Ekonomi Politik’te Ali Bilge gündeme yönelik yorumlarını paylaştı.
(8 Şubat 2021 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)
Ömer Madra: Günaydın Ali bey, merhabalar!
Özdeş Özbay: Günaydın!
Ali Bilge: Merhaba Ömer Bey, günaydın Özdeş, Feryal, iyi yayınlar, iyi haftalar!
ÖM: “Konumuz nedir, yoğun mudur değil midir?” diye sormayacağım bu haftanın, çünkü özel şeyi de yaptık, bazı bölümleri de hatta azaltarak bütün bu Türkiye’de ve dünya çapındaki bu öğrenci gösterilerini, tutuklamaları, üniversiteye yapılan yeni atamaları, kurulan fakülteleri, vb. konuştuk, bir de özellikle sizinle konuştuğumuz AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yeni anayasa çalışmalarının sinyalini vermesi üzerine neler olabilir, nedir bunun anlamı diye biraz konuşalım istedik.
AB: Programa önce izninizle Boğaziçi Üniversitesi, Osman Kavala, Ayşe Buğra’ya ilişkin Cumhurbaşkanı’nın yaptığı açıklamalarla başlamak istiyorum. Bu konuda iki hususu vurgulamakta fayda var. Birincisi, Cumhurbaşkanı Erdoğan kaba ifadelerle meslektaşımız, akademisyen Ayşe Buğra’yı hedef alan bir suçlamada bulundu, sanıyorum siz de onlara değindiniz. İkincisi, Cumhurbaşkanı Boğaziçi direnişini ele alırken sürekli bir ‘Sorosçuluk’ yaftası kullanıyor. Buna bir açıklık getirmek lazım. George Soros’u Türkiye’ye davet edenler kimler? Türkiye’de enstitüyü kurmayı önerenler kimler? Davet eden kişilerin başında iş insanı Can Paker geliyor, şu an önümde de Can Paker’ın anı kitabı duruyor, anıları yazdığı ‘Geriye Bakmak Yok’ isimli kitabında Paker, Soros’la ve Erdoğan’la olan ilişkilerini çok açık bir şekilde anlatıyor. Açık Toplum Enstitüsü’nün nasıl kurulduğunu, Açık Toplum Enstitüsü’nün nelerle uğraştığını ve kendisinin kuruluşta ilk davet ettiği kişilerin müteveffa İshak Alaton ve Osman Kavala olduğunu, davet ettiği akademisyenleri, kanaat önderlerini, aydınları açık açık yazıyor. Bu işe nasıl öncülük ettiğini anlatıyor. Ayrıca dönemin Başbakan’ı Erdoğan’la, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’le olan görüşmelerini, özellikle AB sürecinde Soros Vakfı’yla olan ilişkileri, vakfın katkılarını, Soros’tan nasıl yararlandıklarını, aynı zamanda TESEV’le olan kapsamlı ilişkileri, AB için akil insanlar grubunun oluşturulmasını, diğer pek çok hususu çok açık bir şekilde anlatıyor. Enstitünün /vakfın yasal süreçleri izleyerek nasıl oluştuğunu, dönemin hükümeti ile temas içinde ne şekilde kurulduğunu, anıların bulunduğu bu kitaptan öğreniyoruz. Ayrıca o dönemde Başbakan Erdoğan ve danışmanları ile birlikte Soros’la görüşme fotoğrafları da yayınlanmış durumda, bir tık mesafede bu fotoğraflara ulaşabiliniyor. Bu fotoğraflarda Erdoğan var, George Soros var, Enstitü’nün yöneticileri var, yanında Egemen Bağış ve Ömer Çelik var. Erdoğan biliyorsunuz partisinin genel başkanıydı fakat siyasi yasaklı olması nedeniyle Başbakan değildi, AKP 3 Kasım 2002 seçimlerini kazanmıştı ama milletvekili olamamıştı. Hem hakkındaki kısıtlamanın kaldırılması, aynı zamanda milletvekili olması yolunun açılması sürecindeki destek ve katkıları net bir şekilde ortaya koyuyor Can Paker anı kitabında.
