Ekonomi Politik'te Ali Bilge, Erdoğan - Bahçeli görüşmesinin yanı sıra, kamu tasarruf tedbirleri üzerine de açıklamalarda bulunuyor.
Özdeş Özbay: Merhabalar Ali Bey, günaydın!
Ali Bilge: Merhaba!
Ö.Ö.: Ömer Bey yok, Ferhat Kentel ile birlikteyiz.
A.B.: Hoş geldiniz, merhaba!
F.T.: Hoş bulduk, siz de hoş geldiniz!
Ö.Ö.: Ne konuşuyoruz Ali Bey?
A.B.: Bugün iç siyasetten ekonomiye doğru geçiş yapalım. Kamu tasarruf tedbirleri bir saat sonra açıklanacak, ona da değinelim. Geçen hafta ilgi çeken bir durum oldu; 10 gün arayla Bahçeli ve Erdoğan iki kez görüştüler. Uzun yıllardan beri, iki otokrasi bileşeni aylık olarak görüşmelerini sürdürüyorlardı. Son aylarda Yargıtay Başkanlığı seçimi son aylarda tıkanmıştı, başkan seçilemiyor, 36 haftadır yarışma devam ediyordu. MHP ile AKP adayı arasındaki çekişmeye tanık olundu. Siyasetle yargı iç içe olduğu ve siyasi ortaklar yargıyı belirlediği için, Bahçeli - Erdoğan görüşmesinin sonucunda bu konuda siyasi ortaklar anlaştılar. Aday olan bir daire başkanı, Yargıtay Başsavcısı olacağını ilan ederek başkanlık yarışından çekildi.
Ö.Ö.: Kimin adayında anlaştılar? MHP’nin adayında mı yoksa AKP’nin adayında mı?
A.B.: Halen başkan olan ve görev süresi dolan AKP’nin adayı yeniden Yargıtay başkanı oluyor yani ikinci kez seçiliyor. Yargıtay Başkanlığı’na aday olan MHP adayı da Yargıtay Başsavcısı olacakmış, anlaşma böyleymiş.
Ö.Ö.: 25. tur muydu, neydi?
A.B.: 36. turdu galiba. Görüşme ile anlaşmazlığın çözüldüğü anlaşılıyor. Önemli husus burada şu: Yargıtay başsavcısının en önemli görevlerinden biri, parti kapatma davası açma yetkisine sahip olmasıdır. MHP çizgisinde bir yargıcın başsavcı olacağını göz önünde bulundurduğumuzda, MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin sürekli DEM’in kapatılması üzerine demeçlerini de göz önüne aldığımızda, yakın gelecekte DEM’in kapatılmasına yönelik bir iddianame hazırlanacağını tahmin etmek fazla güç olmasa gerek.
Zaman zaman MHP ve AKP arasında özellikle yargı kadrolarının paylaşımı üzerine sorunlar yaşanıyor. AYM kararlarını Yargıtay 3. Ceza dairesi uygulamıyor, üst mahkeme kararları dinlenmiyor. Yargıtay, Danıştay gibi üst yargı kurumlarının iktidara bağımlılığı devam ediyor, kadrolar iktidar bileşenleri tarafından da parsellenmeye devam ediyor. Ancak bileşenler arasında, devam etmekte olan davalar konusunda görüş ayrılıkları, anlaşmazlıklar da olabiliyor. Sinan Ateş iddianamesinde olduğu gibi, taraflar arasında yargıya intikal eden davalarda pazarlık mevzusu olabiliyor. Böyle başka davalar da var. Geçen hafta iki iktidar ortağının bir araya gelmesi ile Yargıtay Başkanlığı ile ilgili sorunun çözülmesine ilişkin bir adım atılmış gibi ama başka sorunlar da var. İçişleri Bakanı’nın bazı uygulamalarının, Bahçeli ve Erdoğan arasında görüşüldüğü de düşünülüyor. AKP ile MHP arasında anlaşmazlıklar, bazı davalarda düzenlenecek iddianamelerde bile görünebiliyor; suç örgütü lideri Ayhan Bora Kaplan davasında ve ülkücüler arasında iç anlaşmazlıklar sonucunda öldürüldüğü iddia edilen Sinan Ateş davasında olduğu gibi.
