"İnsanlığın bu kadar zedelendiği bir çağda, gözlerimizi kapatma hakkımız yok"

-
Aa
+
a
a
a

İklim Kuşağı Konuşuyor'da Atlas Sarrafoğlu, kuraklığın Türkiye’de yarattığı etkilerden yola çıkarak, Kevin Anderson ve Will Steffen’in uyarılarıyla kritik iklim eşik noktalarının aşıldığını aktarırken; orman yangınlarının artışı ve yetersiz müdahaleleri, Avustralya’daki alg patlaması ve Marmara’daki balıkların oksijen eksikliği nedeniyle kıyılara göçünü de değiniyor.

""
"İnsanlığın bu kadar zedelendiği bir çağda, gözlerimizi kapatma hakkımız yok"
 

"İnsanlığın bu kadar zedelendiği bir çağda, gözlerimizi kapatma hakkımız yok"

podcast servisi: iTunes / RSS

İklim krizinin etkisiyle Türkiye’nin birçok bölgesinde olağanüstü kuraklık yaşanıyor; İznik Gölü’nde iskeleler artık karada kaldı, Gaziantep’te barajlardaki su seviyesi hızla düşüyor, Hatay Yayladağı Barajında sadece 75 günlük su kaldığı bildiriliyor.

Tarım ciddi biçimde tehdit altında, doğal yaşam giderek daha fazla zorlanıyor. Unutmamak gerekir: Su sınırsız bir kaynak değil.

Bu kuraklık sorunu, iklim krizinin diğer boyutlarıyla da derinden bağlantılı. Kevin Anderson’ın uyarıları da bu bağlantıyı net bir şekilde gösteriyor; “Sıcaklık artışını 1.5 ya da 2°C ile sınırlamak ancak denemediğimiz şartlar altında imkânsız olur. Buradaki püf noktası şu: Denemek. Hem de gerçekten çok çaba göstererek denemek.”

Bu sözler, dünyanın önde gelen iklim bilimcilerinden biri olan Kevin Anderson’a ait. Anderson’ın karbon bütçeleri üzerine yaptığı çalışmalar, iklim değişikliği konusunda politik söylemlerle, hızla artan emisyonlar arasındaki uçurumu gözler önüne sermesi açısından büyük önem taşıyor. Araştırmaları, sıcaklık artışını yalnızca 4°C ile bile sınırlayabilmek için iklim gündeminin kökten yeniden şekillendirilmesi ve özellikle zengin kesimlerden gelen emisyonların derhal ve radikal biçimde azaltılması gerektiğini ortaya koyuyor.

Kevin Anderson, birçok kez kıdemli akademisyenlerin, gazetecilerin ve devlet destekli bilim insanlarının, iklim krizini çözmek için ihtiyaç duyulan acil ve sistem düzeyindeki dönüşümü kamuoyuna açıkça dile getirme konusundaki isteksizliğine dikkat çekti.

Hatırlayalım; 2023 yılında Avustralya’nın en önde gelen iklim bilimcisi Prof. Will Steffen, uygarlığın çöküşüne doğru giden yolda 'zaten oldukça ilerlemiş durumda' olduğumuzu ve bu çöküşün artık kaçınılmaz olabileceğini söylüyor çünkü gezegenin durumunu düzenlenleyen, bilinen 15 küresel iklim eşik noktasından dokuzu çoktan devreye girmiş durumda.

Avustralya Ulusal Üniversitesi’nden emekli profesör Will Steffen, 2020 yılında Voice of Action’a verdiği demeçte, emisyonları azaltsak bile bizi daha az yaşanabilir bir “Sera Dünya” (Hothouse Earth) iklimine götürecek global tipping cascade yani 'küresel bir eşik zincirleme etkisini' tetiklemiş olabileceğimizi ve bunun artık gerçekleşmiş olabileceğini ifade etmişti.

Will Steffen’a göre, net sıfır emisyona geçiş en iyi ihtimalle 30 yıl, daha gerçekçi olarak ise 40-60 yıl sürecek ancak Kuzey Kutbu deniz buzları gibi bazı eşik noktaları açısından bu geçiş için çoktan geç kalmış olabiliriz.

