.
D.A.: Çok teşekkürler davetiniz için.
Ö.M.: Biz teşekkür ederiz. Vallahi son derece vahim ve ciddi gelişmelerin içinde elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. Şimdi bu Muğla ve çevresinde, ruhsatlı alanlar içerisinde tüm kömür ocakları faaliyete geçtiğinde 60 köy yok olacak diyorsun ve kentin, Bodrum da dahil ciddi bir su sıkıntısı tehdidiyle karşılaşacağını belirtiyorsun. İşte tam da bu nedenle insanların ‘Akbelen giderse, her yer gider’ diyerek nöbet tuttuğu bir durumda, sabahtan beri zaten bir başka Deniz ile de konuşuyorduk, Deniz Gümüşel ile. Bugün meclis toplantısı, basın toplantısı vesaire onların üzerinden konuştuk. Bu can alıcı konuyu konuşmak üzere, biraz sen anlatır mısın? Ne oluyor, ne bitiyor?
D.A.: Tabii. Şimdi aslında ben birazcık geriye saracağım ki tüm fotoğrafı size daha net olarak anlatabileyim. Biz aslında 2019’dan beri, aslında bakarsınız Çanakkale'deki Kirazlı'dan bir sene önce filan çalışmaya başladık. Çünkü bölgedeki özellikle altın madenlerinin ruhsat çalışmaları ve uzun süre o bölge küçük sivil toplum kuruluşları tarafından büyük bir özveriyle götürülüyordu. Fakat bir noktada bizim de Mütevelli Heyeti olan Prof. Dr. Murat Türkeş'in ısrarıyla vakfın o bölgeye girmesi gerektiği, çünkü artık yargılama giderlerinin bölgedeki kaynakları aşması nedeniyle Murat Hoca Mütevelli Heyeti’nde ağırlığını açıkçası koydu ve dedi ki, ‘Buraya gireceksiniz.” Mütevelli Heyeti bunu gayet olumlu karşıladı ve onaylandı. Biz zor bir sürece girdik ve ondan sonra biraz çalışma yaparken, Kirazlı’da tam da bizim de ortaya çıkmaya hazırlandığımız dönemdi, bu meşhur görsel patladı. Çok oraların detayına girmeyeceğim, hepiniz biliyorsunuz. Sonra biz, ‘Çanakkale bölgesindeki Kirazlı'da bu kadar büyüdü ama acaba kaç tane daha maden ruhsatı var?’ diye ilk önce bir baktık. Sosyal medyada geri giderseniz bunların hepsine görebilirsiniz ya da dinleyicilerimiz görebilir. Epey geri gitmeleri lazım.
Önce 30 civarında Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) dosyalarını filan herkesten topladık. Böyle üst üste koyduk. Arkadaşlarımız epey uğraştı. Sonra orayı çok kısa geçiyorum çünkü uzun bunlar, öyküler. Biz Maden Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’nden ruhsatların bilgilerini alabildiğimizi gördük ve bir madenci gibi gidip bu verileri almaya başladık. İlk çıktığımız harita da aslında Kaz Dağları'ydı ve Kaz Dağları'nda üstelik bir kısmını almamamıza rağmen yani aslında bu rakam daha yüksek, onu söylemeye çalışıyorum, Kaz Dağları yöresinin %79’unda madenlerin ruhsatlı olduğu ortaya çıktı, yani Muğla'dan da çok daha kötü, Muğla %59 biliyorsunuz. Biz böyle tabii dehşete kapıldık. Yani bir bölgenin %80’i ne demek! Yuvarlıyorum 79’u 80’e ki eminim bu daha fazla. Dediğim gibi küçük bir bölümle alamadık yani parayla alıyorsunuz bunları. Çünkü ciddi kaynak ayırmamız gerekiyor. Mümkün olduğu kadar da tasarruflu davranmaya çalıştık.
Sonra biz bunlara devam ettik. Muğla da ilk yaptıklarımızdan biriydi ve Muğla'da da %59 çıktı. Sonra devam ettik. Birkaç tane size çok dehşet verici rakam söyleyeyim; Ordu'nun %74’ü, Kütahya'nın %91’i -yani Kütahya neredeyse kalmıyor- , Gümüşhane'nin %93’ü, Maraş'ın %58’i, Erzincan Tunceli'nin %52’si diye böyle gidiyor. Biz böyle 28 ile kadar gittik ve bu 28 ilin ortalamasını aldığımız zaman, bu illerin toplam alanının %68’inin üç aşamadaki maden ruhsatlarına tahsis edildiğini görüyoruz.
