Ankara’ya yürüyenler, ülkemizin baro başkanları idi. Kanunu, hukuku, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının nasıl nerede ne zaman kullanılacağını bilen, trafik güvenliğini ve kamu düzenini bozmadan kolluğun herhangi bir müdahalesine gerek bırakmadan davranabilecek makul kişiler ve bir amaçları vardı.
Ankara’nın yaz ayazında, dinmek bilmeyen bir yağmurun altında, içecek bir bardak sıcak suya, oturacak bir sandalyeye erişimleri engellense de, gündüz vakti tartaklanmalarına gece yarısında karanlığın içinde başvurulan zor kullanmalar eklense de, Anıtkabir’e doğru yürümek için ısrarlarını korudu baro başkanları. Çünkü birbirlerine söz vermişlerdi. Anca beraber kanca beraber. Türkiye’nin tüm avukatları, baroların bağımsızlığını ve bölünmezliğini korumak için, mesleklerine yapılan haksız müdahale karşı çıktıklarını tüm topluma göstermek için Atatürk’ün huzuruna çıkmak için, her biri, kendi ilinden, en iyi dilekleri ile, dünyanın ilk avukatları olduğu söylenen Litailer gibi yollara düştüler. Kardeşleri Ate’nin mesleğimize ve toplumumuza verdiği zararları durdurmak için. Onun, avukatlarca kendisine tevdi edilen görevinden dolayı oturduğu binanın adı Litai’dir. Bu ismi o binaya avukatlar koydu. O binada oturmak için Ate değil, Litai olmak gerek ama. Unutulmamalı. İnsanları suç ve cezanın dehşetinden korumak için çalışmalı, kurban etmek ya da suç işletmek için değil. Litai olmalı, Ate değil. O nedenle Ate’ye değil, Ata’ya doğru yola çıkıldı.
Dünyada hukukun hümanist cephesinin törpülendiği, otoriterleşme eğiliminin yükseldiği, hukuk devletinin sonunun geldiği, düşman ceza hukuku uygulamalarının her geçen gün yeni taktiklerinin ortaya sürüldüğü, hedefe alınan kişilerin tehlikeliliği üzerinden yeni muhakeme modellerinin üretildiği, özgürlüğün korunması yerine her gün yenisi icad edilen risklerle mücadelenin önemsendiği bir çağda, artık devletin güvenlik için değil, güvenliğin devlet için gerekli olduğu kabul edilmektedir. Bu süreçte tüm toplumsal bağlarından yavaş yavaş koparılıp düzen karşısında yalnızlaştırılan bireylerin hukuki korumaya olan gereksinimleri her geçen gün biraz daha artmaktadır. Bu gereksinimle doğru orantılı olarak, avukatlara ve onların mesleki örgütlenmesi olan barolara duyulan güvenin de korunması gerekmektedir. Çünkü, avukatlar ve barolar, halkın hak arama özgürlüğünün güvencesini oluşturmaktadırlar. Avukatların, siyasi iktidarlara karşı halkın hak arama özgürlüğünü koruyabilmelerinin temel koşulu, kendi bağımsızlıklarını koruyabilmelerinden geçmektedir. Bunun için en güvenilir yol, dünyaya farklı da baksalar, tüm avukatların bir aradalığının korunmasıdır. Avukatlar arasındaki iletişimin hiç kopmaması, kopmasına izin verilmemesi gerekir.