Veriler, Amazon yağmur ormanları, Batı Antarktika buz tabakası ve Grönland buz tabakası gibi eşik noktalarının da kontrolünü, net sıfır emisyona ulaşmamızdan çok daha kısa bir süre içinde yitireceğimizi gösteriyor, diyen Steffen şöyle devam etmişti: “Dünya sisteminde ve insan sistemlerinde oluşan momentum ile, insanlığı daha sürdürülebilir bir geleceğe yönlendirmek için gereken ‘tepki süresi’ ile, felaketleri önlemek için elimizde kalan ‘müdahale süresi’ arasındaki fark giderek büyüyor. Fiziksel iklim sisteminde ve canlılar âleminde yaşanacak felaketleri önlemek için gereken müdahale süresi, çoğu durumda, daha sürdürülebilir bir sisteme geçiş süresinden daha kısa hale gelmiş durumda. Bu da gösteriyor ki, çöküşe doğru olan yolculuğun derinliklerine çoktan girdik. Zarar gören ya da yitirilen birçok Dünya Sistemi bileşeninin, birbirine bağlanıp zincirleme etki yaratabilecek ‘eşik noktaları’ olması gerçeği, bizi şu en kritik soruyla karşı karşıya bırakıyor: Sistemin kontrolünü çoktan yitirdik mi ve çöküş artık kaçınılmaz mı?"

Ben de bugün iklim krizinin en kritik ve en tehlikeli bilimsel boyutlarından biri olan 'eşik noktaları'ndan bahsetmek istiyorum.

Eşik noktaları, iklim sisteminde bir kez aşıldığında geri dönüşü olmayan ya da kendi kendini besleyen zincirleme süreçleri tetikleyen kritik sınırlar yani doğa bir noktaya kadar direniyor ama o eşik aşıldığında artık eski haline dönemiyor ve değişim hızla, kendi başına devam ediyor. Bilim insanları dünya genelinde şu anda 15 ana iklim eşik noktası olduğunu tespit etmiş durumda. Ne yazık ki bunlardan dokuzu çoktan harekete geçmiş durumda.

Peki bu eşik noktaları neler?

İlk olarak kutuplardan başlayalım.

Grönland buz tabakası erimeye devam ediyor ve eğer bu süreç durdurulamaz ise deniz seviyeleri birkaç metre yükselebilir. Aynı şekilde Batı Antarktika’daki buz tabakası da kırılgan yapısıyla büyük bir çöküş riski taşıyor. Doğu Antarktika’daki Wilkes Havzası ise tetiklenirse, çok daha büyük deniz seviyesi artışları anlamına geliyor.

Arktik deniz buzları her geçen yıl daha hızlı eriyor. Bu, Güneş ışınlarını yansıtma özelliğini kaybettiğimiz anlamına geliyor. Sonuç? Kuzey Kutbu daha fazla ısınıyor ve bu da iklim sistemini daha da hızlandırıyor.

Donmuş topraklar yani permafrost alanları da çözülmeye başladı. İçlerinde hapsolmuş milyarlarca ton metan ve karbondioksit, atmosfere salındığında etkisi hayal edilemeyecek kadar büyük olabilir.

Gelelim ormanlara ve ekosistemlere. Amazon yağmur ormanları kuraklık ve ormansızlaşma nedeniyle, kendi kendini yenileyemez hale geliyor ve eğer bu devam eder ise ormanlar savana dönüşebilir. Aynı şey, Sibirya ve Kanada’daki boreal ormanları için de geçerli. Artan yangınlar ve böcek istilaları, bu bölgeleri karbon yutakları olmaktan çıkarıp karbon salan kaynaklara dönüştürüyor.

Avustralya’daki mercan resifleri, özellikle Büyük Set Resifi, okyanusların ısınması ve asitleşmesi nedeniyle ciddi tehlike altında. Canlılığını yitiriyor ve ekosistem çöküyor.

