"Cumhurbaşkanlığı hükümet rejimi değişmeden, depremle ilişkili düzen de değişmez"

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Politik'te Ali Bilge, 6 Şubat depremlerinin yıl dönümünün ardından değerlendirmelerde bulunuyor.

""

Ömer Madra: Merhaba Ali Bey, merhabalar!

Ali Bilge: Merhaba Ömer Bey, merhaba Özdeş!

Özdeş Özbay: Günaydın!

Ö.M.: Hakikaten haftanın özetini yapmak hafta sonunda artık imkânsız hale geliyor. Bir gece içinde 100’ün üzerinde insanın İsrail tarafından öldürülmesi ya da korkunç hayalet bir gemi tarafından karnaval zamanı ortalığı birbirine katan Trinidad ve Tobago’daki petrol döküntüsü ve bir de iklimle ilgili Atlantik okyanus sirkülasyonunun durma noktasına gelebileceği gibi araştırmalar peş peşe gelirken, ne diyeceğimi bilemedim, sözü size bırakıyorum.



A.B.: Şubat 2023 depremlerinin üzerinden bir yıl geçti. Geçen hafta depremler sonrasını değerlendirmeye başlamıştık, ona devam edelim isterseniz. Unuttuğumuz bir hususu hatırlatmakla başlayayım; geçen hafta imar barışları ile depremlerin facia ile sonuçlanması arasındaki bağlantılardan ayrıntılı bahsettim. Çoğu AKP döneminde olmak üzere, Türkiye tarihinde 26 kez imar barışı/affı çıkarılmıştı. Sonuncusu ve en kapsamlısı da 2018’de yapılmıştı

Hatırlatayım,
2023 Şubat depremleri öncesinde 27. imar affı gündemdeydi. Resmi kayıtlara göre 53 binin üzerinde kişinin ölümüyle, bölgenin yerle yeksan olmasıyla sonuçlanan depremlerden önce TBMM’de İmar ve Bayındırlık Komisyonu’nda yeni bir imar barışı kanun teklifi görüşülüyordu. Kanun teklifi, Cumhur ittifakının küçük ortaklarından Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Mustafa Destici tarafından verilmişti. 27. imar barışı kanun teklifinde, ‘ruhsatsız ve ruhsat eklerine aykırı yapılan yapıların kayıt altına alınması, imar barışının sağlanması, yapı kayıt belgesi başvuruları için verilen sürenin uzatılması ve daha önceki imar affında süreyi geçirenlere yeniden hak verilmesi ve bu nedenle verilen idari ve para cezaların iptali edilmesi’ amaçlanıyordu. 6 Şubat depremlerinin olduğu gün Meclis Komisyonu’nda görüşülmeye hazır teklif buydu ve muhtemelen Mayıs seçimleri öncesinde kanunlaşacaktı. Kanun teklifi, ‘hala komisyonda bekliyor mu’ diye baktım, yoktu, çekilmiş olduğu anlaşılıyor.

Bir hatırlatma daha yapayım; Şubat depremlerinden iki ay önce memleket sathında bir deprem tatbikatı yapılmıştı. Yüzlerine, gözlerine bulaşan trajikomik bir deprem tatbikatıydı bu. Kiminin telefonuna mesaj geldi, kimine gelmedi, kimi yerde siren çaldı, kiminde çalmadı, hiç kimse tınmadı, kimse ne yapacağını bilmiyordu, bir acayip durumdu.

Tatbikat AFAD ilişkili kurum olarak İçişleri Bakanlığı tarafından gerçekleştirildi. İçişleri Bakanı tartışmalı isim Süleyman Soylu idi ve kendisi deprem öncesinde ve sonrasındaki bakanlık faaliyetlerinin sorgulandığı bir isimdi. Depremlerde AFAD, Kızılay çöküşünün  sorumlusu İçişleri Bakanlığı, hiçbir işe yaramayan deprem tatbikatı yapmıştı. 

Türkiye oldum olası inşaat sektörüne dayalı bir hayat tarzına sahip bir ülkedir, bu sektörle bu Cumhuriyet ne kadar payidar kalır, bilemiyorum, ama hep böyle oldu.

Bir hatırlatma daha yapayım: Şubat 2023 depremlerinden önce tüm ülkede ve bölgede konut kampanyası devam ediyordu, kampanyayı da iktidarın başı yürütüyordu. İl il sunulan imkanları, projeleri anlatıyordu. Paralarını yatıranlar da vardı ama deprem sonrası bu insanlar perişan oldular. Şubat depremleri olduğunda durum buydu.

99 büyük Marmara depreminin birinci yılında yapılanları değerlendiren bir rapor, Başbakanlık tarafından yayınlanmıştı. O dönemde deprem çalışmaları için Başbakanlık’ta bir komisyon kurulmuştu ve bu komisyon düzenli olarak yapılan çalışmaları takip ediyordu. Devlet Planlama Teşkilatı da çalışmaların sekretaryasını yürütüyordu ve bir rapor hazırlamıştı. Geçen hafta bundan bahsederek, Şubat depremlerinin birinci yılında böyle bir raporun olmadığından söz etmiştim. Birkaç gün önce Cumhurbaşkanlığı Strateji Başkanlığı, depremle ilgili olarak yeni bir rapor yayınladı. 