Ö.M.: Dehşet verici bir haritada yayınlamışsınız zaten. Arama ruhsat alanları turuncu, işletme ruhsat alanları kırmızı, ihale ruhsat alanları sarı olmak üzere. Yani harita tamamen karanlık renklerle boğulmuş.
Ö.Ö.: Peki bu ruhsatlar belirli şirketlere verilmiş anlamında mı?
D.A.: Hayır. Çok değişik şirketlere. Yani çok değişik şirketler var biz onları da görebiliyoruz ama biz TEMA olarak daha çok devletle çalışırız. Devletle çalışıyoruz derken, davayı devletlere açıyoruz, özel şirketlerle direkt yüz yüze gelmeyiz. Dikkat ederseniz bizim hiçbir postumuzda da özel şirket ismi görmezsiniz. Bu TEMA’nın yıllar önce konulmuş bir prensibidir. Biz devletle çözmeye çalışırız sorunu. Bir sürü şirket var Özdeş, bir sürü şirket var. Biz aslında görüyoruz tabii, bu bilgileri aldığımız için hangi saha kimin diye görebiliyoruz. Yani bu size söylediğim korkunç bir rakam ve bunların tabii ki bir kısmı ihale aşamasındaki ruhsatlar. Yani henüz daha tahsisi yapılmamış ama çok büyük bir hızla da bunların da tahsisi yapılıyor, bunları da izliyoruz. Yani çok da böyle bizim hani abarttığımız, karamsar olduğumuz bir tablo değil.
Biz bunu gördükten sonra Ankara'da da çok kulisini yaptık bu işin. Yani, ‘Burada bir yanlışlık var, buna gerçekten bakılması lazım’ diye. Yani böyle bir dönemde bu kadar alanı madenciliğe açmak nasıl bir cesaret, açıkçası ben tarif etmek istemiyorum. Şimdi bunun içerisinde Muğla bu sefer gündeme geldi. Biz bu arada Akbelen sürecinin en başından beri içindeyiz, elimizden gelen bütün desteği verdik. Her zaman ön plana çıkmıyoruz. Zaman zaman seve seve geriden verdiğimiz bir sürü destek oluyor. Defalarca gittik Akbelen'e, oradaki kardeşlerimizle konuştuk. Yani Akbelen daha bu işin, bizim gördüğümüz toplam resmin çok küçük bir parçası.
Ö.M.: Bu dehşet verici rakamlardan sonra insanın ne diyeceğini bilemediği bir durum. Yani çok ciddi bir dönüm noktasındayız yani.
D.A.: Evet. Şimdi biz o zaman dedik ki Türkiye ekonomik kriz içerisinde, dışarıdan aldığımız enerjiyi ödemekte sıkıntı çekiyoruz gibi hepimizin bildiği bir sürü faktör var. Muğla'ya ayrıca isterseniz bakarız, fakat bir şey çözülmesi için döndük dünyaya baktık yani dünya ne yapıyor? Bağışlasın herkes beni, çünkü bütün dünya ilkel dönemden geçmiş, doğayı yok ettiği ve doğa üzerinden kalkınmaya çalıştığı o dönemden geçmiş ve sonra tabii derslerini almışlar. Bunlar o kadar çok uzun konular ki Ömer. Yani sadece bu dördüncü grup dediğimiz grubun içerisinde, biz sadece dördüncü grubu çalışıyoruz bu arada, ne var bu dördüncü grubun içinde? Altın var, gümüş var, platin var, bakır var, kurşun var, çinko var diye devam ediyor. Kömür de bunun içinde. Ayrıca işte uranyum, toryum, radyum gibi diğer madenler, elementler de var. Biz sadece dördüncü grubu yapıyoruz. Yani size söylediğim bu rakamların içinde taş ocakları, mermer ocakları yok. Muğla'ya giden herkes görmüştür. Diğer bölgelerden geçerken yolda görmüşsünüzdür. Şu anda mermer ve taş ocağıyla ilgili de müthiş bir tahribat oluyor. Bunları da bunun üzerine koyduğunuz zaman size söylediğim rakamlar çok daha yukarı çıkacak.