Muson sistemleri de tehdit altında. Batı Afrika muson sistemi çöker ise Sahra çevresi ülkelerde kuraklık ve göç dalgaları artacak. Hint yaz musonu ise Hindistan ve çevresinde tarımı ve su kaynaklarını doğrudan etkiliyor. Musonların dengesini kaybetmesi, milyonlarca insanı etkileyebilir.

Okyanus akıntıları da tehlike altında. Kuzey Atlantik’teki Gulf Stream dahil olmak üzere Atlantik Meridyenel devrilme dolaşımı yavaşlıyor. Bu yavaşlama Avrupa’yı soğuturken, tropikal bölgelerde kuraklık ve gıda krizlerine yol açabilir. Antarktika çevresindeki derin okyanus akıntıları da aynı şekilde bozulur ise hem sıcaklık dağılımı, hem de okyanus ekosistemleri büyük zarar görebilir.

Karbon yutakları da zayıflıyor. Toprak, ormanlar ve okyanuslar artık atmosferdeki karbondioksiti eskisi kadar ememiyor. Bu da krizin hızlanmasına neden oluyor.

Ve son olarak, belki de en az konuşulan ama etkisi çok büyük olabilecek bir eşik noktası: Tropik bölgelerdeki stratokümülüs bulutlarının dağılması. Yeni çalışmalar, bu bulutlar kaybolursa, dünyanın ortalama sıcaklığının birkaç derece birden artabileceğini gösteriyor.

Tüm bu eşik noktalarının ortak özelliği şu: Bir tanesi devreye girdiğinde, diğerlerini de tetikleyebiliyor. Buna devrilme zinciri deniyor yani bir sistem çökerken, domino taşı gibi diğerlerini de peşinden sürüklüyor.

İşte bu yüzden, iklim krizine karşı mücadele sadece geleceği korumak değil; şimdiden kontrolden çıkmaya başlayan bir sistemi yavaşlatmaya ve mümkünse dengeye oturtmaya çalışmak anlamına geliyor.

Avrupa’da yaşanan orman yangınlarına Bulgaristan da eklendi. Hafta ortasında Bulgaristan’dan acil bir yangın uyarısı geldi. 

Kostinbrod kenti yakınlarında devasa yangınlar yayılıyor, 50 bin dekardan fazla alan alevler içinde ve bütün köyler tahliye edildi. Bölge genelinde kısmi olağanüstü hal ilan edildi.

12’den fazla itfaiye ekibi sahada mücadele veriyor ama aşırı sıcak, kuru hava ve sert rüzgârlar söndürme çalışmalarını neredeyse imkânsız hale getiriyor.

Doğanın alarmı dünyanın her yerinden geliyor ve bu alarm, sadece bir ülkenin değil, hepimizin geleceğini yakından ilgilendiriyor.

Benzer bir tablo ne yazık ki Türkiye’de de yaşanıyor. Ülkenin farklı şehirlerinde çıkan orman yangınları binlerce hektarlık alanı yok etti. Kabine toplantısı sonrası konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan, iklim değişikliğine dikkat çekti ve orman yangınlarındaki artışın küresel bir sorun haline geldiğini söyledi. Verdiği rakamlar çarpıcıydı: 2002-2012 arasında dünyada 44 milyon hektar orman yanarken, 2013-2023 arasında bu rakam 94 milyon hektara yükseldi. Birleşmiş Milletler'e göre, 2030'a kadar %14, 2050'ye kadar %50 oranında artış bekleniyor. Sadece bu yıl Avrupa'da yanan alan 238 bin hektarı bulmuş durumda. Geçen yıl aynı dönemde bu miktar 133 bin hektardı.

Peki bu artışın arkasında ne var?

Bilim insanlarına göre yangınlar için üç temel şart gerekiyor: Kuru yanıcı madde, yüksek sıcaklık ve düşük nem. Tüm bu koşullar artık daha sık oluşuyor çünkü fosil yakıtlar — kömür, petrol ve gaz — hala sistemimizin merkezinde. Türkiye de bu konuda geri adım atmıyor.

