Ekonomi Politik'te Ali Bilge, Türkiye'nin güncel ekonomik krizini ve iktidarın krizden çıkmak için geliştirdiği mekanizmaları değerlendirdi.
(13 Haziran 2022 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)
(Bu metin hızlıca hazırlanmış bir ses kaydı deşifresidir, nihai biçiminde olmayabilir.)
Ömer Madra: Günaydın Ali bey, merhabalar.
Ali Bilge: Merhaba Ömer bey, merhaba Özdeş, günaydın.
Özdeş Özbay: Günaydın.
AB: Nasılsınız?
ÖM: Vallahi bu olağanüstü yoğunlukla baş etmeye çalışıyoruz. Genellikle de kötü haberler peş peşe geliyor. Ankara'da da oldukça ciddi bir sel felaketi yaşanmış anladığım kadarıyla.
AB: Yani ben o bölgeleri izledim ama zaten bu tür yağışlarda Ankara'nın çukur bölgelerinde, altyapı sorunlarının olduğu bölgelerde yıllardır kendini gösterir. Alt geçitte insanlar ölür, metroda insanlar ölür, boğulur. Geçmişte de, yani hatırladığım kadarıyla 1957 yılında Mamak Deresi'nin taşması neticesinde -hatta onun görüntüleri de var- çok ciddi bir sel felaketi yaşanmış. Elmadağ taraflarından akan su… O zaman Ankara'da dereler -yani benim çocukluğumda da öyleydi- şehrin içinden görünürdü. Ankara bir dereler şehridir; güneyden kuzeye doğru, batıya doğru akan dereleriyle meşhurdur. Onlar sonra Çubuk Çayı’nda, oradan da Sakarya'ya kadar filan gider. Cebeci, Sıhhiye gibi bölgeler sık sık muhatap olurdu. Ama bugün, yani o 1950’li, 60’lı yılların ötesinde bir durum var. Evet, şehir de büyüdü tabii. Dolayısıyla başka yerde yağmur yağarken öbür tarafta duruyor filan. Ama mesela ben tanık oldum, önce bilye büyüklüğünde dolu yağdı, cam kırılıyor zannettim... O bir 10 dakika devam etti, sonra yerini şiddetli yağmura bıraktı. Beş dakika sonra başka bir şey... Yani iklim etkisinin muazzam örneklerini başkent Ankara da, bütün Türkiye gibi yaşıyor. Bugün de okullar tatil edilmiş bildiğim kadarıyla.
ÖM: Evet, bir gün için tatil edilmiş. Çeşitli internet gazeteleri de farklı rakamlar veriyor. Daha doğrusu, ikiden fazla, üç kişinin hayatını kaybettiğine dair epey haber var, araştırıp baktığınız zaman görüyorsunuz. Bir de Cumhuriyet Halk Partisi Mamak Gençlik Kolları başkan yardımcısı da sitem etmiş. Yani Bakan Kirişçi de, kendisi birkaç gün önce Erzincan'daki Başpınar Mahallesi'nde yaşanan sel afetinin üzerine “iklim değişikliğini anlamakta güçlük çekiyoruz” diye çok tuhaf bir açıklamada bulunmuş.
ÖÖ: Yıllar önce bakanın da kullanabileceği bir sloganımız vardı, “Acayip havalar” diye.
ÖM: Açık Radyo kitaplarının ilkiydi aslında. Kate Evans’ın çizgi romanı, “Acayip Havalar” başlığını taşıyordu, evet.
AB: Orhan Veli'nin miydi o da, “beni bu havalar mahvetti”?
ÖM: Bilgi vermek gerekiyor herhalde.