İHAM içtihatlarına bakıldığında da, örgütlenme özgürlüğünün, derneklere üye olmak kadar üye olmama hakkını da kapsadığının kabul edildiği görülür. Ancak, bu kuralın istisnaları da vardır. İşte, kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütlerine üye olma zorunluluğunun getirilmesi, bu istisnalardan biridir. Kendimize dönersek, barolara üye olma zorunluluğunun, -tüm üyelerinin koruması ve üyelerin başka amaçlarla dernek kurma hakkının güvence altına alınması koşulları ile- örgütlenme hakkına engel olarak görülmediği anlaşılmaktadır. Örgütlenme özgürlüğü ihlal edilmedikçe konuya ilişkin uluslararası sözleşme hükümlerine aykırı düzenleme ve uygulama yapılmadıkça, meslek örgütlenmeleri ile ilgili olarak (hukuki niteliği ve statüsü, amaçları ve faaliyet alanları, üyelik koşulları vb) ulusal mevzuat ile belirleme yapılabilir. Çünkü, kamu kurumu niteliğini taşıyan meslek örgütleri, yalnızca üyelerinin menfaatlerini korumak ve mesleki dayanışma için değil, mesleğe kabul, mesleki eğitim ve denetim ile meslekten çıkarma gibi birtakım kamusal yetkilerin kullanılmasını gerektirir ve bu işlerin hukuk birliği içinde düzenlenip gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Hem devletten, piyasa ve sermaye gücünden bağımsız, kendi bütçesini oluşturabilen, hem de işlev odaklı olması gereken, belli bir mesleği icra edenleri koruyup denetlerken toplumsal yararları da gözetmekle görevli olan bu kurumların, en önemli özelliği ise kendi hukuklarını kendilerinin üretmesidir. Bu tarihi özellik, avukatlık mesleğine dışardan müdahalede bulunularak yeniden biçim verilmesine engel oluşturmaktadır.
İnsanlık tarihinde verilen mücadeleler sonucu ortaya çıkmış uluslararası mutabakat böyle iken, bugün siyasi iktidarca, barolara ve avukatlara sorulmadan, farklı görüşler ve çözüm önerilerinin üretilmesine olanak sağlanmadan, somut sorunlara yönelik gerekli toplumsal araştırmalar ve bilimsel değerlendirmeler yapılmadan, yani, halka ve halkın hak arama özgürlüğünün temsilcisi olan avukatlar bir kenara itilerek, antidemokratik bir yaklaşımla barolara yönelik müdahale hazırlığında bulunulmasını kınıyoruz. Bu yaklaşım kabul edilemez. Hal böyleyken TBB başkanının, herhangi bir yetkisi bulunmadığı halde ve kimselere sormadan iktidar ile işbirliği yapmasına göz yumulamaz. TBB başkanı, barolar ile iletişim içine girmek yerine, kendi belirlediği düşüncelerle hareket etmekte, baroların bilmediği, belirlemediği bazı sonuçlara erişmeye yönelik olarak hazırlanan bazı taktiklere başvurmakta, işbirlikleri içine girmektedir. Bu uğurda, bazı baroları terör örgütü isimlerini anmaktan da çekinmeyerek hukukdışı/muhalif/tehlikeli/düşman ilan etmekte, ideolojik aidiyet testine tabi tutarak kanaat açıklamaya zorlamakta ve iktidarın kutuplaşma politikalarına hizmet etmekte, siyasi iktidarın yaptığı düzenlemeleri anlatırken, “biz” demekten çekinmeyerek, bulunduğu makamı, iktidarın bir uzantısı konumuna düşürmekte, mesleğin bağımsızlığına ihanet etmektedir.
Unutulmamalıdır ki, adil yargılanma hakkı, diğer temel hak ve özgürlüklerden bir yanı ile ayrılmaktadır: Adil yargılanma hakkı, bireylerin kendi kendilerine kullanabilecekleri bir hak değildir. Bu hakkın kullanılabilmesi için, devletlerin özel mekanizmalar kurması, çağdaş ve insan haklarına saygıyı gözeten yasalar üretilmesine ve bağımsız bir yargı erkinin varlığına olanak sağlayan demokratik bir ortam için çalışması gerekmektedir. Bu çalışmanın güvencesi, sivil kaynağı ve denetçileri, avukatlardır. İktidarın uzantısı olan bir örgütlenme ile böyle bir çalışma yapılamayacağı ortadadır. Bu nedenle baroların bağımsızlıkları ve avukatların mesleki örgütlenmeleri korunmalıdır. Çoklu baroya bu nedenle karşıyız. TBB başkanı, avukatlara sormadan çoklu baro hakkında herhangi bir temsil hakkını kullanma yetkisine kavuşamaz. Kendisinin de içinden sıyrılıp seçildiği bir seçim sisteminin olumlu ya da olumsuz bazı özelliklerini televizyonlara çıkıp değerlendirirken, aslında bir emaneti korumakla yükümlü olduğunu ve asıl yetkinin avukatlara ve barolara ait olduğunu, bir değişiklik yapılacak ise bunu avukatların yapabileceğini unutamaz. Unutmuş ise hatırlatırız. Bilmiyorsa öğretiriz.
