"Gidişat karada da, denizde de, havada da pek parlak sayılmaz"

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra, Yücel Sönmez ve Özdeş Özbay, İklim İçin'de dünyadaki ve Türkiye'deki iklim haberlerini değerlendiriyor.

""
BIOSPHOTO / Alamy Stock Photo
İklim İçin: 31 Ekim 2023
 

İklim İçin: 31 Ekim 2023

podcast servisi: iTunes / RSS

Ömer Madra:İklim İçin programı başlıyor. Bendeniz Ömer Madra.

Yücel Sönmez: Ben Yücel Sönmez.

Özdeş Özbay: Ben Özdeş Özbay.

Ö.M.: Destekçimiz Turgut Yoleri’ye de teşekkür ederek başlayalım. İklim konusunda gelen son araştırma haberleri doğrusu hiç parlak sayılmaz. Özellikle sabahleyin Açık Gazete programında da değinme fırsatı bulmuştuk. Yani Paris İklim Anlaşması için insanlığın ve bütün canlılar aleminin karbondioksit salımlarının salınmasını önleme konusundaki hedefi ve 1,5 derecelik eşiğin de aşılmasını önleme hedefini tutturmanın giderek zorlaştığı yolunda önemli bir haber vardı yeni. Artık karbon bütçesi deniyor; iklim krizini sınırlandırmak için, dünyanın ısınmasını 1,5 derecenin altında tutabilmek için şimdi artık bir analize göre tamamen minicik kalmış bu bütçe. Nature Climate Change gibi itibarlı ve önemli bir hakemli dergide yayınlanan araştırma, daha önceki tahminler son zamanlarda yapılan tahminlerle kıyaslandığında daha da iyi iyileştirilmiş bir modelleme ile yapılmış. Araştırmaya göre, fevkalade kaygı verici bir şey; 2050’de net sıfıra ulaşma şansını %66’ya bırakıyor eğer böyle giderse. O da Paris’teki asla olmaması gereken 2 derece hedefine deniliyor. “Araştırmacılar yıllık haberleri vererek kalan karbon bütçesini belirtecekler,” diyorlar ama berbat, bayağı karanlık bir haber.

Bir karanlık araştırma haberi de The Guardian gazetesinden Jonathan Watts’dan. Proceedings of the National Academy of Sciences yani ABDUlusal Bilim Akademisi Tutanakları diye adlandırılan dergide, Amazon'daki ormansızlaştırmanın, çeşitli sebeplerle yapılan ağaç kesimlerinin, yağmur ormanlarının kesilmesinin bölgedeki ısı sıcaklıklarında fevkalade büyük artış etkilerine neden olduğunu dile getiriyor.

Fukushima’da da radyoaktif atık suyunu tahliye eden hortumun yerinden çıkmasıyla iki işçi hastanelik olmuş. Yani iki işçiye bulaşan radyasyon temizlenememiş. Uluslararası Atom Enerji Ajansı, tahliyeye onay vermişti ve TEPCO şirketi bütün itirazlara rağmen planlandığı şekilde ilk iki tahliye türünü tamamlamış. Kasım başından itibaren yani bir iki gün sonra üçüncü tura hazırlanılıyormuş. “Geçen Çarşamba günü olan kaza boşaltma planlarını etkilemeyecek,” de demişler ve hastaneye kaldırılanlardan iki kişi varmış. Durumları nasıl bilmiyorum ama bir soru geliyor insanın aklına, siz ne dersiniz? Sudaki deniz canlıları, balıklar, diğer canlılar, oradaki yosunlar ve orada avlanan balıkçılar da hastaneye kaldırılacak mı?

Fukushima Daiichi nükleer enerji santrali / AP

Ö.Ö.: Aman koca okyanus...

Ö.M.: Evet, öyle diyecekler.

Ö.Ö.: ‘Nasıl olsa seyrelecek’ diyorlar, öyle bakıyorlar, ‘zaten atıyoruz bu suyu’ diyorlar.

Ö.M.: Evet, devam edelim. Yeşil Gazetenin haberinde İklim Adaleti Koalisyonu ve Ekoloji Birliği’nin Muğla'daki termik santraller hakkında mahkemece verilen kapatma kararının uygulanması talebiyle çıktığı kervan, Akbelen’de son bulmuş. Yeniköy termik santrali önünden seslenen aktivistler, “Devlet var ama kim için,” diye sormuşlar. İklim Adaleti talebi yenilenmiş ve “Bu nasıl bir hukuksuzluk?” diye de soruyorlar.

