"Hürriyetsizliğin, yoksulluğun ve kuraklığın kalıcı olduğu bir ülke haline geldik"

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Politik’te Ali Bilge, Türkiye’nin gündemini şekillendiren son gelişmeleri; ekonomik tabloyu, kuraklığı, sosyal güvenlikteki sorunları ve hukuksuzluk örneklerini kapsayan kapsamlı bir analizle masaya yatırıyor.

""
Ekonomi Politik: 08 Aralık 2025
 

Ekonomi Politik: 08 Aralık 2025

podcast servisi: iTunes / RSS

Ömer Madra: Günaydın Ali Bey, merhabalar!

Ali Bilge: Merhaba Ömer Bey, merhaba Özdeş, herkese iyi haftalar!

Özdeş Özbay: Günaydın!

Ö.M.: Gene son haberlerle acayip yoğun bir haftayı konuşmak, analize etmek zorundayız. ‘Memleketimden ekonomi manzaraları’ demiştiniz, biraz ondan bahsedelim isterseniz?

A.B.: Evet, kısa kısa değinelim. Bu yıl yaşanan kuraklık tarım ve gıda fiyatlarını olağanüstü etkiledi, gelecek yıl da etkileyecek. Hem tüketiciler, hem de çiftçiler perişan. Türkiye’nin büyük bölümünde yaşanan kuraklıklar artık coğrafyada kalıcı bir hal almaya başladı, uzmanlar da böyle söylüyor. İllerde kesintiler başladı, Ankara’da barajların doluluk oranı çok düşük , İzmir’de su kesintileri, pek çok şehirde barajların doluluk oranları da dibe vurmuş durumda. İstanbul Terkos’ta doluluk oranı %23’e düşmüş, Bursa, Edirne, Balıkesir ve Malatya gibi illerde en fazla 20-30 günlük su kaldığı söyleniyor. Barajlarda ‘ölü hacim’ dedikleri yerlerden sular çekiliyor, göller ve göletler de kurumuş durumda. Yağışlar da olmuyor kuraklığın kalıcılaştığı bölgelerde, Türkiye’nin orta Anadolu’sunda bilhassa ciddi bir kalıcı kuraklık tehlikesi yaşanıyor. Dolayısıyla gıda fiyatları, tarım fiyatları artıyor ve çiftçilerde emeklerinin karşılığını alamıyorlar. Türkiye, önümüzdeki yıl daha perişan olacak.

Yıllardır köy/kent dengesinde çok ciddi ve hızlı bir bozulma yaşadığımızı dile getirdik. AKP ‘köye dönüş projesi’ hazırlıyormuş, buna ilişkin bir teşvik paketi oluşturulacakmış köy nüfusunu arttırmak için. Tersine bir göç destek programı başlatılıyor , teşvik kapsamında hibelerde olacakmış yenilenebilir enerjiye de destek var. 2012 yılından beri üzerinde durduğum bir konu bu; 2012 yılında mahalli idareler, yerel yönetimler yasası değişti, köy olması gereken yerleri kent bünyesi içerisine kattık. Bu değişim, kırsal alanda sosyolojik ve ekolojik yapıyı, tarımsal yapıyı ve ekonomik yapıyı da alt üst etti.

Şu anda köy ve beldelerde 5.7 milyonluk bir nüfus yaşıyor, üstelik bunlar ileri yaşlardaki olan nüfus, genç bir nüfus hızla kentlere göçmüş durumda. 13-14 yılda, Türkiye’nin köy -kırsal yapısı çok bozuldu, tarımda çalışanların yaşı yükseldi, çiftçinin yaş ortalaması -57’ye vardı, bu da geç bir yaş tarımla uğraşmak için. Endişelendiren bir durum var, kalıcı bir kuraklığa geçtiğimizi de varsaydığımızda durumun daha da derinleşeceğini öngörebiliriz.

Geçen haftalarda minik bir şekilde değinme fırsatım oldu, biraz daha söz edelim. Türkiye, açlık sınırının altında yaşayan emekli insanlardan oluşan ve emekli olduğunda da kaliteli ne ücret, ne de sağlık hizmeti alamayanlardan oluşan bir ülke.. Sosyal güvenlik sisteminin aktif/pasif dengesinden hep söz ederiz; hem ‘erken emeklilikte yaşa takılanlar’ düzenlemesi, hem de başka diğer etkenlerle, doğum oranlarındaki düşüş de buna dahil SGK aktif pasif dengesi çok ciddi bozulmuş durumda. Son verilere göre de Türkiye genelinde 21 ilde emekli, dul ve yetim aylığı alanların sayısı kayıtlı aktif çalışanların sayısını geride bırakmış durumda.