Adil yargılanma hakkı, bireylerin topluma ve devlete karşı olan hak ve yükümlülüklerini öğrenmesi ve somut uyuşmazlıklarda nasıl davranabileceğine ilişkin danışmanlık alması ile adli ve idari makamlar karşısında savunulması ile doğrudan ilgili olup, bu hakkın kullanılabilmesi, iktidarların keyfine ve onun hizmetçisi olan fırsatçıların hesaplarına bırakılamaz. Seçime girerken verdiği sözler ve yarattığı izlenim, her baro yöneticisini belli ödevler ve sorumluluklar altına sokmaktadır. TBB başkanı, seçilirken verdiği sözlere ve avukatlar nezdinde yarattığı beklentilere sadık kalmalı, aksi halde derhal istifa etmeli; kim olduğunu, hangi makamda bulunduğunu, oraya nasıl getirildiğini anımsamalı, oradan neden ve nasıl gitmesi gerektiğini fark etmelidir. Baro başkanları, bu noktada kendisine yardımcı olmak için de Ankara’ya gitmek için yola çıktılar.
21.06.2020 günü Hakan Çelik’in CNN’deki programına konuk olan TBB Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu, AKP’nin 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nda yapacağı değişikliği protesto etmek ve varsa teklifin geri çekilmesini sağlamak için Ankara’ya doğru yürüyüşe geçen baro başkanlarını siyaset yapmakla suçladı. Konuşurken, meslektaşlarından değil, hasımlarından söz eder gibiydi; onların etkinliklerinin birden fazla terör örgütü ismi vererek, siyasi bağlantılı olduğunu ileri sürdü.
22.06.2020 günü Türkiye’nin baro başkanlarının 3/4'ü Ankara girişinde polis tarafından bekletilirken, Metin Feyzioğlu’nun yanına alabildiği az sayıda baro başkanı ile Anıtkabir’e çıktığı duyuldu. Durumu anlayan oradaki baro başkanlarının da, bekletilen diğer meslektaşlarının yanına geçerek protestoya katıldığı. Ankara girişinde polis tarafından bekletilen, Pazartesi’yi Salı’ya bağlayan geceyi bir inşaatın zor koşullarında geçiren başkanların toplumdan gördüğü destek karşısında geri adım atan Feyzioğlu, baro başkanlarının zor durumda olmalarından duyduğu rahatsızlığı dile getirmek zorunda kaldı, Anıtkabir sonrası derhal siyasilerle mekik trafiği başlattığını, İçişleri Bakanı dahil çok kişi ile konuştuğunu anlattı durdu. Çözümün kendisi sayesinde bulunduğunu belirtmeye çalışıyordu. 23.06.2020 Salı günü yanındaki korumaları ile birlikte söz konusu inşaata giderek baro başkanları ile görüşmek istedi. Bu sırada polisin engellemeleri kaldıracağı yürüyüşün süreceği haberi geldi.
İstanbul Barosu Başkanı Mehmet Durakoğlu, 23.06.2020 günü yürüyüş sürerken verdiği beyanatta, yaptıkları yürüyüşün siyasi bir yürüyüş değil hukuku savunma ve adalet yürüyüşü olduğunu söyledi.
Durakoğlu sözlerini şöyle sürdürdü: “Bugün burada yaşananların birinci sorumlusu Metin Feyzioğlu’dur. Sanki sorunu çözmek için uğraşıyormuş edasında baro başkanlarının bulunduğu alana girmek istedi. Bütün başkanlar kendisine sırtımızı döndük, suratına bile bakmadık. Çok büyük bir bölümünün Metin Feyzioğu algısı budur. Biz artık Metin Feyzioğlu'nun bizi temsil ettiğini düşünmüyoruz”.
Feyzioğlu’nun iktidarın sesini duyurmak zorunda olduğunu, Barolar Birliği Başkanın, tarihte ilk kez baro başkanlarını suçladığını, kriminalize ettiğini, isim söylediğini belirten Durakoğlu, “Böyle bir Barolar Birliği Başkanı olabilir mi?” diye sordu.