Ö.M.: Şimdi bir anlamda Türkiye’nin dünyada da ilk sıralardan birinde yer aldığı gibi bir sonuca varmamız mümkün değil mi?
D.A.: Kesin öyledir Ömer. Yani altta kalacağımızı hiç sanmıyorum, çok iddialı çünkü bu rakamlar. Şimdi bakanlık şöyle söylüyor, diyor ki, ‘Siz abartıyorsunuz. Bunların 10 tanesinden, 20 tanesinden biri olacak’. Yani 10’undan, 20’sinden biri de olsa inanın çok büyük. Ama öyle olmayacak.
Biz şimdi Çanakkale'yi izliyoruz. Çanakkale'de Kirazlı durdu. Onun bir süreçte tahkim süreci var, bir sürü süreçten geçecek orası. Tabii kolay bir olay değil. Orayı durdurmak da kolay değildi. Bu hem kamuoyu açısından kolay değildi hem de devlet açısından da kolay değildi. Ne mutlu ki durduruldu. Ama şu anda orasının artık restorasyona girmesi lazım. Ona da giremiyor, o alan öyle duruyor. Çok büyük bir alan sıyrılmış vaziyette. Ama hemen yanında, öbür taraftan Balıkesir İvrindi de, Lapseki'de diğer maden projeleri ilerliyor. Yani bizim söylediğimiz o kadar da çok abarttığımız bir durum yok ortalıkta. Yani şu anda biz, patır patır ÇED'leri görüyoruz nasıl geldiğini ya da ÇED gerekli değildir kararlarının nasıl çıktığını izliyoruz.
Şimdi böyle olunca buna bir çözüm bulmak lazım. Çünkü böyle olursa biz bu ülkede yaşayamayız bir süre sonra. Çünkü bu madenler, özellikle dördüncü grup hem çok büyük arazi tahribatı yapan yani binlerce hektar arazi tahribatı yapan hem de çok su kullanan madenler. Kimyasal da kullandığı için, bu siyanür olabiliyor, sülfürik asit olabiliyor ya da işte madene göre değişebiliyor. Oradaki hasar da geri gelmeyecek şekilde. Yani şöyle söyleyeyim; binlerce hektarda geri dönülmeyecek bir tahribat yaratıyorsunuz. Şimdi bunun bir yerden bir şekle sokulması lazım. Dünyaya dönüp baktığımızda şunu gördük ki bu, 2000’li yıllardan itibaren başlıyor. Hatta UNESCO'nun bir kararıyla başlıyor. Sonra madenciler de işin içine giriyor aslında. Onların örgütleri giriyor ve diyorlar ki, ‘Bizim için önemli olan alanları yasayla kapatalım ve diyelim ki bu alanlarda kesinlikle madenlik çalışması yapılamaz, hatta araması bile yapılamaz’. Çünkü maden aramanın da tahribatı var yani çıkarmak kadar olmasa bile çok ciddi bir tahribatı var. Arkadaşlarımız yeni Karadeniz'den döndü. Arama yapan yerlerin drone çekimleri var, görmeniz lazım. Yani o da ormanlarda çok ciddi tahribat yaratıyor.
Dolayısıyla biz şimdi diyoruz ki, ‘Eğer kanun korumazsa, maden yaşatmaz’. Bizim ülke olarak bir an önce kamuoyuyla bunun baskısını yapmamız lazım, siyasilere çok ciddi, hep birlikte baskı yapmamız lazım ve bu konunun acilen ülke gündemine oturup bizim nereleri maden çalışmalarına kapatacağımıza karar vermemiz lazım. Özellikle derken açık havada, demin söylediğim gibi kimyasal yöntemlerle yapılan madenciliğin de Türkiye'de yapılmasını biz istemiyoruz. Bu bir keyfi bir istemezlik tabii ki değil. Demin size anlattığım nedenlerle, çok büyük alanlar gidiyor. Çünkü şu anda bizim ekstraksiyonunu yaptığımız madenler, mesela altını örnek vereyim size, Çanakkale'de bir tonda 0,75 gram var. Yani bir gram bile yok bir tonda.