AİHM ve AYM kararlarının uygulanmamasının bir nedeni de iktidar ortakları arasında yargı kurumlarındaki güç savaşları olduğunu anlıyoruz. Yargının iktidarın genel toplumsal ve siyasi muhalefet üzerindeki baskı yaratmasının dışında, kendi içinde güç savaşlarını da yaşıyoruz. Osman Kavala ve Gezi davalarının yeniden yargı sürecinin başlama ihtimali de bunlardan bir tanesi. Üstelik bütün bunlar, siyasette yumuşama ve bahar havası parantezi içerisinde cereyan eden olaylar. Ancak haftanın esas konusu Kobane davası olacak. Davanın karar günü 16 Mayıs Perşembe. Kobane davasındaki gelişmeler bahar havası mı yumuşama mı durumunu gösterecek. Ayrıca iç siyasette başlıklardan biri yeni Anayasa meselesi ama yeni Anayasa’dan önce isterseniz bu ‘etki ajanlığı’ meselesine girelim.
Ö.Ö.: 9. Yargı Paketi’ni mi diyorsunuz?
A.B.: Yine sözde yumuşama parantezi içerisinde olduğu düşünülen, iktidarın Meclis’e sunmak üzere olduğu bir yargı paketi taslağı basına sızdı. Bu taslağa göre, bu yayınları yapma imkanımızı bile ortadan kaldırabilecek Türk Ceza Kanunu’nda da ‘etki ajanlığı’ adı altında yeni bir düzenleme yapılıyor. Kanun taslağının gerekçesini de okudum, acayip bir madde; ‘Devletin iç ve dış siyasal yararlarına karşı yönelik olarak gerçekleştirilen faaliyetlerin cezalandırılması’ndan söz ediliyor. Çok muğlak bir madde, açık değil, anlaşılmıyor. İktisadi, mali, askeri, savunma, kamu sağlığı, kamu güvenliği, ulaştırma, haberleşme, altyapılar ve enerji gibi devletin iç ve dış siyasal yararına karşı bir takım yayınlar, çalışmalar ‘etki ajanlığı’ kapsamına giriyor. Yani devlet sırlarının, karşı suçlar, casusluk suçlarının kapsamı genişletiliyor gibi. Taslak metin de çok muğlak, tam tanımı yapılmamış şekilde, gerçekten Ceza Kanunu’nda böyle bir değişiklik yapılırsa özellikle yurt dışındaki sivil toplum örgütlerinin Türkiye’de faaliyette bulunması ve ülke içinde gazetecilik yapmak çok zor olur. Gazetecilik ve sivil toplum çalışmaları, bu kapsam içine etki ajanlığı içine girebilir.
Örneğin, geçen haftalarda biraz araştırdığım bir konu vardı; Rusya’ya 2023’de ödememiz gereken doğal gaz faturası ertelenmişti. Ertelenen fatura 15 - 20 milyar dolar civarındaydı, 2023 Mayıs seçimlerini Erdoğan bu erteleme ile aştı. Putin büyük bir favor yaparak bu faturanın ödenmesini erteledi kardeşine, dostuna. ‘Acaba bu fatura ödendi mi’ diye araştırayım dedim, ertelen fatura tutarı da bir muamma zaten – Bakan, 600 milyon dolar diyor, iç ve dış kaynaklar ise 15 - 20 milyar dolardan söz ediyor. Bir türlü netleştirmiyor borcun ne kadar olduğunu yani biz ülkenin vatandaşları, ülkenin ertelenen borcunu bilmiyoruz.
Ödenip ödenmediğini araştırmaya koyuldum ancak bu iş öyle kolay değil, çok detaylı araştırma gerekiyor. Toplam doğal gaz ithalat ve ihracat rakamları, Hazine’nin ödemeleri, EPDK raporları - ki 2023’de yayınlanmamıştı - ortaya dökmeniz, konu hakkında uzman olan kişilerle temas etmeniz gerekiyor çünkü her şey sır perdesi altında.