Ö.M.: Evet, son derece acayip bir durum!

A.B.: Acayip bir şey , bu insanların büyük bir bölümü de açlık sınırının altında, yoksulluk sınırının çok altında emekli maaşı alıyor. Türkiye’de 16 bin 677 emekli var, buna karşın 25 bin 625 aktif sigortalı var ama bu aktif sigortalı sayısına kursiyer, çırak, stajyer, vb. dahil edildiği için bunları çıkardığımızda bu oran daha da düşüyor. Aktif/pasif dengesi, aktif prim ödeyenler ile emekli maaşı alanların oranı çok kötü içler acısı vaziyette. Bu durum sosyal güvenlik kurum bilançosuna yansıyor, sonuçta batak kurum var, bütçe transferi ile ayakta kalıyor verdiği maaşlar da çok düşük.

Şunu söylemek mümkün, Türkiye’de kalıcı kuraklıkla birlikte kalıcı yoksullukta yaşanıyor. Ülkenin geleceği ipotek altında; hem kalıcı kuraklık, hem de kalıcı yoksulluk birlikte, Latin Amerika ülkelerinde gördüğümüz kalıcı yoksullukla karşı karşıyayız. İklim kriziyle , yanlış sulama ve tarım politikalarıyla birlikte, aynı zamanda idari politikayla birlikte, - mali idari yasasının 2012’de seçimler düşünülerek AKP tarafından değiştirilmesi- Türkiye’nin köy-kent sosyolojisi, dengesi ve tarım desenini oldukça olumsuz etkilemiş durumda.

Bakmamız gereken çok konu-manzara var, bunları bu programa sığdırmamız mümkün değil, ama bu tam gözüme çarptı; Dilovası katliamının raporu yayınlandı. Devletin doğru dürüst denetim fonksiyonu kalmadığı için, devlet organları denetim dışında bırakıldığı için denetimsizlikte kalıcılaşmış vaziyette. Yedi kişinin yaşamını yitirdiği fabrikada, topraklama sistemi yok, havalandırma sistemi yok, kontrol sistemleri yok- müfettiş raporu söylüyor bunları. Yangın merdiveni, yangın algılama alarm sistemi yok ama üretim yapılıyor. Yapı iskan belgesi olmadan üretime başlayan bir fabrika. Gün geçmiyor ki iş kazaları ve yanan fabrikalar ile karşı karşıya kalmayalım. Kalıcı listesine denetimsizlik de eklenmiş durumda, kalıcı denetimsizlik gibi eşitsizlikte had safhaya gelmiş durumda.

Refah seviyelerinde muazzam bir eşitsizliği yaşıyoruz, yoksulluğu yaşıyoruz, negatif aşağı iniş yaşıyoruz, orta gelir yoksula yoksul açlığa mahkum oluyor. Nüfusun az bir kesimi %1’i yaratılan gelirin büyük bir çoğunluğunu elde ediyor, zaten asgari ücretle yaşayan toplum haline geldik, emekçilerin ücretleri asgari ücretin biraz altında, biraz üstünde seyrediyor. Bu durum kalıcı bir şekilde yoksulluk, kalıcı eşitsizlik gittikçe ilerliyor. Yoksulluk ve refah dağılımı derin, orantısız bir durum söz konusu

Enflasyonu sözde yenmek için 2,5 senedir istikrar programı uygulanıyor. İstikrar programı denilen şey zaten bu kesimlerin belini büküyor. Üstelik program enflasyon indirmede sürekli başarısız kalıyor ve insanlar boğulmuş vaziyette.

Kabaca bu süreci analiz ettiğimizde, AKP ve MHP’nin ortaklaşa sürdürdüğü otokratik iktidarın Türkiye toplumuyla, yaşayan insanlarla kurduğu mali ve ekonomik ilişki nasıl diye baktığımızda ilk göze çarpan şu: insanlar yoksul halleriyle geçindikleri maaşlarıyla bazı harcamalar yapıyorlar, KDV ve ÖTV ödüyorlar, devletin geniş yoksul vatandaşlarla kurduğu ilişki harcama vergilerine dayalı bir ilişki. Bunun dışında da ücretlerden yapılan stopaj var, o da devlet gelirler içinde önemli bir hacim oluşturur, asgari ücret toplumu haline gelen ülkede asgari ücretlerden kesilen bir stopaj dediğimiz vergi var. Bu ilişkide bir vergi ilişkisi, kalıcı yoksullarla devletin/ iktidarın kurduğu ilişki.