Ö.M.: Evet. İnanılmaz rakamlar. Bunları da konuşmak lazım tabii. Yani bunlar hiç konuşulmuyor da üzerinde.
D.A.: Biz çok çabalıyoruz Ömer. Yani hakikaten sosyal medya hesaplarımıza girip bakarsanız çok uzun zamandır bunun üzerinde duruyoruz. Ankara'da bütün siyasi partilere anlattık. Yani lobi faaliyetlerini çok ciddi bir şekilde götürdük. Fakat araya seçim girdi, deprem ne yazık ki, böyle bir acı yaşadık. O sıralarda bunu gündeme de getirmek istemedik. Ama biz tekrar kampanyaya başlayalım derken, Akbelen'deki ne yazık ki sıkıntı gündeme geldi, kesimle sonuçlandı. Orası da ayrı bir bölüm. Yani orada bitmedi o iş. Yani Akbelen'in arkasından Karacahisar geliyor. Orada çok büyük rezerv var. Eğer biz hala kömürde ısrar edeceksek ülke olarak ve yönetim olarak, oranın hikayesi daha çok uzun ne yazık ki.
Ö.M.: Evet yani ben bir de şunu da söylemek istiyorum. Bugün konuşmasını da azıcık yapma fırsatı bulduk, bugün basın toplantısı var. Yani bitti mi bilmiyorum ama takip etmeye çalışıyoruz. Yani Akbelen Ormanı'nda kömür madenine karşı ağaçlarını koruyan İkizköylülerin Ankara'ya ulaştıkları ve ortak açıklamada ‘Akbelen'den elinizi çekin!’, ‘Akbelen'e dokunmayın!’, ‘İnsana ve doğaya zarar veren tüm projeleri iptal edin!’ deniyor. Buradan sonra da Meclis’e gidip hem bütün partilere yazmışlar hem de tek tek bütün milletvekillerine de yazmışlar; ‘bu meseleyi bitirmek, sona erdirmek gerek yoksa su kaynakları da tükenecek, telafisi mümkün olmayan zararlara yol açacak, bir daha da düzeltilemeyecek’ diye. Sonuç olarak, ‘İnsana ve doğaya zarar veren tüm projeleri iptal edin’ diyorlar.
Raporda belirttiğin, Oksijen Gazetesi’nde çıkan yazının sonunda da diyorsun, “Bu tehdidi ortadan kaldırmanın, ekosistemi korumanın ve yaşamın sürdürülebilirliğini sağlamanın tek yolu var; maden yapılamayacak yerleri belirlemek ve kanunla koruma altına almak. Öyle bir kanun olmalı ki nerelere maden yapılacağını değil, nerelere maden yapılamayacağını tanımlamalı ve liç yöntemini de yasaklamalı. Çok ciddi bir denetim mekanizmasını da zorunlu tutacak bir kanundan bahsediyorum. Akbelen'de son yaşadıklarımız üzülerek bir kez daha gösterdi ki, ‘Kanun korumazsa, maden yaşatmıyor’” diyorsun Deniz.
D.A.: Aynen öyle. Hayrettin Bey’i hatırlarsın Ömer, çok söylerdi, ‘Yaşamak istiyorsanız, size yaşam verenleri yaşatın’ diye. Yani biz, bütün bizim dışımızdaki canlıları yok ederek yaşamaya devam edemeyiz. Yani ne yazık ki iklim krizinin artık geldiği bu noktada bile bütün bunları konuşuyor olmamız gerçekten üzücü.
Ama bir an önce, yani size örnek vereyim; mesela orman alanlarından nereleri kapatacağız? Bunların kendi içlerinde de sınıflandırmaları var. Mesela diyoruz ki, korunan alanların tümünü kapatmalıyız. Tarım alanlarının içinden sayıyoruz şimdi, çok detaya girmiyorum zaman almamak için. Meralardan seçtiğimiz alanlar var mutlaka kapatılması gereken. Zeytin Kanunu’nda belirtilen alanlar, içme suyu havzaları, sulak alanlar, kıyı alanları ve deniz koruma alanları yani orada özellikle deniz çayırları ve kumul alanlarını da koruma statüsü kazandırmamız lazım. Bizim aslına bakarsan bir küçük raporumuz da var; ‘Madenciliğe Kapalı Alanlar Politika Notu.’ Onu da hazırladık, o da web sitemizde var. Epey bir çalışma var bütün bu konuştuklarımızın arkasında.