Türkiye’ye geçtik ama bir kez daha dönelim uluslararası aleme. Antartika'da bir koruma alanı oluşturulması yolunda çok önemli bir talep vardı. Antartika'daki deniz çevresi hakkında büyük bir uluslararası konferans verildi çünkü güney kıtasının rekor seviyede düşük deniz buzu seviyeleri bütün dünyayı fevkalade önemli bir şekilde etkileyecek deniliyor. Yani başta penguenler ve diğer birkaç kuş türü olmak üzere az kalan yaban hayatta ölümler oluyor ve bir dizi krizle karşı karşıya Antaktika’nın güney kutbu. Bunun yalnız orada kalmayacağı ve bütün dünyayı derinlemesine etkileyeceğine dair de çok sayıda araştırma var. Antartika Deniz Yaşam Kaynaklarını Koruma Komisyonu diye bir şey var, bunları tartışıyor fakat Antartika’daki Rus heyeti, koruma alanı oluşturulmasını veto etmiş. Dünyanın genel durumuyla ilgili böyle şeyler okumaktayız.



‘Ergene Nehri’nin kirliliği dördüncü dereceye çıktı’ diye bir haberle devam edelim. Artı Gerçek’te yeni yayınlanmış bir haber. “Trakya'da sık sık kirliliğiyle gündeme gelen Ergene Nehri’nde çevre endüstriyel analiz incelemesi yapılmış ve su dördüncü derecede kirli çıktı,” deniyor. Yücel, sen bu konunun en önde gelen takipçilerinden birisin. Biraz sözü sana bırakalım.

Y.S.: Aslında baktığımız zaman Ergene de değişen bir şey yok. Ergene’nin önemli bir bölümü zaten dördüncü sınıf suydu ve hala da dördüncü sınıf su. Belki son yapılan testlerde içindeki kirlilik yükü çok hafif derecede azalmış olsa bile halen dördüncü sınıf su. Yani dördüncü sınıf suyun anlamı da şu; işin açıkçası Dünya Sağlık Örgütü’ne göre bu suyla hiçbir şey yapılmamalı. Ne tarla sulanmalı, ne el sokulmalı ve hatta yanına bile yaklaşılmamalı. Dördüncü sınıf su anlamına gelen durum bu. Ergene’nin makus kaderi bu yani ıstrancalardan doğan, yaklaşık 300 kilometre giden bir nehirden bahsediyoruz. Istranca dağlarında pırıl pırıl doğuyor ardından ovaya indikçe, insan yerleşimlerinden geçtikçe kirlenmeye başlıyor. Özellikle de sanayi bölgelerinde kirleniyor ama sadece tek kirlilik sanayi değil. Bölgede, Ergene Nehri’nin havzasında bir çok insan yaşıyor ve bir çok tarımsal üretim yapılıyor. Dolayısıyla tarım zehirleri de bu nehre karışıyor, ev atıkları da bu nehre karışıyor. Yok yok yani bu dördüncü sınıf su içerisinde.

Ö.Ö.: Zaten Prof. Dr. Lokman Hakan Tecer de buna dikkat çekmiş ve şöyle diyor, “Son yıllarda aslında biraz iyileşme vardı, ikinci sınıfa kadar iyileşmişti. Ama burada kalitede bozulmanın meydana geldiğini görüyoruz.” Bir de şunu ekliyor Tecer, “Daha önceki gibi sanayi atığını bu sefer görmüyoruz. Dördüncü derece çıkmasına rağmen sevindirici bir haber. Ağır metal kirliliği yok. Bakır, çinko, demir, kadmiyum, krom gibi ağır metal konsantrasyonlarının sınır değerlerinin altında olduğunu görüyoruz. Bu da en azından bir endüstriyel kirlenmenin olmadığı sonucunu çıkartıyor. Azot, fosfor ve kimyasal oksijen ihtiyacı da mevsimsel olarak organik yüklerin arttığı tarımsal ve kanalizasyon sularının bu anlamda buralarda yükü artırdığını bize söylüyor.”