Devletin yoksul Türkiye toplumu ile kurduğu diğer bir ilişki de , emeklilik ilişkisi bu ilişkide çok kötü ve alt seviyede, yoksulluk sınırının altında kötü sosyal güvencelerle emeklilik yaşayan bir toplum olduk. İktidarın bu kesimlerle herhangi bir refah artışı ilişkisi olmadığı ortada. Özellikle a asgari ücretin belirlenmesine ilişkin yaklaşımlarda, toplantılarda, açıklamalarda bunu görmek mümkün. İktidarın halkın gelir düzeyiyle, reel olarak artmasıyla hiçbir ilişkisi yok. Bakın, gözden kaçan bir haberdi hiç değinmedik ama bu haberin arkası gelmedi, nerede görülür böyle bir şey? Ağustos sonunda bir haber yansıdı; marketlerde ‘cumhur reyonu dönemi’ başlıyor diye , gördünüz mü?

Ö.M.: Hayır.

A.İ.: ‘Ürünler sabit fiyatla satılacak’ başlığı ile yayınlandı. 21 Ağustos 2025 tarihli Yeni Şafak’ta çıkan bir haber. “İktidara yakın büyük market zincirlerinde ‘cumhur reyonu’ uygulaması hayata geçirilecek” diye açıklandı uzun uzun. Devlet garantili ürünler satılacağı söylendi, 55 binden fazla şubeye sahip zincir marketlerde ‘cumhur reyonu’ olacakmış, düşük fiyatlı bir reyon oluşturulacak, bunun adı da ‘cumhur reyonu’ olacakmış. Eczanelerde görüldüğü gibi sabit fiyatlarla gıda satışları söz konusu olacakmış ama bunun arkası gelmedi.

Ö.Ö.: Galiba gazeteler bunu dedi ama gerçekten ‘öyle bir reyon olmayacak’ diye açıklama yapılmıştı en son.

A.B.: İktidardan bir açıklama gelmedi bu konuda benim hatırladığım kadarıyla.

Ö.Ö.: Sanki buna dair bir açıklama yaptılar.

A.B.: Bunların bile düşünüldüğü haber olduğu bir haldeyiz, Hal-i pür-melaliz böyle değinilmesi gereken o kadar çok konu var ki her birine değinme maalesef imkanımız yok.

Kısaca bir hususa daha değineyim çok önemsediğimiz bir imalat sanayimiz vardır, buradaki duruma baktığımızda, ki burada da büyük bir tekelleşme var ölçek bazında. İmalat sanayii ülkenin istihdam hacmini çok önemli kısmını oluşturuyor. Ülkede 180 bin 637 firma olduğunu Merkez Bankası Sektör Bilançolarını Araştırması söylüyor. Bunların kaç tanesi büyük? 4 bin 733’ü büyük firma olarak kabul ediliyor. Büyüklerin oluşturduğu istihdamın toplam istihdam içindeki yeri % 2.6, kalanları küçük firmalar sağlıyor ve onların durumları vahim. Ayrıca bu küçük firmalar yüksek faizle alınan /alınamayan krediyle boğuşuyorlar. Büyüklerin öyle bir sorunu olmuyor, onlar yabancı para, dış kaynak buldukları için büyük sorun olmuyor. Büyüklerde finansman giderlerinin üretim maliyetlerindeki içerisindeki payı düşük , küçüklerde ise yüksek, büyüklerde ise daha stabil ve düşük.

Sadece finansman giderleri ve istihdam üzerinden baktığımızda büyüklere yönelik bir aktarımın olduğunu ve büyüklerin artık istihdamda yüksek bir paya sahip olmadığını anlıyoruz. Sürekli bir transfer söz konusu, zenginlik ve servet yoğunlaşması nüfusun %1’inde, uzattığınızda %10’da servet ve refah yoğunlaşması olduğunu görüyoruz. Geriye kalanların çok ciddi bir şekilde kalıcı yoksulluğa itildiğini tespit ediyoruz. Hürriyetsizliğin, yoksulluğun ve kuraklığın kalıcı olduğu bir ülke haline geldik.

Ö.M.: Evet, buna şunu da eklemek mümkün olabilir: Hukuksuzluk ve adaletsizlik.