Ö.M.: Peki geleceği nasıl görüyorsun? Bu mücadele olumlu sonuç verebilir mi sence?
D.A.: Oldurmak zorundayız. Öyle görüyorum.
Ö.M.: Evet, aynen öyle. Yücel, sen ne diyorsun?
Y.S.: Ben de yaptığınız çalışmalar içinde şunu merak ediyorum Deniz Hanım; şimdi bu madenlere karşı çıkmak için birçok neden var tabii ki ama bunlardan bir tanesi de belki de en akut derecede önemli olanı ‘yaban hayatının gördüğü zarar’. Siz bahsettiniz, birçok ilin sınırlarının ne kadarının maden ruhsatlarına tahsis edildiğini, biz belki şu anda onların hepsinin sıkıntısını yaşamıyoruz ama dağda, yabanda, ormanda yaban hayatı, biyolojik çeşitlilik bu sıkıntıları yaşıyor. Parçalanmışlık, bölünmüşlük de bunun bir parçası. Bu konularla ilgili ne söyleyeceksiniz Deniz Hanım? Yani bu maden sahalarındaki yaban hayatı ile ilgili gerek kamuda olsun herhangi bir gözetme durumu söz konusu mu yoksa şu anda kaos yaşanıyor mu?
D.A.: Çok detaya girmediğim için yaban hayatını özellikle söylemedim ama şöyle; bütün raporlara göreceksiniz, biz oradaki şehre bakarken, orman alanlarının ne kadarı gidiyor, tarım alanlarının ne kadarı gidiyor, yaban hayatı koruma alanlarının ne kadar gidiyor diye bunları tek tek çalıştık. Dolayısıyla her il için aslında maden ruhsatları nedeniyle, dördüncü grup maden ruhsatları nedeniyle nelerden vazgeçeceğimizi çok net bir şekilde ortaya koyuyoruz.
Biz, tabii biyoçeşitliliğe çok önem veriyoruz ve bununla ilgili çok özel projeler yapıyoruz. Çünkü iki tane büyük sorunumuz var. Biri iklim, diğeri biyoçeşitlilik kaybı. Bunun içinde de yaban hayatı çok önemli. Ben Ankara’daki genel bakışın yaban hayatı için de olduğunu düşünüyorum. Burada tabii ki, devletin içinde çok önem veren ve olumlu anlamda çalışan biliyorsunuz genel müdürlükler var, arkadaşlarımız var, onları tenzih ederim. Ama doğaya bakışımızı tümden değiştirmemiz gerekiyor. Yani doğaya sadece kalkınma için vazgeçeceğimiz, ‘vah vah, tüh tüh’ diyerek de olsa vazgeçeceğimiz bir kaynak diyorum, çok üzülerek söylüyorum, aslında bunların hepsi çok değerli varlıklar olarak bakma duruşumuzu değiştirmemiz gerekiyor.
Ö.M.: Evet. Milletvekillerinin bugünkü toplantıda yeter sayı sağlanırsa görüşme de açılacağı belirtiliyor. Ondan sonra da herhalde bu senin de sözünü ettiğin, bu dehşet verici raporları da Meclis’te konuşuyor olmaları ve bir şekilde de artık ölüm kalım meselesi haline gelmiş olan bu duruma Meclis’in el koyması gerektiği aşikar. Yani yaban hayatının tek sığınağı, yaban hayatının sığınak olarak kullanabileceği tek bölgenin Akbelen Ormanı olduğunu da belirtiyorsun yazında da; “Akbelen korunmalıydı çünkü TEMA Vakfı olarak 2022’de yayınladığımız, ‘Kömür madenciliği ve termik santrallerin hidrojeolojik etkileri: Milas örneği’ başlıklı rapora göre madencilik faaliyeti, Çamköy Su Çıktı Kaynağı’nı ve Bodrum içme suyu kuyularının beslenmesini olumsuz yönde etkileme riski büyük. Susuz bir Bodrum nasıl olacak?” sorusunu soruyorsunuz. Türkiye için de ‘Susuz bir Türkiye nasıl olacak?’ sorusunu soruyorsunuz.