Peki Sorosla Türkiye’yi tanıştıran Can Paker bugün nerede? Osman Kavala nerede? Osman Kavala Silivri’de, Can Paker Erdoğan’ın çok yakınında, Erdoğan Can Beye ‘abi’ diyerek hitap ediyor. Ben merak ediyorum, bu Sorosçuluk meselesi açıldığında sayın Can Paker kendi vicdanıyla nasıl başa çıkıyor? Erdoğan ve yakın çevresi ikide bir, Sorosçuluk suçlamasına başvuruyor ve çok geniş bir kitle töhmet altında kalıyor. İşte bu süreçleri ortaya koyan kendi diliyle yazılmış bir kitap var, kitapta Can bey olan biteni çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Her şey yasal süreçleri takip ederek ve Hükümetin bilgisi dahilinde ve desteği ile gelişmiş durumda.
Gelelim Boğaziçi direnişine… Yenilerde öğrendim, belki sizler biliyorsunuzdur ‘bilgisizlik sözleşmesi’ diye bir kavram var, ben onu daha çok ‘duyarsızlık sözleşmesi’ diye algılıyorum, ‘cehalet sözleşmesi’ de diyenler var. Yeni Yaşam gazetesinde Necati Sönmez’in yazısından öğrendim.Güney Afrika üzerine araştırmalar yapan Melissa Steyn’in ürettiği bir tanım Apartheid rejimine sessiz kalan Afrikalıların beyaz tavırlarını anlatmak için kullanmış. Steyn “Zora dayalı rejimler, egemen sınıfların gizli ya da açık işbirliği dışında, sıradan vatandaşın suskunluğuna ihtiyaç duyar. Bilgisizlik sözleşmesi, sessiz çoğunluğun (bazen azınlığın) gönüllü körlüğüne dayalı yazılı olmayan bir mutabakattır. Zulme aktif katılımımızı gerektirmez, itaat etmenizi yani itaatsizlik yapmamanızı talep eder sadece; olup bitenleri duymamış, görmemiş gibi yapmanız kâfidir. Karşılığında işlemeye devam eden düzenin tüm avantajlarından nemalanır, susturulmuş vicdanın rahatlığıyla yaşayıp gidersiniz.” Böyle durumları, genç bir öğrenciyken 12 Eylül’de yaşamıştım, sınıftan yaka-paça götürülürken sırtı dönük arkadaşlarım ders notlarıyla ilgileniyorlardı, bu manzaralar gözümün önünden gitmiyor. Steyn ; bilgisizlik /duyarsızlık sözleşmesi yapanlar için, “karşılığında işlemeye devam eden düzenin tüm avantajlarından nemalanır, susturulmuş vicdanın rahatlığıyla yaşayıp gidersiniz” diyor. Şöyle bir örnek veriyor “eğer bir Nazi’yle aynı masada oturup ona karşı tek laf etmeyen 10 tane Alman varsa, masada 11 Nazi var demektir.”
Bilgisizlik/ duyarsızlık sözleşmesi yapılan tüm yolsuzluklara, haksızlıklara ve adaletsizliği görüp ses çıkarmayanları suça ortak eden gizli bir sözleşme. İşte Boğaziçi’nde bu sözleşme yırtıldı. Atamaya karşı çıkılması ve kamuoyundan alınan destek, duyarsızlığın kalmış olduğunu bize gösteriyor. Türkiye’de son yıllarda sayısız adaletsizliklerle karşı karşıya kaldık. Rejim değişikliğiyle birlikte ivmesi artan, yeni platolara sıçrayan adaletsizlik örnekleriyle karşı karşıya kaldık. Boğaziçi Üniversitesi Rektör atamasına gösterilen direnç ve onları kucaklayan toplumsal muhalefet, sessizlik ve duyarsızlık sözleşmesine karşı vaziyet almış durumdadır. Adaletsizliğe ve baskıya karşı toplumsal tepkinin ne zaman nerede ve ne şekilde gelişeceğini tahmin etmek zordur. Geçen haftalarda İran devrimini örnek göstermiştik, Şah’ın devrileceğini hiçbir istihbarat örgütü bilememişti. Toplumsal olaylar değişik perdeler açabiliyor ve ilerleyebiliyor, ummadığımız zamanlarda duyarsızlık sözleşmesi, bilgisizlik sözleşmesi yırtılıyor ve Boğaziçi örneği de bunu adeta kanıtlar nitelikte bir direniş olarak karşımıza çıkıyor.