A.B.: Evet, onlar da önemli.

Ö.M.: Bugün Fikret İlkiz’in ‘İnsan hakları, yasaların kurbanı’ diye bir yazısı var T24’te. “Tahliyeniz cezaevinin çıkış kapısına kadar sürebilir ve kapılar yeniden ve tekrar üstünüze kapanabilir,” diyor İlkiz. Çok tuhaf bir haber ve bu konuya da zaten daha önce değinme fırsatımız oldu yani önce tahliye kararı alıp sonra tekrar tutuklanma. “Hiç şaşırmayın çünkü bütün bu olup bitenler yasaldır, sistemin yasaları uygulanmaktadır. Salıverilme kararları bir varmış, bir yokmuş” diye anlatıyor İlkiz yani hukuksuzluk da var.

Bir de tabii gene
T24’ten Gökçer Tahincioğlu, hukuksuzluğun resmi rakamlara göre deprem affı gerçekleştirildiğini söylüyor ki o da çok vahim bir durum. Resmi rakamlara göre 53 binden fazla insanın yaşamını yitirdiği, 10 binlerce binanın yıkıldığı depremden sonra açılan dava sayısı resmi rakamlara göre 116 binden fazla. Tutuklu sanık sayısı ise sadece 148. Şimdi de “11.yargı paketinde bu davalarda verilecek cezalar kuşa çevrilecek” diye bir deprem affı olduğundan bahsediyor, sistem olarak vahim bir hukuksuzluk örneğine değiniyor Tahincioğlu.

A.B.: Geçen haftalarda cumhurbaşkanına hakaret davasının 100 bini aştığını söylemiştik. Canan Yıldız, Medya Çalışmaları Derneği’nin gazetecilere yönelik yaptığı araştırmaya dayanarak 29 Kasım tarihinde yayınlandığı makalede yazdı. İfade özgürlüğü kapsamına giren davalarda tutuklu sayısı 1 yılda %560 oranında artmış.. Sektörümüzde tutuklu sayısı 2025’te %560 oranında artmış. İçinde bulunduğumuz kalıcı hukuksuzluğun göstergelerini saymakla bitiremeyiz.

Bu arada AB raportörünün açıklamalarına geçtiğimiz günlerde gözüme çarpmıştı. “Türkiye’deki adaletsizlikleri izlemek acı verici” diyor. Nihayet oradan da bir ses çıktı! Manzara-i umumiye kısaca böyle..

Cuma ya da Cumartesi günüydü galiba, Anayasa Mahkemesi’nin 2016’dan sonra hayatımıza giren Türkiye Varlık Fonu’yla ilgili çok önemli bir kararı yayınlandı. Varlık Fonu, Cumhurbaşkanının başkanlığında, onun çevresiyle oluşan bir yönetim ve Türkiye’nin çok önemli ekonomik büyüklüklerini içinde barındıran bir kuruluş , TMSF ile sigorta fonuyla birlikte muazzam bir güç. Ve bu güç başından itibaren denetim dışında olan bir güç halinde örgütlendi. Denetimsiz bir kurum.

Biliyorsunuz, Varlık Fonu’nun kuruluşu 2016’da darbe girişiminin sonrasında oldu. Varlık Fonu’nun içinde bulunan kamu kuruluşları, iştirakleri ve şirketleri muazzam özgürdürler, kamu ve Meclis denetiminin dışındadırlar.

Anayasa Mahkemesi, sürpriz şekilde Varlık Fonu’nun kontrolündeki şirketlerin a TBMM ve Sayıştay denetimlerine açık olması gerektiğini belirterek denetimi zorunlu kıldı. Biliyorsunuz; Sayıştay, Meclis adına bu denetimleri yapar ve Meclis’e getirir, Meclis’te görüşülür. AYM’nin bu kararı iktidarın kontrolsüz kullanımına ilişkin çok önemli bir hamle. Yeniden kamunun mevzuat alanına sokulmuş oluyor, ‘yasama denetiminin dışında tutulamaz’ diyor karar. Gerçi kararın uygulanması dokuz ay sonra olacak. Karar çok uzundu, doğrusunu söylemek gerekirse hukukçu desteği almadan incelemek güçtü ama ben özetle şunu söylemek istiyorum; bu kararın iktisadı, hukuki ve siyasi olarak değerlendirilmesine ihtiyaç var. Sonuçta fütursuzca gelişen adına ‘sultanizm’ denilen bir rejim içerisinde oluşan bir kurum Varlık Fonu.