Ö.M.: Ama Edirne Çevre Gönüllüleri Derneği Başkanı Ayten Eren de tıpkı Yücel'in demin söylediği gibi Ergene Nehri'nin Yıldız Dağları'ndan, tertemiz kaynaktan çıktığını belirtmiş, “Ovaya indiğinde hem tarım topraklarında hem de çevrede oluşmuş büyük sanayi yapılarından etkilenip dördüncü derece kirlilik oluşturuyor. Bu da bizi şaşırtmadı çünkü bugüne kadar yapılan çalışmalardan bir sonuç alınmadı. Derin deşarj denen olay vardı.” Bunu da istersen bir kez daha hatırlat Yücel. “Ergene ile ilgili düzenli çalışmalar olsa da çok caydırıcı önlemler alınmadı” diyor Ayten Eren. Birinci sınıf yüksek kalitede içme suyu değil mi? Yani potansiyeli yüksek. İkinci sınıfa az kirlenmiş su deniyor.



Y.S.: Evet, üçüncü sınıf suyu temizleterek tarım yapabilirsiniz deniyor ve dördüncü sınıf su ile de hiçbir şey yapamazsınız deniyor literatürde. Ergene Havzası ile ilgili ilk Başbakanlık Genelgesi koruma eylem planı 2013’te yayınlanmıştı. 2013’te yayınlandığında o dönemin Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, “Bu plan Ergene'yi kurtaracak,” diyordu, böyle lanse etti. Belediyelere ileri biyolojik atık su arıtma tesisleri kurulacak; nehir boyunca dağılmış, düzensiz sanayi tesisleri belli bölgelere toplanacak ve atık su arıtma tesisleri kurulacak; tarladan fabrikaya kadar nehir temizliği için sıkı denetimler olacak gibi 15 eylem içeriyordu bu plan. Bunun bir uzantısı da Ergene Nehri'nin suyunun derin deşarjla Marmara'ya verilmesiydi.

Bunların hiçbiri, aradan geçen 10 seneye rağmen yapılmadı. Bu plan yapıldığında su dördüncü sınıftaydı ve bu planı konuşuyoruz hala, su halen dördüncü sınıf su. Dolayısıyla Türkiye’de kağıt üzerinde yapılacak, edilecek, oldu bitti gibi bir takım kavramlar maalesef gerçekle hiç örtüşmüyor, hayata döndüğünüzde bambaşka bir tablo çıkıyor ortaya. Yani genelde değişen bir şey yok. Burada bize ilgilendiren en önemli şeyi söyleyeyim; insanlar şu anda evlerinde oturup, ‘Aman Ergene kirli akıyormuş, bana ne’ diyebilir ama işin rengi aslında öyle değil. Yani Türkiye'deki buğday üretiminin %12’si Ergene Havzası’nda yapılıyor, ayçiçek üretiminin %61’i Ergene Havzası’nda yapılıyor, pirincin %54’ü yine Ergene Havzası’nda yetiştiriliyor. Bunlar, Ergene’nin suyuyla yapılıyor. Bu ürünler, o kirli ve yanına yaklaşılmaması gerekilen dediğimiz suyla sulanıyor ve tüm Türkiye'ye dağılıyor. Bizi ilgilendiren kısım da burası yani Ergene, bizim ona yaptığımız kötülüklerin karşılığı olarak sadece çevresine değil tüm Türkiye'ye kötülük saçıyor şu anda. O bölgede yetişen o kirlilik herkese bulaşmış oluyor bir şekilde.

Ö.M.: “Bir ara düzeldi,” diyor bu konuyla ilgili olarak Namık Kemal Üniversitesi'nden Prof. Dr. Lokman Hakan Tecer ama tekrar bozulmadan bahsedince, “Deşarjlara dikkat edilmesi ve kontrolün bu bölgelerde daha sık yapılması gerektiğini bize söyleyen yeni bir rapor,” diye sözlerine ekliyor. Evet, oradan başka bir kirlenme olayına, çok önemli, zaman zaman dile getirmeye çalıştığımız asbest meselesine geçelim.