Ayşe Buğra benim dönemimin ve iktisat hayatımızın yıldızı bir bilim insanıdır, kuşağının yıldızı bir öğretim üyesidir. Kendisinden çok şey öğrendiğim bir akademisyendir, 30 yıl yayınladığım iktisat dergisinde yazlarını, söyleşilerini yayınladığım, kitaplarından, hakemliğinden, öngörüsünden yararlandığım bir insan. Sonuç olarak; Osman Kavala da yalnız değil, Ayşe Buğra da yalnız değil, Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri, öğretim üyeleri de yalnız değil. Türkiye’de asıl mesele zaten duyarsızlık sözleşmesini yırtacak bir etkin muhalefet örgütlenmesidir. İsterseniz buradan yeni anayasa meselesine geçebiliriz.
ÖM: Ben bir tek şey söyleyeyim, İsrail’in ve dünyanın yetiştirdiği gazetecileden biri olan Amira Haas’la Filistin’de görev yapan ve Haaretz gazetesinin yazarlarından, kendisiyle Açık Radyo’da mülakat yaptığımızda tam da bu şeyden söz etmişti. Amira Haas’ın annesi bir Holocost kurbanı ve kendisinin şöyle bir hikayesi var yani Auschwitz ve diğer kamplara götürülürken yük trenlerine bindirilmiş, rayların kenarına dizilmiş sıradan Almanya vatandaşlarını söylüyor Amira Haas’ın annesi. Diyor ki “o bakışlarındaki sessizlik hiçbir şeyle anlatılamayacak kadar vahim bir suskunluk ve sessizlik yaratıyordu” diyor. O geldi aklıma siz bunu söylediğiniz zaman.
AB: Çok haklısınız, bu kadar olur, holocostu anlatan kitaplardan bir tanesi de tam benim elimin altında, 70’lerin ortasında Türkiye’de yayınlanmış Gerald Green yazarı, direnen bir Yahudi’nin yaşadıkları anlatılıyor. Ailede direnmeyi öngören kendisidir ve ayakta kalır. Ailesinin, çevresinin kamplara götürülürken yakın komşuların, arkadaşlarının, dostlarının duyarsızlığından söz eder. Benim hatırladıklarımda 12 Eylül’den kalmadır. Görmedik mi 12 Eylül’de “selam” bile vermeyenleri, “merhaba” demeyenleri, bir an evvel okulumu bitireceğim diyerek, masumların çektiği eziyetlere duyarsız kalanları görmedik mi? Duyarsızlık sözleşmesi imzalayan insanları ömrü hayatımızda ziyadesiyle yaşadık.
2017’nin Nisan ayında kapsamlı bir anayasa değişikliği yapıldı bu ülkede ve rejimi değişti. Rejimi değiştiren iktidar üzerinden daha 4 yıl geçmeden bir yeni anayasa yapmayı gündeme getiriyor. 4 yıl önce tek adamlığa dayanan otokratik bir rejim kuruluyor, yargıyı, medyayı, yürütmeyi, yasamayı kendi uhdesinde topluyor, uluslararası mahkeme kararlarına uymuyor, anayasa mahkemesi kararlarına uymuyor, tüm bunlar yetmiyor mu bu durum iktidara? Neden yetmiyor?Tek adam rejimi devam ederken, neden yeni anayasa gündeme getiriliyor? İsterseniz bu konuya, yeni anayasa meselesine girelim.
ÖM: Evet lütfen.
