"Ne başörtüsü, ne aşağılama! Eşitlik ve özgürlük!"

-
Aa
+
a
a
a

İran'daki devrimci ayaklanmalar 175. gününde... 8 Mart akşamı kadınlar sokağa çıktı, "Ne başörtüsü, ne aşağılama! Eşitlik ve özgürlük!" sloganları atıldı.

"Ne başörtüsü, ne aşağılama! Eşitlik ve özgürlük!"
 

"Ne başörtüsü, ne aşağılama! Eşitlik ve özgürlük!"

podcast servisi: iTunes / RSS

(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.) 

İran’da devrimci ayaklanmalar 175. gününde yani altı ay geride kalmak üzere. Süreç, genç bir kadının katledilmesiyle başlamıştı. Sonrasında başka cinayetlere de tanık olduk. Öldürülenler arasında erkekler dahası çocuklar da vardı. Ama devrimci sürecin öncüleri, en kararlı muhafızları hiç kuşku yok ki kadınlardı. Sürecin bir hicap, bir örtünme örtünmeme sorununa indirgenemeyeceği de açıktı. Her ne kadar birçok insan, birçok medya ya da grup konuyu buradan tutmaya çalıştıysa da…

Ben bu programda ilk günden beri sorunun bir örtünme sorununa indirgenmesine karşı çıktım. Aynı biçimde, devrimci ayaklanma belli bir olgunluğa ulaştığı andan başlayarak saç kesme eylemlerine de karşı çıktım. Çünkü bunlar o noktadan sonra hareketi büyüten, güçlendiren eylemler olmaktan çıkmış, hareketi küçülten, indirgeyen unsurlara dönmüştü.

Bir programımda Rejim’in asıl mağdurlarının yetişkin kadınlar ve erkeklerden çok çocuklar, özellikle de 4 yaş üstü kız çocuklar olduğunu söylemiştim. Bugün üzerinde duracaklarım bu konuda demeye çalıştıklarıma da açıklık kazandıracak sanıyorum.

8 Mart akşamı İran’da kadınlar, kadın örgütleri, anneler, hekimler sokaklara çıktılar ve ‘Kadın, yaşam, özgürlük!’, ‘Ne ruseri ne tuseri; azadi o beraberi!’ (‘Ne başörtüsü, ne aşağılama; Özgürlük ve eşitlik!’) ve ‘İster başörtülü, ister başörtüsüz, yürü devrime doğru!’ sloganları atıldı. Doğrusu, hiç değilse bazı yerlerde, örneğin Kerec’de ve Sattarkhan’da Türkiye’dekinden daha hareketli bir eylem alanı bile yarattılar.

Önceki hafta, cuma gününden beri İran’da önemli olaylar yaşanmaya devam ediyor. Son haftaların en önemli olayı da artık sayısız ortaokul ve lisede hatta üniversitelerin yurtlarında görülmekte olan zehirlenme vakaları. Bu konuda geçen hafta da konuşmuştum ama kimi arkadaşlarıma konu bir parça fantastik gözüktü sanıyorum. Olup bitene inanmakta güçlük çekmişlerdi. Sonunda konuyla ilgili birçok Türkçe haber yayınlanmaya başlandı ve daha çok insan ikna oldu. Evet, akıl almaz ve korkunç bir olaydan söz ediyoruz; tam bir distopyadan... Şu ana kadar 24’ten fazla kentte en 1500 kız çocuğunun ciddi biçimde zehirlendiği, bunlardan 300’e yakınının ağır bir biçimde hastanelik olduğu bir durumla karşılaşıyoruz. Rakamlar kaynaklara göre farklılık gösteriyor. Zehirlenen çocuk sayısını 7000 olarak ifade edenler de var. Bu bir kurgu değil, kuruntu da değil. Muhalif medyada ve genel olarak medyada yüzlerce haber var, yüzlerce yazı ve yüzlerce video var. Yani bu, buz gibi gerçek; bir kabus!

Peki, ne olmuştu? Son üç aydır İran’ın farklı kentlerinde sadece kız çocuklarının okumakta olduğu ortaokul ve liselerde kimyasal gaz saldırıları nedeniyle pek çok zehirlenme vakası söz konusu oldu. Saldırı sayısı da artıyor. Geçen haftadan beri bu listeye yeni okullar ve yeni kentler de eklendi. Bu okullardaki çocuklardan bazıları baş dönmesi, bulantı, ani bilinç kaybı gibi sorunlar yaşadılar ama buna karşın hastaneye kaldırılacak ölçüde fenalaşmadılar. Ama kimileri de ciddi biçimde etkilendi, hastanelik oldu, solunum cihazına bağlandı ya da entübe edildi. Şimdiye kadar iki kız çocuğu can verdi.