Fotoğraf: AA

Bianet’in bir haberi vardı elimizde. Temiz Hava Hakkı Platformu (THHP) ve Türk Tabipleri Birliği (TTB) tarafından bir toplantı yapılmış ve 6 Şubat’taki depremin merkezi Maraş’tan alınan 21 örneğin sekizinde asbest olduğu ortaya çıkmış. Adıyaman, Maraş ve Elbistan'da yapılan asbest analizlerinin sonuçları bu ve oldukça yüksek çıkıyor. 28 Ağustos - 16 Eylül 2023’te yürütülen çalışmada Adıyaman, Maraş Merkez ve Maraş’ın Elbistan ilçesi merkezindeki çöken tozdan örnekler alınarak asbest analizi yapılmış. Asbest, tabi son derece kanserojen yani kanser yapıcı ve başka sağlık sorunlarına yol açan bir madde ama kesinlikle her yerde yasaklanmasına gidilen bir durum. Avrupa Komisyonu tarafından kullanımı tavsiye edilen bir elektron mikroskobu kullanılmış ve akredite edilmiş bir laboratuvarda gerçekleştirilmiş. Örneğin Adıyaman’dan alınan 30 örneğin ikisinde, Maraş’tan alınan 21 örneğin sekizinde ve Elbistan’da alınan 15 örneğin ikisinde farklı türlerde asbest tespit edilmiş ve bu konuda bir konferans yapılmış. TTB Merkez Konseyi Başkanı Dr. Şebnem Korur Fincancı da, “Depremlerin yarattığı büyük yıkımın insan eliyle ağır bir felakete dönüştürüldüğünü dokuz aydır gözlemliyoruz,” demiş ve “Hatay’daki partikül madde yoğunluğunun Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) belirlediği ortalamanın üç kat üstünde olduğunun altını çizip hakikati ortaya koyacağız,” diye de sözlerine eklemiş. Ayrıca ortak gerçekleştirilen toplantıda TTHP koordinatörü Deniz Gümüşel de, “Türkiye'deki mevzuatta sadece kontrollü çalışma ortamlarında asbest için bir sınır değer tanımlanmış. Bu değer, eğitim almış asbest çalışanlarının kişisel solunum sistemi koruyucusu ve koruyucu giysiyle donatıldığı durumlarda en fazla sekiz saat boyunca maruz kalabileceği bir sınır değer. Bu değer santimetreküpte 0,1 liftir,” demiş ve eklemiş, “Bu değer, hiçbir koruma ekipmanı, maskesi olmayan sokaktaki yurttaş için geçerli değildir. Yurttaşların kesinlikle asbeste maruz kalmaması gerekiyor.” Gümüşel, “Avrupa Birliği (AB), Ekim ayı itibariyle bu sınır değeri 10’da birine indirmiş. Yani AB mevzuatında iş ortamlarında sekiz saatlik maruz kalma için izin verilen değer santimetreküpte 0,01 asbest lifine indirilmiştir. Yani bu da ne demek; deprem bölgesinde enkaz kaldırma çalışmalarında çok yoğun bir toz kirliliği var. Bu da tozla birlikte asbestin şehir içine yayılımını da artıracak bir risk unsuru,” demiş. Yani ciddi bir uyarı gelmiş ama neler yapılıyor bilemiyorum.

Y.S.: Denizlerimize ilişkin birkaç tane haber var Ömer Abi.

Ö.M.: Lütfen onları da duyuralım.



Y.S.: İklim krizine bağlı olarak yaşadığımız kuraklık malum. İstanbul'daki su seviyesi, barajlardaki su seviyesi %20’nin altına inmiş durumda. Bu durum tabi sadece karada yaşayan canlıları ilgilendirmiyor, denizde yaşayan canlıları da çok ciddi anlamda ilgilendiriyor. Çünkü denizlerde yaşayan canlıların bir numaralı üreme ve beslenme alanı olan nehir deltaları yani nehirlerin denizlerle buluştuğu alanlarda bu kuraklıktan payını alıyor ve denize daha az besin ulaşıyor. Bu da denizlerdeki balık stoklarını ciddi anlamda etkiliyor ve balık stoklarının azalmasına neden oluyor. Bugünlerde özellikle bilim insanlarının ve balıkçıların denizlerdeki verimsizlikten kaynaklanan yakınmalarının bir bölümünü de bu neden oluşturuyor.