Çalışmalar devam ederken uzman bir arkadaşım dedi ki, ‘Rakamı zikretme!’ ‘Niye?’ dedim, ‘Zikredenler hakkında dava açılıyor’ diye cevap verdi. Şimdi, bu olay, bahsettiğimiz taslak yasadan önce. Şimdi bunu ifade etmek ‘etki ajanlığı’ mı olacak? İki ülke arasında ertelenen borç miktarından söz etmek, etki ajanlığı mı olacak?
İki hafta önce Irak - Türkiye görüşmelerinin ne anlama geldiğine ilişkin bir program yapmıştık. Irak’la yapılan görüşmelerde, sınırı aşan sular konusu da gündeme gelmişti. ‘Dicle ve Fırat’tan Irak ve Suriye’ye ne kadar su veriliyor?’ diye bakayım dedim. Meğer 2020’den itibaren Dicle ve Fırat’tan Suriye ve Irak’a ne kadar su verildiğine ilişkin veri yayınlanmıyormuş, görülmüyor. Şimdi bu veriyi bulup yayınlamak ‘etki ajanlığı’ mı olacak?
Doğal gaz anlaşmalarını sorgulamak, S400 anlaşmasını sorgulamak da ‘etki ajanlığı’ kapsamı içerisinde mi olacak? Muğlak madde böyle, geçerse tüm bunlar pekala etki ajanlığı kapsamına girebilir. Türkiye’de uluslararası STK’ların çalışma yapması imkansız hale gelebilir. Türk Ceza Kanunu’nda ‘etki ajanlığı’ müessesesi diye bir müessese oluşturulursa, gazetecilik yapmak, radyo programı yapmak, araştırma yapmak, akademik çalışma yapmak imkansız olabilir. Veriyle ilgili problemli bir ülke zaten Türkiye. Ülkede veri ve bilgi güvenliği yok, hukuk devleti olmayınca veri - bilgi güvenliği de olmuyor. Üstelik, veri ve bilgiyi bulmaya çalışmak, sorgulamak ‘etki ajanlığı’ ile tanımlanırsa işimiz iş doğrusu!
F.K.: Bahçeli ve Erdoğan arasındaki görüşmeler çok anlamlı oluyor, devlet çaresiz bir şekilde ufak tefek ayrıntılar dahilinde devletin yasama, yürütme, polis, güvenlik vs. gibi konularda her türlü önlemi almak için bir iç müzakere halinde.
Ö.Ö.: Üstelik tabii bir de ajan damgası vurmaya, vurulmasına sebep olacak bir muğlaklık. Taslakta ‘Yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda bir söz söylemek’ geçiyor. Muhalefet etmek yani. Bunu nasıl kanıtlayabilirsiniz ki yabancı bir devletin organizasyonun çıkarını?
A.B.: Evet, bu şekilde suç tanımlamak mümkün olabilir, bu şekilde suç içine sokabilir, bugünkü yargı sistemi içinde sokuluyor da zaten.
Ö.Ö.: Bir anda ajan konumuna düşeceksiniz.
A.B.: Sanki ‘subliminal mesaj vermek’ gibi bir şey tanımlanıyor, öyle olduğu anlaşılıyor. İktidara yakın gazetede taslak metnin yayınlanması ile bilgimiz oldu.
Bahçeli - Erdoğan görüşmelerinde ağırlıklı konunun yargı meseleleri olması, kuvvetler ayrılığının kalmadığının çok net bir göstergesi. Malumu ilan ettiğimiz son bir örnek, böyle bir ülkede yaşıyoruz. Yargıdaki sorunların nasıl çözüldüğünü de bu görüşmeler gösteriyor. Zaten AYM’nin kaldırılmasını öneren bir iktidar bileşeni var, içinde bulunduğumuz durumun vahameti böyle maalesef. Yargıya intikal eden davaların iddianamelerinin pazarlıklarla hazırlanması, pazarlıklarla hazırlandığının iddia edilmesi bile Türkiye’nin hukuk devletiyle ilgili bir bağlantısının kalmadığını gösteriyor.
İçinde bulunduğumuz vahim durumu, Bahçeli - Erdoğan görüşmeleri ve tarafların anlaşmazlıkları ve çatışmaları üzerinden haberdar olabiliyoruz. Yargıda, emniyette iktidar ortakları hakim ancak ortakların kendi alanları arasında – Soylucular, Yerlikayacılar gibi - ciddi gerilimler, çatışmalar olduğu anlaşılıyor.