İran İslam Cumhuriyeti olayla ilgili muhtelif senaryolar yazıyor. Bunlardan biri bu işi radikal İslamcı bir örgütün yaptığı yönündeydi. Hemen ardından İsrail’in yapmış olduğuna ilişkin söylentiler yayıldı. Hatta bazı muhalifler de bu iddiaya katıldılar. Kimi resmi kanallar ise olayı yaygın değil tekil gibi göstermeye çalıştı. Yaşlı bir köylü kadını ekrana çıkardılar ve kadın, “Tarihi geçmiş pirinç tarlası ilacını şişeyle çöpe attım,” dedi. Bir çöpçü, “Şişede etiket yoktu, ben de şişeyi açıp döktüm,” falan dedi ama inandırıcı olmadı. Çünkü aynı anda İran’ın bambaşka eyaletlerinde, bambaşka kentlerinde gözüken yığınla vaka söz konusu oluyordu.

Son olarak, geçen hafta başında gerçekleşen bir olay kendi türündeki ilk saldırı oldu. Tahran metrosundaki tren vagonlarından birine birileri bir gaz kapsülü atmış, kapılar kapalı olduğu için de halk nefes alamamıştı. Sonra küçük bir yangın da çıkmıştı. Konuyla ilgili haberler, vagonlardaki cam kırmak üzere konulmuş çekiçlerin öncesinde toplanmış olduğunu belirtiyor. Çekiçlerin toplanmış olması ise bu eylemin Rejim’ce ya da onun bilgisi dâhilinde yapıldığının kanıtı sayılıyor. Okullardaki güvenlik kameralarının kapatılmış olması ve hard disklerin emniyet görevlilerince toplanmış olması da muhaliflerce bir kanıt sayılıyor. Ayrıca bir alışveriş merkezinde ve kimi üniversite yurtlarında da benzer durumlar yaşandı. İnsanlar, “Ha bitti, ha bitecek,” derken, bambaşka yerlerden bu türden haberler gelmeye devam etti.

Hafta sonunda olduğu gibi, hafta içinde de İran’ın birçok kentinde kız çocuklarına yönelik bu saldırılara karşı ülkenin her köşesinde eylemler vardı. Ama bunlar yine de beklenen kitleselliğe ulaşamadı. Yani yüz binler, milyonlar sokaklara dökülsün diye umardık ama öyle olmadı. Okul önlerinde veliler birçok eylem yaptılar ama bunların önemli bir bölümü de polis zoruyla sonlandırıldı. Veliler buralarda, “Kahrolsun çocuk katili devlet!”, “Kahrolsun kız çocuklarının katili Rejim!” türünde sloganlar attı. Bu nedenle geceleri pencerelerden sloganlar atıldı. Rejim’in birçok kurumu, besic [silahlı milis gücü] ve sepah [özel kuvvetler polis gücü] karargâhları ateşe verildi.

İranlı bütün muhalifler bu eylemlerin okullarda Rejim’e karşı eylemler düzenleyen, Humeyni’nin ve Hamaney’in resimlerini yakan kız çocuklarına karşı ve elbette ülke genelindeki bütün laik kadınlara karşı bir gözdağı eylemi olduğunu düşünüyor. Nitekim İran Yargı Erki Başkanı Gholamhossein Mohseni-Ejei de hafta başında yaptığı açıklamada “Başörtüsünü çıkarmanın, İslam Cumhuriyeti'ne ve onun değerlerine düşmanlık etmekle eşdeğer,” olduğunu söyleyerek, başörtüsüne uymayanların cezalandırılacağını ifade etti. Meşhed’deki Merkez Camii’nin imamı da hutbesinde, Rejim’in artık sokaklarda hicap konusunda devriyelerini gezdirmeyeceğini, bu nedenle işin İslam devletinden yana olanlara düştüğünü ifade etti. Bu da, olayların Rejim’ce destekleniyor ya da organize edilebileceğinin kanıtı sayılıyor. Kendini ‘Rejimin Fedaileri’ diye niteleyen ve size daha önce belli ölçüde anlattığım ‘nekhsa’ gibi Rejim’in kayıt dışı silahlı gruplarının bu işte maşa olarak kullanıldığı düşünülüyor.