AB: Şimdi, başka bir sel felaketine geçelim, o da ülkenin ekonomideki sel felaketi; yani baraj yıkıldı. Mesela Manavgat Barajını görmüştüm, gitmiştim. Manavgat Barajının gövdesi çok kalındır, çok büyük bir gövdesi vardır. Bildiğim kadarıyla Türkiye'nin gövde kalınlığı en büyük barajlarından bir tanesidir. Yani o barajın yıkılmasıyla herhalde birkaç kent sular altında kalır. Tabii barajın rezervuarında su kaldıysa… Türkiye'de bugün yaşadığımız ekonomik çöküntüyü -ki aynı zamanda otokrasinin de çöktüğünü ifade ediyor- barajın yıkması sonucundaki sele benzetebiliriz. Gerçekten bunun, 2018’den sonra tüm organlarıyla Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen otokratik rejimle birlikte tam teşekküllü olduğunu söyleyebiliriz. Ama işi Gezi’den bu yana getirmek gerekiyor. 2014’te partili başkanlık sistemine geçildi. Hatta 2013’ten itibaren, Roboski Katliamı’nın aydınlatılmamasından itibaren demokratik gelişmeler üst üste eklendi ve ekonomide de akıl dışı, daha doğrusu bir dönem aklın içinde kalıp kendine uygun bir ekonomi, AKP ekonomisi iktidar ve çevresindekilere kenetlenmiş aile sistemiyle, şüreka kapitalizmi dediğimiz bir sistemle kaynakları inanılmaz bir şekilde çarçur etmişsiniz, 128 milyar doların hâlâ hesabını vermiş değilsiniz. Bir kalemde kamusal mallar, kamusal varlıklar kişisel servetlere dönüştürülüyor. Kamusal servetlerin kişisel servetlere dönüştüğünü gösteren inanılmaz bir külliyat var. Kamu-özel iş birliği vesaire gibi yatırımlar, verimsiz yatırımlar ve yüksek maliyetlerin en geniş toplumsal kesimlere ödetilmesi ve sonunda bolca yaşanan, son yirmi yılda inanılmaz bir borçlanma gibi şeyler var. Bu borçlanma neticesinde, Türkiye'de bunların büyük bir bölümünün de verimsiz sektörlere yayıldığını, büyük bir bölümünün getirisi olmayan alanlara yayıldığını görüyoruz. Yani Erdoğan anlayışı çerçevesi içerisinde Türkiye kapitalizmi; faiz gibi dünya ekonomisinde, sağdan sola ortak bir tanımı içeren bir kavrama ters bir şekilde yeniden bir şeyler kazandırmaya çalışılması, onun sonra telafi edilerek başka, örtük bir şekilde yükseltilmeye çalışılması, ehil ellerden uzaklaştırılması gibi şeylerden söz edebiliriz… Yani bu örneği veriyorum; otokrisiyle de yönetilirsiniz, cuntayla da yönetilir, ama tercih ettikleri çerçevede bir kadro kurulur. Adam gitmiş, Pinochet, Friedman’ı ve Chicago ekibini getirmiş. Yani adam oturmuş, çalışmış, rezil bir şekilde zenginler gözetilmiş, fakirler gözetilmiş; işte ona göre bir emeklilik sistemi yapmış, neoliberalizm tam olarak neyse onların şartlarını yerine getirmiş. Ama burada gerçekten Birinci İbrahim dönemini yaşıyoruz. Bir samur kürklerimiz eksik şu anda. Yani biliyorsunuz, Birinci İbrahim herkesin samur kürk giymesini istemiş, sarayı da kürklerle kaplatmış.
Yeni bir düzenleme içine girildiğinde önerim “yolsuzluklar ve sözleşmeler bakanlığı”
Benim yaklaşık -neredeyse 45 yılı bulan- öğrencilik yıllarımdan beri ekonomiyle ilgili bir haşır neşir olma sürecim var. Böyle çok tabloyla karşılaştık ama yani eninde sonunda az demokraside, beğenmediğimiz az demokraside de demokrasiyi genişletmek için araya tren mekanizmaları girerdi; iş dünyası, emek dünyası girerdi, grevler olurdu. Grev yapamıyorsunuz! İş dünyası, özellikle muhalif iş dünyası bir denetim mekanizması içerisinde. Bütün muhalif çevrelere düşman ve terörist gözüyle bakılıyor, buna sosyal taraflar da dahil. Yani otokrasinin omuzlarında büyük bir sosyoekonomik çöküntü var, onun altında eziliyor. Bununla