Cumhurbaşkanı her ne kadar planların bu verilere dayandığını söylese de 2024 verilerine göre, Türkiye’de elektrik üretiminde kömür hâlâ birinci sırada. Üstelik İklim Kanunu’nda ne fosil yakıtlardan çıkış planı var, ne de emisyonları mutlak olarak azaltma hedefi. Türkiye, 64 ülkelik iklim eylem performansı listesinde 53. sırada.

Yalnızca doğa yanmıyor. Veriler, politikalar ve gelecek planları da ihmaller ile yanıyor.

Bir sonraki haberim bilim kurgu gibi geliyor ama keşke öyle olsaydı.

Mart ayından bu yana, Güney Avustralya kıyılarını yavaş yavaş boğan büyük bir alg patlaması yaşanıyor. Bu felaket, 420'den fazla türden canlıyı etkiledi — köpekbalıkları, vatozlar, ahtapotlar, penguenler... Binlercesi öldü.

Bu durum, okyanusların ısınması, sel sonrası taşkınlar ve kirlilikle birleşen bir dizi kötü etkenin sonucu yani algler ve bakterilerin kontrolsüzce çoğalması için adeta kusursuz bir ortam oluşmuş durumda. Hatta Marmara’da yaşanan müsilaja benzer bir durum da diyebiliriz buna. 

Algler büyüdükçe sudaki oksijeni tüketiyor. Oksijen kalmayınca da deniz canlıları nefessiz kalıp ölmeye başlıyor. Bu yüzden dev vatozlar, köpekbalıkları ve balıklar kıyıya kadar gelip son oksijen kalıntılarını bulmaya çalışıyor. Bazıları canlı canlı kıyıya vuruyor — içlerinde büyük beyaz köpekbalığı bile var.

Patlama şu anda Sydney Limanı'nın 70 katı büyüklüğüne ulaştı ve uzaydan bile görülebiliyor.

Tanıklar kumsalda tek bir adım bile atmadan yüzlerce ölü hayvana basmamak neredeyse imkânsız olduğunu ve denizin köpükle kaplı, suyun altının ise neredeyse fosforlu yeşil olduğunu söylüyorlar. 

Bilim insanları bu olayı “sualtı orman yangını” yani yavaş çekimde gerçekleşen bir kitlesel yok oluş olarak tanımlıyor.

O zaman kendi denizlerimize de değinmeden geçmeyelim. 

WWF-Türkiye Kıkırdaklı Balıklar Danışmanı Dr. Hakan Kabasakal, Türkiye denizlerinde yaşayan köpek balığı, vatoz gibi kıkırdaklı balık türlerinin dağılımı ve karşılaştıkları tehditler hakkında önemli açıklamalarda bulundu. Kabasakal’a göre, Türkiye sularındaki kıkırdaklı balık türlerinin %90’ı Akdeniz’de, %50’den fazlası ise Ege Denizi’nde görülüyor. Marmara Denizi’nde ise şu anda 25 farklı tür tespit edilmiş durumda. Karadeniz’de ise bu sayı 11. 

Ancak bu türlerin büyük bir kısmı yerli değil; çoğu Kuzey Atlantik kökenli ve sadece birkaç tür Akdeniz'e özgü. Ayrıca Süveyş Kanalı yoluyla Türkiye'ye giren bazı tropikal türler de bulunuyor.

Özellikle Marmara Denizi’nde yaşanan çevresel değişimler, bu canlıların yaşam alanlarını ciddi biçimde etkiliyor. 1950’li yıllarda kıkırdaklı balıklar açısından oldukça zengin olan Marmara, bugün küresel ısınma, şehirleşme, sanayi faaliyetleri ve kirlilik nedeniyle bu zenginliğini büyük ölçüde kaybetmiş durumda.