Öte yandan, Rejim yanlısı ama son derece laik ve muhalif görünümlü kişiler çoktandır harekete geçmiş durumdalar. Özellikle Londra merkezli kimi mahfiller bütün bu olup bitenleri bir gerçeklik olarak değil bir toplumsal histeri olarak göstermek üzere çaba harcıyor. Bu olayın korkunç niteliğini aklımız almıyor ama bu türden açıklamalar, bizde oluşmuş olan şaşkınlığı bile gölgede bırakıyor. Size Amerika’daki ‘NIAC’çıları (Ulusal İran Amerikan Konseyi) anlatmıştım. İşte onlara benzer kimi mahfillerin iddiası bunlar ve bu yaratıklar da Londra’yı merkez tutmuşlar.

Rejim hafta içinde bu suçlarla ilgili olduğunu öne sürdüğü bir grubu tutukladı ama bu hiç inandırıcı bulunmuyor. İran’daki muhalifler bütün okullarda öğrencileri ve öğretmeleri okulları boykot etmeye davet ediyor. Üç günlük bir eylem çağrısı var. Bir yandan da büyük bir ayaklanma için geri sayım başlamış durumda. Nevruzdan önceki son çarşamba akşamı, her yıl olduğu gibi bu yıl da ülkenin her yerinde sokaklarda ateşler yakılarak kutlanacak. Ama bu kez bu ateşlerin boşa gitmemesi isteniyor.

İran’ın monarşi yanlısı, Şehzade Rıza yanlısı kesimlerinin uzun süredir birçok pisliğe bulaşmakta olduklarına ilişkin kimi ayrıntıları size programlarda aktarmaya çalıştım, çalışıyorum. Bunlardan biri, eski Rejim’in en ünlü işkencecilerinden olan birinin Los Angeles’taki gösterilerden sonra ansızın ortaya çıkmasıyla başlamıştı. Bu kesimler bu işkencecinin son derece cesur bir biçimde eylemcilerin saflarına katılmasını savunmuş ve kendisini aklamaya dönük yığınla yayın yapmışlardı. Hatta biraz daha ileri gidip, eylemlerde “Hepimiz SAVAK’çıyız” (İran'da Pehlevî Hanedanı döneminde faaliyet göstermiş istihbarat teşkilatı) sloganları atıp, bu türden içerikler taşıyan pankartlar kullanmışlardı. Ne yalan söyleyeyim, bunlar bana ‘Beyaz Toros’lara ve ‘Yeşil’lere sahip çıkanları hatırlatıyor ve beynimde aynı çekmecede, aynı dosyada duruyorlar.

Şehzade Rıza öncülüğünde muhalefete önderlik iddiasındaki sekiz ünlünün de sabıka dosyası her geçen gün kalınlaşıyor. Örneğin geçtiğimiz haftalarda Georgetown Üniversitesi’nde bir açık oturuma katılan bu sekiz ünlüyü davet eden, onlara önayak olan kişinin ABD’nin Yeşil Kuşak Doktrini’nin mimarı Zbigniew Brzezinski yakınlığıyla bilinen biri olduğu ortaya çıktı ve bu nedenle yığınla eleştiri alıyor. Bu vakaya bir de yine o sekiz kişiden biri olan sinema oyuncusu Golshifteh Farahani’nin de son derece tartışmalı bir entelektüel olan, birilerinin ‘ölüm meleği’ diye adlandırdığı Bernard-Henri Lévy ile birlikte gözükmesi eklenince çirkinliklere tüy dikilmiş oldu. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben artık bu monarşist kanattan her türden çirkinliği bekliyorum. Onların egemen olacağı yeni bir İran’ın da Irak’tan, Yugoslavya’dan farklı olmayacağını düşünmeye başlıyorum.

Batılı istihbarat örgütlerinin İran’daki devrimci hareketi çalmaya dönük çabaları devam ediyor. Elbette bu yöndeki tartışmalar da devam ediyor. Bu konuda geçen hafta yayınlanan bir makale dikkat çekti ve devrimci saflarda karşılık buldu, sahiplenildi. Makaleyi yazan kişi, on yıllardır monarşi yanlısı olarak bilinen ve eski Şah’ın karısının yakın çalışma arkadaşı olan Reza Taghizadeh idi. Taghizadeh, öyle sözler ediyordu ki İran için ülke dışında ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İsrail ve Suudi Arabistan’ın dahliyle inşa edilen, icat edilen sahte ve çirkin liderliğin ipliğini pazara çıkarıyordu. Bu, bütün ötekilerden çok daha önemli ve dikkat çekici oldu. Çünkü umulmadık bir yerden, muhalefetin öz be öz sağ kanadından geliyordu.