birlikte bir taraftan da şu da var tabii; skandallar, yolsuzluklar… Onlar da birbirinin üstüne eklenmiş durumda. Yani bu çöküntü, sosyoekonomik çöküntü nedeniyle iktidardan uzaklaşmalar söz konusu oluyor. İktidar buna karşı güvenlik açığını hep kullanıyor, korku parametresini devreye sokmaya başlıyor. Ama bu da denenmiş bir şey. Yani daha önce, 2015 yılında iktidarı kaybettiğinde -ki o gün böyle bir ekonomik çöküntü söz konusu değildi- yüzlerce insanın ölümüne sebebiyet veren katliamlar yaşadık ve bu korku açığı, güvenlik açığının, korkunun iktidarın tekrar tek başına iktidar olmasını sağlamaya gücü yetti. Ama bugün böylesine enstrümanlar denense de -ki baskı artıyor- bu güvenlik açığı hatırlatılmaya çalışılıyor. Eskisi gibi din meselesi de kıymet vermiyor. Korku platformları, güvenlik açığı platformları; işte Suriye'de harekât yapacağız, Yunanistan'la kavga edeceğiz, it dalaşı vesaire…. Bütün bunlar, yani etraftaki “Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur” edebiyatının yeni versiyonları iktidar tarafından kullanılsa da bu çöküntüye engel olunamıyor, çünkü çok uzunca bir süredir ipin ucu kaçtı. Dolayısıyla bütün bu yaşananlar aslında muazzam bir çaresizliği gösteriyor. Son dönemde de iktidar, kendinden menkul ekonomi denmeyecek anlayışlarla yönetiyor. Dünyada otokrasilerde, demokrasilerde, böyle başlı başına bir faiz politikası uygulayan ülke yok. Yok yani böylesi! Buna da ne diyelim? Putin de söylemişti değil mi, “Biz Türkiye'nin yaptığını yapmayız” filan diye. Yani akıldışılık da geliyor. Tabii ki menfaatler her gün bu çevre için kollanıyor, buna göre uygulamalar yapılıyor. Daha iki gün önce okudum, İstanbul'un göbeğinde bir kamu arazisi AK Partili bir milletvekiline satılmış. Yani her gün bunları yaşıyorsunuz. Onun için, Türkiye kurulduğunda en önemli kurulacak şeyler arasında anayasa, başbakanlık makamının olması gerekiyor. Yeni bir düzenleme içine girildiğinde önerim “yolsuzluklar ve sözleşmeler bakanlığı”. Yani bu, neler yapıldığına dair 10 yıl boyunca çalışır. Aşağı doğru inanılmaz bir servet transferi olduğunu görüyoruz. E son zamanlarda da gerçekten sayısız şeye tanık oldum; ekonomik mini krizler, büyük krizler, programlar… Genel olarak bizim nesil olarak kalkınma iktisadı okuyarak büyüdük ve genelde de toplumsal refahı, refahtan pay almayan kesimler, az pay alan kesimler için nasıl arttırabiliriz öğretisi içerisinden geldik, sol, kalkınmacı bir perspektifle geldik. Sonra onun üzerine dünyada ve Türkiye'de iktisatçılar tarafından bir neoliberal şerbet döküldü. Onun getirdiği iklimler, sarsıntılar, seller yaşadık. Ama bunlar dışında birtakım programlar geliştirildi; onları takip ettik gazeteci olarak, yayıncı olarak. Burada da 20 yıldır naçizane, olabildiğince yapmaya çalışıyoruz. Bu süre içerisinde Türkiye sabit kur rejiminden, sermaye kontrolü rejiminden dalgalı kur rejimine geçti. Sermaye hareketleriyle, bunlarda da yaşanan krizler filan… İşte IMF'li dönem, IMF'siz dönemler filan… Ama bu işler bir kitaba göre yapılır. Dünya deneyimlerini öğrendik. Neyi öğrendik önce? Latin Amerika'yı öğrendik, sonra Asya… İsrail deneyimi çok önemliydi, İsrail'den çok ders aldık. Sonra Rusya ve Doğu Avrupa ülkeleri liberalleştiler, komünist rejimler yıkıldı, onların krizlerini yaşadık, küresel bazda krizler yaşadık, özellikle piyasaların teknolojiyle bölüştüğü; işte 1987’yi hatırlıyorum, Kara Pazartesi, Kara Cumartesi filan… Türkiye'de sermaye hareketleri serbest bırakıldıktan sonra ilk