İçinde bulunduğumuz ayda ‘yeni Anayasa mevzusu’ gündemde, konuşulmaya devam ediyor. Yeni Anayasa meselesi neden yeniden gündeme getiriliyor? Geçtiğimiz yıllarda çok kez yeni Anayasa meselesini inceledik. 2021’de yaptığımız bir program gözüme çarptı; programda ‘Mevcut otokratik Anayasa neye yetmiyor, yeni Anayasa’nın amacı nedir?’ diye sormuş ve cevap aramışız.
2017 Anayasa düzenlemesinden sonra, kuvvetler birliği esasına dayalı bir otokratik rejime geçtikten sonra, yapmak isteyip de yapamadıkları hiçbir şey yok ki... Bakın, şimdi etki ajanlığını da müesseseleştirecekler. Neden yeni Anayasa istiyorlar? Bir tek nedeni var: İktidarı bırakmamak! İktidarı bırakmamanın pek çok yolu var; yollardan biri, yeni Anayasa istemek ya da mevcutta değişiklikler yapmak. Bu nedenle yeni Anayasa tartışmalarını kamçılamak.
AYM kararlarına uymuyorsun, AİHM kararlarına uymuyorsun, yargıyı istediğin gibi kontrol ediyorsun, yargıçları istediğin gibi atayabiliyorsun. Bu rejim, iktidara neden yetmiyor ve Anayasa değişikliği, yeni bir Anayasa isteniyor. Gerekçesi de Anayasa’nın 12 Eylül Anayasası olması imiş.!
Otokrasilerde yeni Anayasa taleplerinin çok örneğini gördük; en büyük örnekler de Çin ve Rusya’dan geliyor.Otokratlar mağlubiyetlere doğru da yol açtıklarında sürelerini uzatma yolunu tercih ediyorlar, görev sürelerini sıfırlama yolunu tercih ediyorlar. Çin ve Rusya örneklerinde bunu daha önce gördük. Görev süresi sonlanmaya yakın, baskı rejimini daha da arttırıyor, herkese ‘terörist’ diyor, muhalefete ‘terörist’ diyen bir iktidar var karşımızda, parti kapatan, kayyum atayan bir iktidar var. İstiyor ki, ‘Yeni Anayasa yapalım, süremi sıfırlayayım, yeniden seçileyim.’ Otokratlar doğal yaşam süreleriyle iktidar sürelerini eşitleme çabalarında oluyorlar. Sonuçta hesap sorulacak bir durumla karşı karşıya kalmak istemiyorlar.
Virginia Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yapılmış bir araştırma var; otokratların görevlerini sürdürmek için ne gibi yollara başvurduklarını incelemişler. Bu çalışma, 20. yüzyıl çalışması, 21. yüzyılın ilk çeyreğine ilişkin örnekler kapsam dahilinde değil. 106 ülkeden örnekler incelenmiş, 234 vakaya bakmışlar. Galiba bu araştırma Kolombiya Üniversitesi’nin bir dergisinde yayınlanmış. ‘Otokratlar yönetim sürelerini uzatmak için ne tür manevralarda bulunuyorlar? Ne tür değişikliklere gidiyorlar?’ sorularına araştırmanın bulguları şöyle: Bir; mevcut Anayasa’nın maddelerini değiştirmek - bu, Erdoğan’ın ilk uygulamasıydı. İki; tümden yeni Anayasa yapmak - bunun da dünyada örnekleri malum. Üç; yüksek mahkemeleri - Anayasa Mahkemesi gibi - Anayasa’yı / kanunları istediği gibi yorumlatarak süreyi uzatmak – bunun da Türkiye’de örneğini gördük. Dört; Rusya’da gördüğümüz Putin - Medvedev takası – Medvedev, Putin’in yerine geçiyor ama aslında Putin yönetiyor ve aynı zamanda süresinin sıfırlandığını iddia ediyor, yeniden bir hak kazandığını söylüyor. Putin bildiğim kadarıyla 85 yaşına kadar başkanlığını garanti etti. En son yöntem de; baskı rejimini arttırmak için ‘Memlekette ayaklanma var, kaos var, bölünüyoruz vs.’ diye bütün seçimleri ertelemek.