Yapılan eylemin siyasi bir yönü bulunmadığını kaydeden Mehmet Durakoğlu, bu hareketin adaleti bir savunma hareketi olduğunu vurgulayarak sözlerini şöyle tamamladı: “Tek adam yönetimiyle bu ülkede çok ciddi şeyler olacak. Hukuk yok olacak, biz bunu anlatmaya çalışıyoruz. Yargının üç kurucu unsurundan özgür savunmayı dize getirmeye uğraşıyorlar. Mücadelemiz hukukla ilgilidir”.
Anıtkabir’e ulaşan baro başkanları, buradaki saygı gösterisinden sonra hemen kendi illerine dönüp meslektaşları ile son durumu değerlendirdiler.
Mehmet Durakoğlu’nun 23.06.2020 günü İstanbul’a dönüştüğü yaptığı açıklama şöyledir:
“Biz bu ülkeyi hukuk devleti yapmak için varız”
Baroların yapısını ve seçim sistemini değiştirmek amacıyla hazırlıklar yapıldığının Cumhurbaşkanlığınca açıklanmasından sonra tüm baroların uyarılarının ve isteklerinin yanıtsız kalması üzerine başlattıkları ‘Eylemlilik Süreci’nin ilk aşaması zorlu bir direnişten sonra Anıtkabir’de noktalandı. Baro Başkanları Atatürk’ün manevi huzurunda saygı duruşunda bulundular ve kentlerine döndüler.
İstanbul Barosu Başkanı Av. Mehmet Durakoğlu, 23 Haziran 2020 Salı günü saat 18.30’da Beyoğlu’nda baromuz merkez binası önünde kendisini bekleyen avukatlara yaşadıkları süreci anlattı.
Durakoğlu’nun konuşmasından satır başları şöyle:
“Biz ülkeyi hukuk devleti yapmaya uğraşırken, ülkeyi kanun devleti olmaktan çıkarmak için uğraşırken, Ankara’ya gittik, meğer orası bir polis devleti imiş. Türkiye’nin dört bir yayından 19 Haziran Cuma günü saat 10.00’da 47 baro başkanı yola çıktı. Biz yürüyüşe başladığımızda etrafımızda 22 güvenlik görevlisi vardı. Kartaldan 22 güvenlik görevlisiyle yola çıktım. Hepsine teşekkür ediyorum.
Hava şartlarına rağmen yürüyüşümüzü gerçekleştirdik. Önceden planlandığı gibi Ankara’ya 20 kilometre kala Eskişehir yolun üzerinde belirlenen noktada diğer baro başkanlarıyla buluştuk. Ancak bizi karşılamaya gelen Ankara barosu avukatlarının bulunduğu yere 300 metre kala polis tarafından durdurulduk.
Anayasanın açık hükmüne rağmen, yasalara, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına rağmen bize toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununu anlatmaya çalıştılar. Ancak ‘biz neden yürüyemiyoruz’ sorusunun yanıtını bulamıyorlar. Yürümeye engel neyse, o zaman bir şey yap. Böyle bir güvenlik anlayışı, böyle bir polis teşkilatı düşünebilir misiniz? Türkiye’nin hiç bir yerinde böyle bir güvenlik anlayışı yok. Orası bir polis devletinin merkezi olmuş neredeyse. Açık açık söyledim. Ben baro başkanıyım, kanunsuz bir işlem yapıyorsunuz. Böyle bir kanunsuz işlemle karşılaştıktan sonra ‘madem siz böyle uygun gördünüz biz geri dönüp gidelim’ dememizi beklemeyin. Üç ay mı, altı ay mı, bir yıl mı sürecek, biz buradan geri gidemeyiz. Kendilerine de söyledim. Ben bu şartlarda İstanbul’a dönemem, meslektaşlarımın yüzüne bakamam. Bence herkes savunmayı susturamayacağını bilecek. Avukatı esir alamayacağını bilecek. Avukatın biat etmeyeceğini bilecek.