karşılaştığımız kriz 1994 kriziydi, 2001 krizini filan yaşadık… Bu tür durumlarda para politikasında genel bir çerçeve çizersiniz, kamu dengesini o çerçeve içerisine oturtturursunuz. Özellikle ekonomide tespit ettiğiniz hastalığa göre de para ve maliye politikası araçlarını kullanırsınız, bunları bir set içinde deklare edersiniz. İş dünyası, emek dünyası vesaire; onlar karşı çıkar, öbürü bir şey yapar, “bu emek dostu değil” der… Bunlar olur, ama bunlar bir şeyde olur, bir kıvam içerisinde olur. Mecliste tartışılır, medya tartışır vesaire ve bunlar için de der ki adam “benim bir açığım var, bu açığımı tamamlamak için bir kaynak paketi hazırlamam lazım”. Türkiye bugün dövize takla atıyor. Hani “döviz gelsin, eskisi gibi gelmediği için bunlar oluyor” diyor. Çıkış olduğu için döviz gelmiyor. Bunun için de der ki “ben ucuza kaynağı nasıl bulabilirim?” Bu da bugünkü kapitalist dünya içerisinde, 1947’den bu yana değişen şekillerde Uluslararası Para Fonu vesaire ile oluyor. Yapısal işlerde de Dünya Bankası'na gidiyor. Orada diyorsun ki “abi ben şu rejimimi şöyle yapacağım, bana bir kredi ver”, IMF de diyor ki “senin şuradaki ortaklığın bu, sana şu kadar taze para veriyoruz”… Dolayısıyla IMF'yle çalışıyorsun, bankayla çalışıyorsun, çünkü ucuz kaynak orada. Günümüz dünyasında -biraz sonra değineceğim- ülkelerin borçlanma tarihine baktığımızda, son yüzyıl içerisinde artık nereden borçlanıyorsun? Çoğunlukla piyasalardan borçlanıyorsun. Bir de uluslararası kuruluşlar sana daha ucuz kredi veriyorlar ama onlar da senin önüne şartlarını getiriyorlar. Dolayısıyla ne oluyor? Eğer ciddi bir program hazırlayacaksan, işe içeride dengeleri sağlayacak ve tercihlerini ortaya koyan bir program oluşturuyorsun. Bunun için istersen gidiyorsun dışarıdan destek alıyorsun; Paris Kulübü'nden, OECD'den, IMF'den… ya da kendinden oluşturuyorsun ve adamlara diyorsun ki “biz böyle bir tercihte bulunduk, bize bir para verin, ucuz kaynak olsun”. Onlar da “tamam” diyor. Sonra ateşi söndürmek için geliyorsun… İşte 2001’de de bunu yaptık. Ama bunun arkasında böyle bir çalışma yatıyor yani. Bu arada üniversiteden destek alırsın, çeşitli gruplar, emek gözetilir; genelde emek gözetilmez zaten de… Şimdi gerçekten trajikomik bir şey yaşıyorsunuz. Yani adına ben “Nebatikıl ekonomi” koydum. Gerçekten kadroları da -yani iyi kötü Türkiye'de, Ankara'da işte otuz yıl akademik yayıncılık yaptık- her dönemin kadrolarını bilirim, çoğunu tanımışımdır. Bürokrasiyi, bürokrasi kalitesini geçmişte de eleştirirsin ama doğrusunu söylemek gerekirse AKP'nin birinci ve ikinci kuşak ekonomi kadroları bizim de tanıdığımız insanlardı ve kapasitelerini, bakışlarını bildiğimiz insanlardı. Nitekim bunlar şu anda Gelecek ve Deva'da ya da İYİ Parti'ye gitmiş insanlar. İyi kötü yol yordam bilen insanlardı, iyi kötü bilen insanlardı. Çünkü iç içe yaşarlardı ve öyle bir kopuş da yoktu. Nitekim ilk kadrodaki arkadaşların çoğu benim de dergi çevresinden tanıdığım insanlar; tercihlerini bilirsin, aklını bilirsin, yaklaşımlarını bilirsin. Hükümette yer alan, işte Ali Babacan gibi, aslında liberal, neoliberal saksıda yetişmiş iktisatçılar, ama yani kim olduklarını biliyorsunuz. Şimdi ipin ucu kaçtı. Yani bu tür bir durumu hazırlayabilecek bir yapı çözüldü. Bunun temel nedeni sistem; yani Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi gibi otokratik, baskıcı bir rejim ve baskıcı rejimin başında da tek bir kişi var. Ve o bu işleri de kendinde biliyor, delege de etmiyor.