Yeni Anayasa’nın arka planında, iktidar süresini uzatma amacı olduğunu görmemiz lazım. Süresi biten otokratik iktidarlar, yaptıkları adaletsizliğin karşılarına çıkmasından korkuyorlar, süreyi uzatmak ve mümkün mertebe doğal yaşam süreleriyle iktidar süresini birlikte tamamlamak istiyorlar.
Ö.Ö.: Bir de galiba bu durumda şöyle bir kaçınılmazlık da var; mesela Putin için de, Erdoğan için de, tek adam olduğunuz zaman partilerde, parti içerisinde bir kadro ya da yerinizi alabilecek başka birini de zaten bir tehdit olarak görüyorlar, biraz birisi öne çıktığında onu zaten bertaraf ediyorlar. Dolaysıyla kendisinden başka bir seçenek de kalmıyor, bir şey önerilemiyor.
A.B.: Parti de parti olmaktan çıkıyor.
Ö.Ö.: Tabii, tek adam dediğim şey işte böyle oluyor.
A.B.: AKP’nin kuruluş kongresini, sonraki iki kongreyi de izlemiştim, bayağı dinamik bir partiydi. 2014’ten sonra giderek parti olmaktan çıktı, parti - devlet bütünleşmesi yaşanıyor. Yenilgi ile sonuçlanan yerel seçimlerden sonra, sonucu analiz etmeyen tek parti hala AKP. Seçim sonrasında ‘yenileşme, partiyi yeniden gözden geçirme’ söylemleri gerçekleşmedi, ertelendi, parti içinde bu dinamikler işlemiyor. Muhtemelen sonbaharda kongre yapacaklar, öncesinde de değişiklikler yapmayı düşündüklerini söylediler ama olmuyor. Erdoğan, çok önceleri ‘Partide metal yorgunluğu var’ demişti, yerel seçimlerden sonra ben de ‘Artık metal yorgunluğu değil, metal kırıldı’ demiştim. Kırılmış metal ortada duruyor, ilgilendikleri yok. Çok ciddi problemler var, problemleri çözmek yerine süresini uzatmaya çalışıyor.
Sonbahardaki kongre öncesinde ya da önümüzdeki aylarda, milliyetçi, muhafazakar ve dinci partiler arasında bir konsolidasyon beklenebilir mi? Beklenebilir. Bu konsolidasyon, iktidar mozaiğini, iktidar ortaklarını etkileyebilir mi? Etkileyebilir, bunlar karşımıza çıkabilir. Tüm bu gelişmeler, CHP’nin birinci parti çıkmasına karşın, uzlaşma, yumuşama, zamansız yumuşama adımları parantezinde cereyan ediyor. CHP’nin seçimlerin olmasının, demokrasinin yeterli bir unsuru olmadığını görmesi lazım, demokrasinin seçimlerden ibaret olmadığını görmesi lazım. İlave etmek istediğiniz bir husus yok ise ekonomiye geçmek istiyorum.
F.K.: Ben küçük bir not düşmek istiyorum; bu partinin parti olmaktan çıkması ya da bambaşka bir şey haline gelmesi, tek adam yönetimi haline gelmesi aslında galiba biraz tartışmanın ya da takibin devlet içinde daha farklı görünür olmasını beraberinde getiriyor. AKP içinde bir rekabet yok ama devlet içinde bir rekabet var, işte o yüzden belki Bahçeli ve Erdoğan görüşmesi bu kadar çok oluyor. Yargıtay’ın başına kim gelecek, kim savcı olacak? Bu tartışmalar işin tepesindeki bir olay ve bu devlet paylaşımı, devletin içindeki paylaşım çok daha görünür oluyor. Bir de bu çok daha mikro düzeyde aslında - bu tür devlet, memuriyet, önemli kadrolar, mesela bir üniversiteye torpille gelecek olan bir adam ya da kadın yerine başka bir torpilli ama gene devletin şemsiyesi altındaki birisinin itirazıyla sonuçlanıyor. İtiraz eden kişi solcu falan birisi de değil, hepsi AKP çevresinden bir takım insanların kendi aralarındaki paylaşım kavgaları. Bu da tepeden tırnağa devlet içindeki tam bir paylaşım meselesi galiba.