Onlarla tekrar konuştuk. Onlara saat 14.00’e kadar süre verdik. Bu saate kadar hala bize olumsuz şeyler söylüyorsanız biz buraya Türkiye’deki bütün avukatları çağıracağız dedik. Bir takım engellemeler yaparak, bizi yorarak fikrimizden vazgeçmeye çalışmanız boşunadır.
Verdiğimiz süre dolmadan polis engeli kaldırıldı. Ankaralı meslektaşlarımızla buluştuk ve soluğu Anıtkabir’de Ata’nın manevi huzurunda aldık.
Çok zor bir dönemden geçiyoruz. Yargının üç ayağından ikisini ele geçirdiler. Üçüncü ayağı savunmayı da ele geçirmek ve susturmak istiyorlar. Yargıyı kendi stratejilerinin bir parçası olarak görüyorlar. Düşünün, bakın her şeyi yargı üzerinden geliştirmeye çalışıyorlar. Eğer bizi teslim alırlarsa yargı bitecek, hukuk bitecek. Biz bu ülkeyi hukuk devleti yapmak için varız. Biz bu ülkede yargı bağımsızlığı olması için varız. Yargı bağımsızlığı olmazsa avukatın avukatlık yapması mümkün değil. Her zaman söylediğimiz gibi; biz avukatız ve bir gün herkese lazım oluruz.”
25.06.2010 günü yayımlanan Hukuk Güvenliği programında, bu konuyu ele aldık ve kolluğun barışçıl amaçlı bir toplantıya yaptığı müdahalenin hukuka uygun olup olmadığını irdeledik.
Çünkü toplantı ve gösteri yürüyüşü, temel bir insan hakkı. Anayasa madde 34 ve İHAS öd 11 ile güvence altına alınmış ve Anayasa madde 25-26 ve İHAS madde 10 ile güvence altına alınan ifade özgürlüğü ile doğrudan ilintili. İfade özgürlüğü, demokrasilerde bireylerin gelişimi için vazgeçilemez bir değere sahip.
Kural olarak, herkesin önceden izin almaksızın toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkı var ve yine kural olarak bu hak “her yerde” kullanılabilir. Yeter ki, silahsız, şiddetsiz, saldırısız olunsun, barışçıl amaç güdülsün. 2911 sayılı Toplantı ve gösteri Yürüyüşleri Kanunu ile, bu hakkın nasıl kullanılacağı düzenlenmiştir. Buna göre, sivil toplum kuruluşlarının, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının kapalı yer toplantıları ile, “mutad” nitelikteki tören, şenlik, karşılama, uğurlama, basın açıklaması, spor müsabakaları vb etkinlikler için önceden mülki amirliğe bildirimde bulunulmasına gerek bulunmamaktadır. Bunun dışındaki etkinlikler için önceden bildirimde bulunulması gerekse de, kendiliğinden gelişen, ani bir gereksinimle başvurulan toplantı ve gösteriler, hemen suç oluşturmaz. Kolluğun görevi, öncelikle toplantı ve yürüyüş hakkının kullanılmasını sağlamak, bu kişilere dışardan müdahale edilmesini önlemektir. Toplantı, trafik vb nedenlerle kamu düzenini bozucu bir hal aldığında kolluğun uyarıda bulunarak toplantıyı dağıtma ve zor kullanma yetkisi doğarsa da, öncelik, toplumun bu hakkını kullanmasının sağlanmasından geçer. Kolluğun herhangi bir uyarıda bulunmadan, topluluğun makul bir süre içinde dağılmasına olanak sağlamadan doğrudan, yersiz ve ölçüsüz olarak müdahalede bulunması hukuka aykırıdır.
Ankara’ya yürüyenler, ülkemizin baro başkanları idi. Kanunu, hukuku, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının nasıl nerede ne zaman kullanılacağını bilen, trafik güvenliğini ve kamu düzenini bozmadan kolluğun herhangi bir müdahalesine gerek bırakmadan davranabilecek makul kişiler ve bir amaçları vardı.
Hal böyleyken kendilerine reva görülen uygulama hukuka aykırıdır ve bu uygulamayı kolluğun kendiliğinden gerçekleştiremeyeceğini hepimiz biliyoruz.