AB: 2017 Anayasa değişikliği rejim değişti. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denilen bir otokratik rejime geçtik, rejim kuvvetler birliği esasına dayanan bir rejim. Ancak yönetim performansına baktığımızda, bu rejimle ülke yönetmenin mümkün olmadığı anlaşılıyor. Bu durumu içeride de dışarıda da görenler çoğalıyor, bunu iktidar da görüyor. Ülke hasta bir ülke, işte ekonomik sektörleri, sosyal sektörleri dökülüyor, Covid sürecini yönetemiyor ve bu durumdan hem içeride hem de dışarıda rahatsız olanlar çoğalmaya başladı. Kendi anayasa mahkemesinin kararlarına uymuyor, yargıyı istediği gibi kontrol ediyor, istediğini istediği yere atayabiliyor.
Peki ama bütün bunlar, yani yasalara uymamak iktidar da olsanız suç değil mi? AİHM kararlarına uymamak, yargıyı istediği gibi yönetmek, insanları keyfi bir şekilde içeride tutmak, Merkez Bankası’nın 130 milyar Dolar’ını harcamak, eksi döviz rezervlerine düşmek, Turkcell’e 1.6 milyarlık kredi vermek, boşa harcanan, kaybolan kaynaklar suç değil mi?
Dolayısıyla eğer bir adaletsizlik üretiliyorsa, halkını mutsuz eden bir iktidar söz konusuysa, muhalif olan herkese terörist demeye başlamışsa, o zaman iktidara karşı kabul/ saygı azalıyor demektir. O zaman da yeni bir iktidar alternatiflerinin doğması olasılığı yüksek demektir. Yeni bir iktidar olasılığı, mevcut iktidar için ne demektir? Korku demektir, yasalara uymamanın sonuçlarına katlanmak demektir. Böyle durumlarda otokratla nelere başvuruyorlar? Önce ilave baskılar uygulanır, artırılır, kutuplaşma körüklenir, iktidarın üzüm salkımından yararlananlar, provoke edilmeye, muhalefetin üstüne salınmaya çalışılır. Ama en önemlisi kalabilecekleri kadar iktidarda kalmanın önlemlerini almak durumunu seçerler. Bütün dünyada böyledir, eğer ülkenizi yönetemezseniz, bir kriz içerisindeyseniz, yasalara uymuyorsanız, uluslararası yasalara ve anayasa mahkemesi gibi kuruluşların kararlarına uymuyorsanız, iktidarda kalma sürenizi uzatmak için elinizden geleni yapmak durumundasınız. O zaman yeni bir anayasa istemek durumunda kalabilirsiniz ya da anayasayı değiştirmek durumunda kalabilirsiniz. Bu yeni anayasa içinde mesela mevcut anayasa içindeki değiştirilmesi teklif edilmesi mümkün olmayan hükümleri değiştirmek isteyebilir misiniz? İsteyebilirsiniz. Laiklik sözleşmesi tanımının değiştirilmesini isteyebilir misiniz? İsteyebilirsiniz. Laiklik tanımını değiştirebilir mi? Neden olmasın? Laiklik ilkesi silikleştirile bilinir mi? Neden olmasın. Türklük sözleşmesi perçinleştirilmek istenir mi? Neden olmasın? Bu memleket Türk ve Müslümanların memleketidir ibaresi eklenebilir mi? Neden olmasın? Türklük ve Müslümanlık sözleşmesi dayatılabilir mi? Neden olmasın? Bunlar olabilir, bunları isteyebilirler. Türkiye’de eğitim dosyasını incelerken de söylemiştim Türkiye yarı laik bir ülke görünümlüde zaten, anayasada ibare yok ama aslında yarı İslam cumhuriyeti haline geldi. Ama esas mesele bu değil, asıl mesele süre uzatımı.
Bir araştırmadan söz edeceğim, bunu da yeni öğrendim, bahsedeceğim makaleyi akademisyen Emrah Göker’in twitinde gördüm Colombia Üniversitesi Hukuk Dergisinde yayınlanan bir makale bulunuyor. Mila Versteeg, Timothy Horley, Anne Meng, Mauricio Guim ve Marilyn Guirguis tarafından yazılmış.