Öte yandan denizlerimize ilişkin başka ciddi bir problem daha var. Ege Denizi'nde Celal Bayar Üniversitesi Biyoloji Bölümü ile yürütülen yeni bir araştırmaya göre, Ege Denizi kıyılarında bulunan, özellikle deniz balıkları beslenmesi ve barınması için çok önemli alanlar olan deniz çayırları çok hızlı bir derecede azalıyor. Bunun azalmasının nedeni ise istilacı türlerin artması. Bu, azalma nedenlerinden sadece bir tanesi, öyle diyelim. Ciddi anlamda deniz çayırları azalıyor durumda. Bu istilacı türlerinin özellikle Akdeniz ve Ege'de çok fazla arz-ı endam etmesinin nedenlerinden bir tanesi de denizlerdeki ısı bariyerlerinin kalkmış olması aynı zamanda. Dolayısıyla, karadaki sıcaklıklar, bizim hissettiğimiz sıcaklıklar denizdeki canlıların da hayatını aynı şekilde etkiliyor ve olumsuz yönde değişmesine neden oluyor.

Ö.M.: Evet, gidişat karada da, denizde de, havada da pek parlak sayılmaz. Yani buna karşılık bununla mücadele eden aktivistlere de çeşitli yerlerde ceza veriyorlar. Çok ilginç bir haber var Yeşil Gazete’de; iklim krizine karşı önlem almayan hükumetlere karşı dünyanın çeşitli yerlerinde mücadele ediliyor. Bilim insanları kendileri de artık, mesela Scientist Rebellion diye yani Bilimcilerin İsyanı diye söyleyebileceğimiz oluşumun üyeleri de iklim krizini körüklemekte ki rolleri sebebiyle çok uluslu yatırım şirketi BlackRock‘a, otomobil üreticisi BMW’ye ve Alman hükumetine karşı üç günlük eylem yapmışlardı ve hapis cezasına çarptırıldılar. Euronews’ın haberi aslında, Yeşil Gazete oradan almış.



Almanya’da geçen yıl Ekim ayında şiddet içermeyen protestoların ardından başlayan dava sonuçlanmış. Biz de birazcık takip etmiştik bunu ama çok ilginç bir sonuç var, o da şu; Münih Bölge Mahkemesi’ndeki hakim, eş zamanlı eylemler yapan aktivistleri yani hem İspanya'da, hem ABD'de, hem de İtalya'da yani dünya çapında eş zamanlı eylemler yapan aktivistleri cezaya çarptırmış. Neden ise zarar vermek, mülklere izinsiz girmek. ‘Bizim amacımız mülklere zarar vermek değil, krize dikkat çekmektir’ diyenleri de dikkate aldığını bildirmiş hakim ve buna rağmen dört aktivist eylemleri yüzünden cezalandırılmış, her aktivist 105 gün yani üç buçuk ay hapis cezasına çarptırılmış.

Ö.Ö.: Bilim insanı aktivistler.

Ö.M.: Evet, bilim insanları ve bu cezalar bin 680 Euro tutarında para cezasına çevrilmiş. Ama bu bilim insanları ve aktivistler eğer cezayı ödemezlerse hapis yatacaklar. Yalnız bu haberin en hoş tarafı ise şu; hakim, iklim krizini ‘İnsanlık için en büyük zorluk’ olarak nitelendirmiş.

Ö.Ö.: Ama cezayı da kesmiş.

Ö.M.: Cezayı kesmiş, evet. İlginç bir çelişkiler dünyasında yaşıyoruz. ‘Şeytanla pazarlık’ diyor işte buna James Hansen. Sonradan çıkan makalesini daha etraflıca okuruz. Yani havayı kirleterek, parçacık etkisiyle güneş ışınlarının bir çeşit sera gibi içeriden dışarı çıkmasını bozduğunu, dolayısıyla da küresel iklim değişikliğini hafifçe yavaşlatması olduğunu söylüyor ama bu geçici olacak ve sonuçta gezegeni korumak çok zorlaşacak diye bir durumdan bahsediyor. Yani Faust’un Şeytanla Pazarlıktaki gibi hakimin ki de o; ‘İnsanlık için en büyük zorluk’ diyor ama aynı zamanda ‘Özel mülke girdiniz’ diyor, ‘Mülkiyet daha önemlidir’ diyor. İşte durum böyle ve bugünkü programın da sonuna geldik herhalde. Ben hoşça kalın diyorum.

Y.S.: Hoşça kalın.

Ö.Ö.: Görüşmek üzere.