Peki, ne diyor Taghizadeh? Yaklaşık olarak şöyle; “İranlıların ülke dışındaki starlardan oluşan yeniden kurgulanmış liderliğinin Avrupa turunun sona ermesiyle Rejim’in okullardaki kız çocuklarına yönelik kimyasal saldırıları da başlamış oldu. Bu ‘yeniden kurgulanmış’ muhalefetin yurt dışındaki turları bittiğinde, halkın İran sokaklarındaki devrimci hareketi de komaya girdi. Ben, eylemlerdeki bu düşüşü Rejim’in halka yönelik şiddetiyle açıklamıyorum,” demeye getiriyor Taghizadeh. “Çünkü,” diyor, “Rejim bu şiddeti her dönemde uyguladı zaten ve hiç vazgeçmedi. Bu süreçte, kendi toplulukları içinde bile tanınmayan insanlar, İran halkının özgürlüğünün liderleri, teorisyenleri olarak tasarlandı ve kendilerine bağlı medyalarca pazarlandılar. Tahran, Zahedan, Senendec ve Ahvaz'ın kana bulanmış sokaklarında açlar. Zorunlu başörtüsü baskısı altında yaşayan kadınlar, yoksullar ve özgürlük savaşçıları Paris’te, Toronto’da, Dubai’de ve New York'ta lüks evlerinde oturan, şık, varlıklı ve eylem alanına korumalar ve helikopterlerle götürülen bu ‘yeniden kurgulanmış’ muhalefetin temsilcilerinin umurlarında değildi,” diyor.

Hep söyledim, bir daha söylüyorum. İnsanlar, İran’ın ülke içindeki devrimci güçlerinin büyük bölümü, İsrail ve Suudi istihbarat örgütleri de dahil olmak üzere, batılı istihbarat örgütlerinin yönetiminde olan, onlarca desteklenen büyük televizyon kanallarına güvenmiyor. Örneğin Iran International kanalına İsrail International diyenler var. İsrail’in çıkarları doğrultusunda yayın yaptığına inananlar var. Kanalın finansmanını ise Suudilerin sağladığı düşünülüyor. Elbette, Pentagon’un yönlendirmesiyle deniyor. Aynı biçimde Manoto, BBC Persian, VOA Farsi gibi kanallara da eylemler başlayalı beri kuşkuyla yaklaşılıyor. Taghizadeh’nin dediği yurt dışında ‘yeniden kurgulanmış’ muhalefetin sözde liderlerinin pazarlamasını da bu kuruluşlar üstleniyor. Taghizadeh’nin işaret ettiği büyük ve önemli sorunu aylardır birçok insan, hatta burada ben bile seslendiriyordum. Ama o, monarşist kanadın içinden gelen, önemli ve tanınmış bir figür olarak bu söylenenlere apayrı bir meşruiyet kazandırmış oluyor.

İran’da idamlar devam ediyor. Ama idam edilenler adi suçlardan mahkum oldukları için ne yazık ki kimse konunun üzerinde durmuyor. Hafta içinde üç kişi idam edildi. Hakkında idam hükmü verilmiş 12 kişi de bulundukları cezaevinden başka yerlere sevk edildi. Bu nedenle aileler hapishane önlerinde eylemler düzenledi. Ama dediğim gibi, bu konular pek konuşulmuyor, haberleştirilmiyor. Oysa bir şeyh, bir Şeyhülislam olan, Sistan ve Belucistan’daki Sünni halkın dini ve politik lideri Movlevi Abdul Hamid bile idam cezalarına karşı çıkıyor; hatta bu kişiler uyuşturucu işi yapıyor olsalar bile...

İran’da son günlerde Rejim’in kendi içinde bir darbe hazırlığında olduğundan endişe ediliyor. Darbeciler, böylece hem küçük ödünlerle Rejim’i kurtaracaklar hem de olası bir devrime karşı kendi güvenliklerini sağlamış olacaklar. Muhalifler, İsrail’in ve ABD’nin her an İran İslam Cumhuriyeti’ne saldırabileceğinden de kaygılanıyorlar ve her iki olasılık da onları rahatsız ediyorlar. Çünkü her iki olasılıkta da devrim başarısız olacak, gerçek bir rahatlamanın ve özgürleşmenin zemini de kalmayacak.