Çalışmada yazarlar; 21.yüzyılda yani son 20yılda otokratlar uzun süren başkanlıklarını kaptırmamak için nasıl manevralar yapmışlar? Bu vakalara bakmışlar. Yani bir otokrat başkanlığının süresinin sonuna gelmiş, süreyi uzatmak için hangi manevralar üretmeye çalışmışlar. 2000 yılında başlayan bir veri seti oluşturulmuş, 106 ülkeye bakılmış, başkanlık süresi uzatma vakası olarak başarılı ve başarısız 234 vaka incelenmiş. Süre uzatma vakalarında başarılı olanlar var, başarısız olanlar var, aynı otokrat hem başarılı oluyor hem başarısızlık vakaları yaşanıyor. Peki otokratlar bunu hangi yöntemlerle yapıyorlar? Birincisi anayasa değişikliği yapıyorlar, mevcut anayasada süreyle ilgili, diğer maddelerle ilgili değişiklikler yapıyor. İkincisi yöntem yeni anayasa yapmak. Mesela 5 ülke yeni anayasa yapmış, hepsi başarılı olmuş. Üçüncü yöntem; mahkeme yorumlarına başvurmak, otokrat gidiyor kontrol ettiği mahkemeden karar, yorum çıkartıyor, diyor ki “süremi uzatacak, esnetecek bir yorum yap, sürem daha da artsın”. Diğer bir husus, bu örneği yıllar önce konuştuğumuzu hatırlıyorum, gölge başkan usulü. Medvedev-Putin ilişkisini hatırlayalım, dönüşümlü uygulama, biri başbakan oluyor öbürü cumhurbaşkanı oluyor. Medvedev başkan ama Putin aslında Medvedev’i yönetiyor, Medvedev gölge başkan oluyor, süre sıkıntısı bu şekilde aşılıyor, ara veren Putin sıfırlayarak yeniden dönüyor. Türkiye’de de Gül-Erdoğan olur mu böyle diye değerlendirme yaptığımızı hatırlıyorum. Dördüncü yöntem de böyle. Beşincisi tabii çok esaslı bir husus bahaneler öne sürerek seçimleri geciktirme. 234 vakada uygulanan yöntemler böyle. Mesela Kolombiya başkanı Alvaro Urive 2 kez süre uzatımına başvurmuş birinde başarılı olmuş 4 yıl uzatmış, 1 tanesinde başarısız olmuş. Bu nedenle 2 kez veri setine girmiş. Çin’in Cumhurbaşkanı Xi Jinping 2 değişiklikten 10 yıl olan başkanlık süresini sınırsız sayıda beşliklere ulaştırmış, bunu da onaylatmış.
Genel olarak en fazla kullanılan yöntem anayasa değişikliği yöntemi. Bunda 40 taneden 25’i başarılı olmuş. Halkın sokağa çıkması muhalefetin direniş örgütlemesinin başarılı örnekleri de var. Anayasa değişikliği ya da yeni anayasa yapmanın karşısında etkin muhalefetin başarılı sonuçlarını da görebiliyorsunuz. Yeni anayasa yaparak sürenize kalıcı sıfırlama yapıyorsunuz, yeni anayasa yapınca süreniz sıfırlanıyor.
Türkiye’de, 2017 anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanı, cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanların sorumluluğuna ilişkin anayasanın 106. maddesinde düzenlenmiş hükümler dikkat çekici, sorumlulukları dönemi sıfırlamak suretiyle, süre uzatımları sayesinde sorumluluklar da sıfırlanıyor.
Anayasada iktidar kendi düşüncesine uygun Türklük ve Müslümanlık değişiklikleri yapma arzusunda olabilir, - ki Bahçeli bunu beyan ediyor. Ancak asıl mesele cumhurbaşkanlığı hükümeti sistemi, başarısız bir sistem rahatsızlık veriyor ve yoğun adaletsizlikle dolu bir iktidar bulunuyor. İktidar sürenizi bitirdiğinizde karşı karşıya kalabileceğiniz olası hukuki durumlar için sürenizi uzatmak ihtiyacınız bulunuyor.Yeni Anayasa talebinin arkasında bu istek iktidar süresinin uzatılmasıdır. Mesele güçlendirilmiş parlamenter sistem değildir, güçlendirilmiş otokratik sistemle sürenin uzatılmasıdır.