Türkiye ekonomik iflasın eşiğinde
ÖM: Ben bir de kısaca şeyi sormak istiyorum Ali bey, bu Enflasyon Araştırma Grubu -kısaltılmışı ENAG- adıyla yeni bir rapor, ‘Mayıs Ayı Ekonomik Analiz Raporu’nu yayınlamışlar -Gazete Duvar’da var- ve “yanlış para politikası kararları beklentileri daha da bozmaya devam ediyor, yılın ilk çeyreğinde %7.3’lük bir ekonomi büyüme gerçekleştiğini, fakat vatandaşlarımızın alım gücündeki azalmanın orta sınıfı yok eder biçimde gerçekleştiğini izliyoruz” dedikten sonra bir de “temerrüt risk sınırı, yani ülke iflası olarak geçen puanların her geçen gün daha fazla yakınsandığını da belirtmek isteriz”, demiş. Yani ülke iflası, ekonomi iflası diye bir vurgudan bahsediliyor.
AB: Efendim, açık rejimlerde bunun -CDS dedikleri- uluslararası göstergeleri var, sizi takip ediyor. Yani sizin, ülkenizin borçlanma maliyetinizin durumuna göre CDS her gün oynuyor. Bu 2008 global krizinde 800’lere ulaşmıştı, şimdi o rakamı geçti. Zaten oradaki gösterge 900 olduğunda iflas etmiş oluyorsun.
ÖM: Evet. Yani bu durumun…
AB: Bizim eski moratoryum yani.
ÖM: Moratoryum, evet. CDS dediğiniz bu durumun, “risk primindeki 700 baz puanın aşağısına düşmeyen seyirle de yansımalarını teyit etmekteyiz”, diye devam ediyor ENAG raporu ve “temerrüt risk sınırı, yani ülke iflası olarak geçen puanların her geçen gün daha fazla yakınsandığını belirtmek isteriz”, demiş.
AB: Yani biz 1970’lerde meşhur Demirel'in lafıyla “70 cent’e muhtacız”.
ÖM: Evet.
AB: O, kapalı ekonomide böyle. Açık ekonomide ise eksi rezervlerle hayat dönüyor, yani bu durumdasın. O dönemde sermaye kontrolü var, sabit kur rejimi var. Dolayısıyla ne oluyor? Ham petrol tankeri geliyor, Derince yakınında TÜPRAŞ’a hortumun vanasını ancak TCMB, Merkez Bankası parayı transfer ettiğinde açıyor, öyle günleri yaşamıştık. Bunlar kapalı ekonomide olan. Yani şu anda da hem eksi döviz rezervlerinizdesiniz, borçlanamıyorsunuz, ülkeye sıcak para da girmiyor; fiziksel sermaye yatırımı, yabancı sermaye zaten yok ve bu çerçeve içerisinde aldığınız önlemler birbiriyle çelişiyor. Yani bunları demin anlattığım anlık bir kapsam içerisinde yapan bir iktidar, hükümet, ekonomi yönetimi söz konusu değil. Dolayısıyla çok uzunca bir süredir… Enflasyonla mücadele etmek diye bir kavramı yok. Merkez bankan, iktidarın bunu kabul etmiyor. Akıldışı bir faiz anlayışı var; arttırmaları örtük yapıyor, ama birini artırırken öbürünü kesiyor, birbiriyle çelişen uygulamalar yapıyor. Yabancıları da bu uygulamalara… Yani güven duygusu çok önemli bir duygu. Hele bu piyasa ekonomisi denen dünyada, onların güven olarak baktığı meseleler ortadan kalkmışsa zırnık gelmiyor. Geliyorsa da bu CDS primleri çok yüksek maliyetlerle döndü. Hâlâ bankalar sendikasyonlarını yüksek maliyetlere yenileyebiliyor; imkân var ama çok yüksek maliyetlerle. Dolayısıyla elde avuçta ekonomiyi yönetebilecek bir şey kalmıyor ve sosyal sınıflar, orta sınıf, orta-üst sınıflar, biz altı ay içerisinde yaşadığımız fakirleşmeyi, hepimiz hayatımızda görüyoruz, değil mi? İnanılmaz bir fakirleşme.