D.A.: Özellikle oraya dikkat çekmek istiyoruz. Yani şu anda şirket de iki gün önce açıklama yapmış, ‘Hiç böyle bir risk yok,’ diyor ama bizim baktığımız raporlar kaç sene önce yapıldı? Demin ismini sen söyledin Ömer, web sitesinde de duruyor ve bunu da bu konuda uzman insanlar hazırladı. Şimdi o zaman şöyle mi yapacağız; senin uzmanın ne dedi, benim uzmanım ne dedi? Mesele bu değil yani. Burada bir risk var ise bu riskin anlaşılması için ileri bir adım daha atılması gerekiyorsa o çalışmalarının da yapılması gerekiyor. Ama bizim hocalarımızın söylediği, özellikle Akbelen’de kömür madeninin işletilmesi halinde, demin sen de söyledin Su Çıktı Kaynağı’nı tatlı su sıkıntısı çok büyük olan Bodrum için çok önemli çünkü burada bir azalma yaşanacağını öngörüyor. Ama diyor ki, ‘Bunun için bir çalışma daha yapılmalı’. Şimdi biz, o çalışma için de kurumları zorlayacağız. Çünkü bir yandan İstanbul'dan herkes, akın akın oraya gidip, yatırımlar yapıp yaşam için bir hayal kurarken Bodrum’da; bir taraftan da biliyorsunuz, hepimiz doğayla çok yakın çalışıyoruz, bir tane kiremidi çektiğiniz zaman neyin nereden oynayacağını her zaman bizim insan aklımız yetmeyebiliyor. Türkiye'ye yakın birkaç gün önce de
Ö.M.: Evet devrilme noktası dedikleri şey oluyor sistemde, her şeyi etkilediği için. Sürede birkaç dakikamız kaldı, daraldı ama şunu da sormak istiyorum; biyolojik çeşitlilik, senin sözünü ettiğin, hayati önem taşıyan yani iklim kriziyle beraber en çok önem taşıyan şey biyolojik çeşitliliğin korunması iken Türkiye’deki biyolojik çeşitlilik toplantısı 11’i miydi?
Ö.Ö.: 15’ti.
Ö.M.: Türkiye, ondan da, ona ev sahipliği yapmaktan vazgeçtiğini açıkladı. Sebep olarak da, ‘altı ay önce gerçekleşen deprem yüzünden yapamıyoruz toplantıyı’ dendi. Bu da vahim bir durum aslında.
D.A.: Ben çok anlam veremiyorum açıkçası. Tamam, ekonomik kriz olduğu çok ortada fakat pek çok şeye kaynak bulurken buna bulunmamasının çok mümkün olmadığını düşünüyorum. Muhtemelen bu daha önceki yöneticilerin aldığı bir karardı. Bu benim tahminim sadece, emin değilim tabii ki. Şu anda, Akbelen'den sonra da belki oraya gelecek bilim adamları tarafından da bu tartışmanın Türkiye'de açılmasını istemiyor olabilirler diye düşünüyorum.
Ö.M.: Evet böyle bir spekülasyon da yapılabilir tabii. Peki son olarak ne demek istersin? Bir dakikamız kaldı yani süre bitmek üzere.
D.A.: Bir aynı şeyi söyleyeceğim, bundan sonra da hep bunu söyleyeceğim. Gerçekten bir an önce bizim hem iktidarı hem muhalefeti bu yasayla ilgili, yani madenleri kapatacağımız, alanların belirlenmesi gereken kanunla ilgili masaya oturtmayı, ne yapıp edip becermemiz gerekiyor hep birlikte. Aksi halde bu ülke
şimdiye kadar yaşamadığı en büyük, yani hiç abartmıyorum, en büyük tahribatı yaşayacak. Bu Türkiye için çok kritik bir konu. Hep beraber bunu Ankara'da halletmemiz gerekiyor.
Ö.M.: Evet. Deniz Ataç, TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı. Çok teşekkür ederiz. ‘Bu bir hayat memat meselesi’ ve ‘Yaşamak istiyorsak yaşatmalıyız’, iki başlığı da senin yazından söyleyerek bitirelim. Çok teşekkürler Deniz.
D.A.: Ben teşekkür ediyorum. Sevgiler herkese.
Ö.Ö.: Teşekkürler, görüşmek üzere.
Y.S.: Hoşça kalın, teşekkürler.