Dr. Hakan Kabasakal, bu türlerin metabolizmalarının çok hızlı çalıştığını ve yaşamlarını sürdürebilmek için yüksek oranda oksijene ihtiyaç duyduklarını söylüyor ancak Marmara Denizi’nin derin sularında bugün oksijen miktarı kritik seviyenin altında. Bazı bölgelerde bu oran 1 miligramın altına düşmüş durumda; 200 metre derinlikte ise oksijenin tamamen sıfırlandığı alanlar var. Bu durum, kıkırdaklı balıkların yaşam alanı bulmak için kitlesel olarak kıyı sularına göç etmesine neden oluyor.

Kıyılarda bu balıkların görülmesi halk arasında zaman zaman korkuya yol açsa da Dr. Hakan Kabasakal, panik yapılmasına gerek olmadığını vurguluyor. Marmara’da artık saldırgan türler kalmadığını belirten uzman, kıyılarda görülen köpek balıklarının çoğunun 'camgöz' gibi zararsız ve insandan kaçan türler olduğunu söylüyor ancak bu balıklar kıyılarda da güvende değil.

Kıyı balıkçılığı baskısı nedeniyle hem avlanıyorlar, hem de yeni yaşam alanlarında tutunamıyorlar. Dr. Hakan Kabasakal, son üç yıldır yürüttükleri araştırmalar sırasında kıyılarda bu türlerin sayısının önce arttığını ancak 2024 yılında
nüfusun ciddi biçimde azaldığını tespit ettiklerini aktarıyor, "Bugün kıyılarda gördüğümüz bu türler, aslında sadece yaşayabilecek bir yuva arıyor". Kabasakal, onların ne Marmara’nın derinlerine geri dönebildiğini, ne de yeni bölgelerde huzur bulabildiğini vurguluyor. Bu durum, deniz ekosisteminin ne kadar kırılgan hale geldiğini bir kez daha gözler önüne seriyor.

Sevgili Apaçık Radyo dinleyicileri, size bir programımın daha sonuna yaklaşırken bir şey anlatmak istiyorum çünkü uzun zamandır beni etkileyen bir durum bu; bir arkadaşımla uzun zaman sonra ilk kez bir araya geldik. Aileden, okuldan, süper kahraman filmlerinden ve oyunlardan konuştuktan sonra sohbet, güncel haberlere geldi. O an söylediği cümle hâlâ kulaklarımda: “Hiçbir habere bakamıyorum, dayanacak halim kalmadı. Ne haberleri izliyorum ne sosyal medyaya bakıyorum".

Gözlerindeki yorgunluğu görebiliyordum, gerçekten üzgün olduğunu hissedebiliyordum. Onun için bu kadar kötü şeyin içinde kalmak ruhunu yoruyordu ve kendini korumanın yolunu, olan bitene gözlerini kapamakta bulmuştu ama ben biliyorum ki 'bakamıyorum' demek kolay ama sorumsuzca bence.

Bu dünyanın yükünü yalnızca o yükün altında ezilenlerin taşımasını bekleyemeyiz. Gerçekten insan kalmak istiyorsak, insanlığın bu kadar zedelendiği bir çağda gözlerimizi kapatma hakkımız yok - hele de bunu yapma lüksüne sahip olanlar olarak çünkü gözümüzü kapattığımızda yok olmuyor bu felaketler; sadece olanları görmeyi reddetmiş oluyoruz ama dünyanın daha adil, daha yaşanabilir bir yer olması için önce yüzleşmeye, sonra da harekete geçmeye ihtiyacımız var.

Bu hafta yine sizlere iklim haberlerinden bahsettim. İklim Kuşağı Konuşuyor, bu hafta için sona ererken sesinizin olduğuna inanmanızı rica ediyorum çünkü sesler birleşince bir şeyler değişebilir. Ben Atlas Sarrafoğlu.

Pattie Gonia, Yo-Yo-Ma ve Quinn Christopherson, bu gezegenden ve birbirimizden vazgeçmemek üzerine "Won’t Give Up" isimli bir şarkı yazmışlar ve bu şarkıyı sizin için çalıyorum. Gelecek hafta Cuma yine 14:00'te Apaçık Radyo’nun İklim Kuşağı Konuşuyor programında buluşana dek, kendinize, sevdiklerinize ve gezegenimize lütfen çok iyi bakın.