A.B.: Türkiye’de devleti, kuruluşunu, bileşenlerini ve değişimini, tarihsel süreçler içinde daha ayrıntılı başka bir programda ayrıntılı olarak değerlendirmemiz mümkün. Eski devlette askerlerin ve sivillerin payını, bugün büyük ölçüde Erdoğan ele geçirmiş durumda ama elbette burada da güçler dengesi var. Bu dengeyi gözetmeden, MHP’yi de, başka bir yedeği yanına almadan hareket etme imkanı olmuyor, tek adam rejimi de bazen tıkanabiliyor. Ayrıca parti ve lider toplumdan kopuyor, muhalefeti ezerek de sürekli bir sonuç alamıyorsunuz. Şimdi aklıma geldi - tarihimizde şöyle bir şey var; tek parti döneminde Türkiye’nin İsmet Paşa dönemi, CHP, parti olmaktan o kadar çıkmış ki, sonuçta partide birileri, ‘Köhneleştik, kıpırdayamıyoruz, çok kötü durumdayız, toplumla hiç iletişimimiz kalmadı, aramızdan bir ‘müstakil grup’ oluşturalım, onlar bizi eleştirsinler’ diyor. CHP de o devirde bu nedenle ‘müstakil grup’ adı altında bir grup oluşturuldu. Görevi, bakanları ve yönetimi eleştirmekti, majestelerinin muhalefetiydi ama adı ‘müstakil grup’ idi. Bugün AKP’de böyle bir şey bile yok. AKP içinde ciddi memnuniyetsizlik var ama bunlara tahammül edilemiyor.
Siyasette konuşulacak çok konu var ama önümüzdeki günlerde Kobani davasına ilişkin kararlar, bütün gelişmelerin özeti olacak. Kobane davası, siyasal bir dava ve siyasallaşmış yargı sisteminde bu davaya karar verenler belli. Otokrasinin bileşenlerini izlemek lazım.
Buradan kamu tasarruf tedbirlerine meselesine geçecek olursak, yarım saat sonra Cumhurbaşkanı yardımcısı Cevdet Yılmaz ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, bu tasarruf tedbirlerini açıklayacaklarmış. Benim artık bu toplantıları izleme akreditasyonum yok, onlara ciddi soru soracak gazeteci de pek kalmadı ama imkan olsaydı, ‘İtibardan tasarruf ediliyor mu?’ diye sorardım.
Cumhurbaşkanlığı 12 saray ve köşkü kullanıyor, 17 tane uçak kullandığı söyleniyor, kamu kaynakları yıllardır bireysel servete dönüşmüş durumda, ipin ucu kaçmış bir şekilde.
Bugün merkezi yönetimin bütçesinde, kamu harcamalarında tasarruf tedbirleri açıklanacak. Bunlar, maliye politikası tedbirleri olarak nitelendirilecek. Bu plağı, o kadar çok dinledim ki iktisatçılık, gazetecilik, yayıncılık hayatımda - sayısını unuttum iktidarlar tarafından hazırlanan sayısız tasarruf tedbirlerinin. Böyle durumlarda bakacağımız belli oranlar vardır - kredi derecelendirme kurumları, sıcak paracılar, piyasalar öncelikle bunlara bakarlar. Acaba milli gelirin ne kadarına kadar tasarruf olacak? Bu, toplam açığı nereye indirecek? Faiz dışı ne kadar fazla verilecek? Böyle 10 emir gibi falandır bunlar, kutsal kitaplarda yazılan emirler gibidir. Neo-liberal ve sermaye hesapları dışa açık ekonomilerde ikide bir böyle olur, aynı döngü cereyan eder ve krize girerler, benzer tedbirlerle çıkmaya çalışırlar.