Gerçekleştirilebilir mi? Evet, bunu zorlayabilir AKAP-MHP iktidarı. Ancak, Anayasa hükümlerine göre mecliste yeni Anayasa yapmasına ve anayasa değişikliğine gitmesine iktidarın çoğunluğu yeterli değil. Yanına ek muhalefet unsurlarını alması lazım. Diyelim ki bunu da aldı halk oylamasına gidildi, bu sefer 2017’deki gibi çoğunluğu elde etmesi mümkün mü? Zor gözüküyor, ‘2017’de oy verenler bugün aynı şekilde bu rejime oy verecek mi?’ Bu sorunun cevabı kolay ve net değil. Çünkü ciddi çözülmeler var, rahatsızlıklar var, halka gittiğinde de durumu çok parlak değil. Ezcümle anayasa değişikliğinde asıl mesele süre uzatımı olduğunu görüyoruz. Bahsettiğim makalede de görüldüğü üzere dünya pratiklerine baktığımızda, Putin’e baktığımızda, Aliyev’e baktığımızda bunları görüyoruz. 2017 yılındaki Anayasa değişikliği öncesinde yakınımızdaki otoriter rejimlere, yaygın tanımıyla Türki Cumhuriyet’lerin anayasalarına ve değişikliklerine bakmıştık. Süre uzatımı hep başat konuydu. Yeni Anayasa talebiyle asıl mesele, iktidarın ve Erdoğan’ın iktidar süresini uzatacak bir olanağı yakalamak olduğunu söyleyebiliriz.
ÖM: Yani Bloomberg Haber Ajansı da ilginç bir yorum yapmış, bir analizinde diyor ki “Erdoğan mevcut anayasayı eleştirirken sık sık ordunun ülkenin üniversitelerini yakından takip etmek için oluşturduğu bir yapıdan bahsediyor ama onun üniversitelerdeki gözetimi daha ileri giderek başkanlık gücü sayesinde rektör atama yetkilerini genişletti. Son 1 hafta içinde İstanbul’da böyle bir atamayı protesto eden çok sayıda öğrenci tutuklandı, ABD ve AB ile son zamanlarda yaşanan çatışmalar ve pandemi nedeniyle gidilen kısıtlamalarla giderek kötüye giden ekonomide Erdoğan’ın popülerliğini zayıflattı, o yüzden yeni bir hamleye girişti” diye bir yorum getirmiş Bloomberg. Sizin dediklerinize ilaveten söyledim.
AB: 2017’de Türkiye’nin otoriter rejime geçişini dünya ve dünya finans sistemi seyretti. O zaman da bunu sorguluyordum, Türkiye’ye borç verenler Erdoğan’ın otoriteliğe geçişini finanse edecek mi? 4 yıl önceki Türkiye değil bugünkü Türkiye, hem iç kaynakların (Merkez Bankası, KGF, Kamu Bankaları) fahiş olarak kullanılması mümkündü hem de dış konjonktür buna elverişliydi. Güçlendirilmiş parlamenter sistem beklerken güçlendirilmiş otoriter sistemini dış mali güçler finanse eder mi? Borçlandırır mı? Bu da ayrıca cevaplanması gereken soru diyelim ve Osman Kavala ’ya ve Ayşe Buğra’ya da selam diyerek kapatalım.
ÖÖ: Çin destek veriyor biliyorsunuz.
ÖM: Çok teşekkür ederiz.
AB: Çok titiz olmaya başladım Ömer bey süre konusunda.
ÖM: Gayet iyi! Çok teşekkür ederiz.
AB: Peki.
ÖM: Görüşmek üzere Ali bey.
AB: Görüşmek üzere, hoşça kalın!
ÖÖ: Görüşmek üzere.
AB: İyi yayınlar.