Kur garantili mevduattan TL'si olanlar yararlandı
Bakın, -galiba 223 milyar dolardı- bankalarda hâlâ dövizde, para kıpırdamıyor. Kur garantili mevduatta büyük dönüşümler oldu, ama TL'si olanlar yararlandı; şirketler de yararlandı, yabancılar da yaralandı. Ve o da kurun yükselmesini engelleyemedi. İşte şimdi GES mes, süper bono mantığında bir şeyler çıkarmaya çalışıyoruz. Onu da beceremediler, olmadı yani. Burada mesele şu; bu iktidara, bu rejime güven kalmamış. Dolayısıyla büyük bir erozyon yaşanıyor. Barajın seti yıkılmış, ovayı su basmış ve orta sınıf, orta-alt sınıf, yoksullar… bizim normal şartlarda 17 milyon yoksulluk ve yoksulluk sınırında yaşayan nüfusumuz vardı. Şimdi ölçmedik. E buna ne eklenmiş? Dünya gıda krizi, pandemi, savaşlar… Küresel ekonomideki gelişmelere göre Avrupa Merkez Bankası olsun, Amerikan Merkez Bankası olsun o ülkelerin faizleri yükseltme süreçlerine girmesi… Türkiye'de altı yüz bin dolar milyoneri var, onlarda bir problem yok. Bunlar toplam mevduatın da %65’ine filan karşılık geliyor. Evet, hani Türkiye'de insanlar diyor ya “ya bütün balık lokantaları dolu”, kabaca 85 milyonluk nüfusun %10’u fena değil. Yani bunu da gruplamak lazım. Türkiye’yi düşündüğümüzde bu Bulgaristan'ın üstünde bir nüfusa karşı geliyor. Bunlar lokantaları dolduruyor tabii. Gelirleri bu kamusal transferle artan kesimler var, ihracatçı olan, ücretlerini bu şekilde alanlar var. İşte bunları sıraladığınızda belli bir kesim… Ama bunun altında - kabaca bu sekiz buçuk milyonu diyorum, sekiz buçuk da bunları yapamıyor- muazzam bir açlığa kadar uzanan… Türkiye için söylenen bir şey vardı bizim yıllarımızda; “Avrupa'nın manavı-kasabı olun” derlerdi. Biz sol olarak ona da karşı çıkardık, “ne demek! Biz sanayileşeceğiz, demir üreteceğiz, çelik üreteceğiz”... O tartışmaları hatırlarsınız, münazaralar filan olurdu. Şimdi biz Avrupa'nın manavı-kasabı bile değiliz.
ÖM: Burada ülke iflası lafı çok kolay söylenebilecek bir şey değil, ama galiba bilimsel bir temele de oturuyor ve ENAG raporu aynı şekilde orta sınıfı yok eden ve fakirleşen bir büyümeden bahsediyor. Bir de son olarak -süreyi de bitirdik ama- bir cümleyle şuna da değinmek isterim; İstanbul'da Galataport’un dünya basınına konu oldu ve Agence France Presse -Fransız Haber Ajansı AFP- projeyi iki yüz yıldır halkın kullanımına kapalı, 1.2 kilometrelik sahil şeridini hizmete açıp tarihi anıtların tahribatı ve çevreyi kötü etkileme riski sebebiyle ciddi eleştirilere maruz kaldığını, ama turizm için her şeyin yapıldığını ima ediyor. Ve bunun büyük bir kıyım olduğunu… Yani sular şehri Venedik bile vazgeçmişken, bunun -kruvaziyer-aşk gemisi dedikleri şeylerin- bu çok modern merkezinin, Türkiye'yi turizm gelirleriyle kurtarmasına güveniliyor, diye bir yorum yapmış.
AB: Onunla kurtarmak mümkün değil, onu da biliyoruz. Ama son olarak, bu rejimi her anlamda şiddetsiz direnişte bulunarak, itaatsizlik dediğimiz direnişte bulunarak göndermek elimizde. Yoksa 21. yüzyılın ilk 25 yılı – gelecek sene 23 yıl olacak- bitmiş durumda ve Türkiye uzun yıllar yeniden inşa edilecek bir ülke haline geldi diyelim. Aslında sermaye kontrollerine değinmek istiyordum, çünkü bundan sonraki aşama sermaye kontrolleri mi, diye hep konuşuluyor. Onu da gelecek haftalara bırakalım isterseniz.
ÖM: Çok teşekkür ederiz Ali bey.
AB: Sizlere de kolay gelsin.
ÖÖ: Görüşmek üzere.
ÖM: Hoşça kalın.