Hali hazırda yapılan hesaplamalara göre, toplam bütçede de, Hazine nakit dengesinde de çok ciddi bir açık var. 2024 için milli gelirin %6.4’ü kadar kamu sektörü açığı programlanmıştı zaten, eğer bazı tedbirler alınmaz ise bu oran tahminlere göre milli gelirin %9-10 seviyelerine filan çıkıyor. Dolaysıyla çok ciddi bir tasarruf yapman gerekiyor ama tasarrufu nereden ve nasıl yapacaksın? Vergi gelirlerini mi arttırıyorsun, kamusal hizmetleri mi düşürüyorsun?
Ö.Ö.: Yani kemer sıkma.
A.B.: Vergi gelirlerini artırmayı nasıl yapıyorsun? Zenginden mi alıyorsun yoksa fakirden mi alıyorsun? Öncelikle buna bakarsın, açıklamalarda da göreceğiz. Gördüğüm kadarıyla, harcamalardaki tasarrufunun büyük bir bölümü vatandaş üzerinden olacak, verilecek kamu hizmetlerinin kısıtlanması, yatırımların azalması olacak, ücretlerin reel olarak arttırılmaması olacak, nominal olarak artabilir ama reel olarak arttırılmayacak, refah yükselmesi olmayacak... Tahminlere göre, %70 harcama tasarrufu, %30’a yakın vergi gelirlerinin arttırılması üzerine bu tedbirler gerçekleşebilir.
Önemli olan bir şey var; belediyelerde iktidar olan ana muhalefet CHP var, belediyelerin de merkezi yönetime olan borçları var, belediye gelirlerine dokunmadan da bu borçların tahsilatının oranlarını artırarak belediye hizmetlerini engellemek mümkün. Bakacağımız parametrelerden biri de bu olmalı.
Sonuçta, bu istikrar programı gibi cereyan eden bir programın kamu tasarruf bölümünün de, yoksul kesimlerin yoksulluğunun daha da derinleşmesine yol açacağı bir gerçek. Ücret artışları söz konusu olabilir ama enflasyon karşısında reel ücret artışı olmayacağı da muhakkak. Şu anda açlık sınırında yaşayan bir asgari ücret olduğunu da unutmayalım.
Sonuçta, tasarruf tedbirleri iç talebi kısıtlayan uygulamalardır. Bu da Türkiye’nin iktisadi daralmasını, küçülmesini beraberinde getirir. Türkiye’de büyüme oranı %5 filan oldu mu estek - köstek bir şekilde durumu idare ediyorsunuz. Ancak % 2-2, %5-3 büyüme ile ki nüfus artışını filan da hesapladığımızda beraber yürümek pek mümkün olmaz. Türkiye’ye ve iktidara yetmeyen büyüme oranları ile devam etmek, daralma, işsizlik demektir, yoksulluk daha derinleşecek demektir.
Çok da sıkıştılar, hareket alanları kalmadı, yabancı paranın gelmesini istiyorlar ise bunu da yapmak zorundalar, sıcak paracılar dediğimiz yatırımcılar da bunlara bakıyor - onlar işsizliğe falan bakmazlar, merkez bankaları da bakmaz. Bugünkü açıklamaları bu parametreler çerçevesinde incelemeye devam edeceğiz.
Ö.Ö.: Haftaya herhalde bunu tekrar değerlendiririz.
A.B.: Evet, eksik kalan bir şey kaldıysa lütfen söyleyin.
F.K.: İçimde kalan bir şeyi söylemek istiyorum; Haliç kıyısında Kasımpaşa İskelesi’nin yanında eskiden Kuzey Deniz Saha Komutanlığı olarak kullanılan bir köşk de Cumhurbaşkanı’nın çalışma ofisleri listesine dahil oldu diye bir şey duydum, doğru mu bilmiyorum?
A.B.: Evet doğru - eski Divanhane. Orası Erdoğan Müzesi olacaktı, bir Erdoğan Müzesi kuruluyor, haberiniz var mı? O binanın olacağı söyleniyordu ama çalışma ofisi haline geliyormuş.
Ö.Ö.: Ali bey süremizi çok aştık. Çok teşekkür ederiz, haftaya görüşmek üzere.
A.B.: Size kolay gelsin, iyi yayınlar!
Ö.Ö.: Sağolun!
F.K.: Teşekkürler, görüşmek üzere.