Varlık fonlarının dünyadaki uygulamalarını pek çok kez gündeme getirmiştik; otoriter rejimlerde çoğunlukla varlık fonları vardır, hatırladığım demokrasi de İskandinav ülkelerinde, Norveç ve İsveç’te var , elbette bu fonlar meclis denetimine..

Türkiye’de KİT’ ler için az da olsa şeffaflık eskiden vardı, iktidarlar her zaman kamu iktisadi kuruluşlarının bilançolarını yeterince şeffaf şekilde parlamentoda görüşmezlerdi, oylanır geçerdi ama raporlar, basının önüne, kamuoyunun önüne gelirdi . AYM kararı ile geçen 10 yılda yaşadığımız üzere Varlık Fonu’nu istedikleri gibi yönetmek imkanları ortadan kalkıyor. Bu karar neye işaret ediyor ? Ben bu kararın siyasal açılımını ne olabilir, siyasal anlamı nedir diye açıkçası kafa yormaya çalışıyorum.

Ö.M.: Evet, esas olarak ben de onu sormak istiyordum Ali Bey; nasıl değerlendirmek lazım?

A.B.: Anayasa Mahkemesi’ni de hep inceleriz programlarda özellikle Anayasa Mahkemesi’ndeki üyelerin ne zaman ve kimin tarafından atandığına bakarız. 12 yıllığına seçiliyor hatırladığım kadarıyla Anayasa Mahkemesi üyeleri ve 65 yaşına kadar görevde bulunuyorlar. Dolayısıyla uzun süre görev imkanları var. Bunun dışında değişiklik ancak darbe girişiminde oldu biliyorsunuz, Anayasa Mahkemesi’nin iki üyesi tutuklanmıştı o dönemde. Bugün Anayasa Mahkemesi üyelerinin neredeyse tamamı AKP iktidarı tarafından atanmış durumda. İki üyeyi Abdullah Gül atamış, diğerleri bizzat Erdoğan tarafından Erdoğan’ın meclisi tarafından atandı. Danıştay ve Yargıtay gibi kurumlardan gelenlerde var ancak bu kurumlarda homojenleştirildi - yargıda da bir homojenleşme yaşıyoruz. Son bir yılda yargı kurumları içinde Danıştay’daki daire başkanlarının seçiminde de bazı sorunlar yaşanmıştı. Yüksek yargıda ve genel olarak yargıda iktidar ortaklarına göre bir yapılanma var.

Anayasa Mahkemesi içinde de her iki partiye de yakın üyeler var, tüm yargı kurumları içerisinde de iki partiye yakın üyeler var, dolayısıyla
her iki parti arasında yaşanan gerilimler yüksek yargıya da yansıyor diyebiliriz. Anayasa Mahkemesi’nin; ‘görevime artık çok fazla müdahale edilmesini istemiyorum, kararlarımın uygulanmasını istiyorum refleksi de olabilir elbette ama aynı zamanda iktidar ortakları arasında bir gerilimin sonucu olarak da bakabiliriz.

Uzunca bir süredir yüksek yargı, iktidarın kontrolünde giden, iktidarla çatışmayan ve buna rağmen kararları uygulanmayan - özellikle Anayasa Mahkemesi için söylüyorum - bir durumaydı.

AYM’nin, TVF’nin TBMM denetiminde olması gerektiğine ilişkin kararına yüksek yargı içindeki iktidar güç dağılımı açısından bakmak mümkün.

Aslında üzerinde ciddi durulması gereken bir kararın kapısını aralamış olayım ben bugün; Anayasa Mahkemesi normal bir reflekste bulundu, Anayasa’ya aykırılığını söyledi bu işin. Kararlara bayağı baktım ama oy çokluğu ile geçen yerleri var, çok uzun bir karar. Dediğim gibi, teknik bir hukukçunun izlemesinde de fayda var, biz daha çok siyasal yanına bakıyoruz, büyük bir olasılıkla bu karar, iktidar ortaklarıyla Anayasa Mahkemesi üyeleri arasındaki ilişkilere gerilimlere bakarak açıklanmaya muhtaç gibi geliyor bana.

Ö.M.: Çok teşekkür ederiz Ali Bey, bunu konuşmaya elbette devam edeceğiz.

A.B.: Hoşçakalın, iyi yayınlar!

Ö.Ö.: Görüşmek üzere.