Raporda, deprem bölgesinde önceliğin vatandaştan çok iş yeri sahiplerine, sermaye sahiplerine, şirketlere verildiğini görüyoruz. 53 binin üzerinde insan ölmüş, muazzam bir göç yaşanıyor ama deprem bölgesinde önceliğin sermaye sahiplerine verildiği anlaşılıyor. İşyerlerinin, fabrikaların ayağa kaldırılması, vatandaşın konteynerlerde, çadırlarda kalmasından daha çok öncelik verilmiş olduğu sonucunu çıkarıyoruz. Sonuçta bölgedeki ekonomik aktiviteyi çok kısa bir süre içerisinde ayağa kaldıracak sermeye destekleri sağlandığını görüyoruz. Vergi ertelemeleri, vergilerin silinmesi, kredi ödemelerinin ötelenmesi, silinmesi, her türlü yeni ve ucuz kredi destekleri ve hibeler ile sermaye sahiplerinin zararlarının ortadan kaldırılarak ayağa kaldırılması öncelikle hedeflenmiş olduğunu anlıyoruz. Vatandaşın bir yıl geçmesine rağmen hâlâ çadırda ve konteynerde kalmasının nedeni anlaşılıyor; vatandaşın birinci öncelik olmadığını anlıyoruz.

Sermaye sahiplerine sağlanan yoğun destek sayesinde, bölgedeki sermaye sahipleri kısa bir süre içerisinde ekonomik aktivitede deprem öncesi vaziyete döndüler, ekonomik canlanma kendini gösterdi. Rapor, deprem sonrası bölgedeki ve ülkedeki ekonomik aktivitelerde beklenen azalmanın bu tür desteklerle telafi edildiğini söylüyor. Sonuçta Türkiye ekonomisinde deprem nedeniyle azalması beklenen ekonomik aktivitenin, inşaat sektörünün harekete geçmesi ile tekrar arttırıldığını görüyoruz.

Deprem harcamaları için gerekli yeni iç kaynakların da tavandan, zenginden değil, herkesten tabana yayılan vergilerle sağlandığını görüyoruz. İç kaynakların omurgasını tabana yayılarak alınan vergiler - örneğin Anayasaya aykırı bir uygulama olan MTV’nin ikinci kez alınmasında görüyoruz.

Depremler sonrası devlet mekanizmasında çok ciddi zaafiyetler yaşandığına da tanık olduk. İlgili tüm kamu kuruluşlarını AFAD’ı, İçişleri Bakanlığı’nı, Kızılay’ın durumunu gördük.

TBMM ise tatildeydi, Meclis’in depremi konuşması istenmedi sadece OHAL’in ilanı için TBMM açıldı ve kapandı. Bakanlar deprem bölgesine çok geç gitti. İktidarın en büyük ortağı Devlet Bahçeli, depremin önemli hasarlara yol açtığı bir il olan Osmaniyeli olmasına rağmen, kendi memleketine çok sonra gitti. Valilerin refleksleri problemliydi.

Her şeyden evvel, askeri birlikler deprem sonrası ortalıkta yoktu, çok geç intikal ettiler, askeri birlikler müdahale edemedi. Afetlerde dünyanın her tarafında askeri birliklerin müdahalelerine tanık oluruz, askeri birlikler neden yoktu? Türkiye’nin deprem sonrasında da, bugün de, her yedi askerden birinin yurt dışında bulunmasının geç intikalde rol oynadığı ileri sürüdü. Suriye ve Irak’ta konuşlanmış askerlerin bölgeye kaydırılmadığını konuşmuştuk. TSK dahil devletin tüm birimlerinde zafiyetler ortaya çıkmıştı. İçişleri Bakanlığı’nın zafiyetleri öne çıkan konulardan biriydi. Ayrıca bölgenin ‘afet bölgesi’ ilan edilmesi gerekirken, OHAL ilan edilmesi de garip karşıladığımız konulardan biriydi.

1999 ve 2024 raporlarını karşılaştırmaya vaktimiz yok ama asıl mesele, sıkça yapılan imar barışları, kentsel dönüşüm uygulamaları ve yapı denetiminin ortadan kaldıran düzenlemelerdir.

AKP döneminde mühendis odalarının yapı denetimiyle ilgili yetkileri ortadan kaldırılmıştı. Peki, Şubat depremleri sonrasında bunlar düzeldi mi? Yerel yönetimlere ve üniversitelere, mühendis odalarına yapı denetimine ilişkin eskisi gibi görevler verilmesine başlandı mı? Hayır. Olumlu bir düzenlemenin olduğunu göremiyoruz. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nin (TMMOB) pek çok kez dile getirdiği husus var – mesela, şantiye şeflerinin görev ve yetkileri çok önemlidir, şantiye şefliği bir projede çok önemlidir. Hem yapının yasalara ve projelere uygun gerçekleşmesinde ve yapının denetlenmesinde en önemli insanlar mühendislerden biridir. TMMOB, Türkiye genelindeki ve bölgedeki şantiye şeflerinin birden çok projeye bakmaya zorlandıklarını, müteahhitlerin ve mal sahiplerinin beş, altı projeye bir şantiye şefi atıyor olmalarının sakıncalarını hep dile getiriyorlardı. Birkaç mühendise ücret ödemek yerine, bir kişi ile idare etmenin sakıncalarını ortaya koyuyorlardı. Bunlar düzeldi mi? Odalara ilişkin düzenlemeler var mı? Hayır, hiçbiri düzelmedi.

Peki, sektörlerdeki şirketlere, sermaye sahiplerine verilen teşvikler var. İyi, tamam, peki de, depremde ülkenin sahip olmadığı araç ve gereçlere şirketlerin yatırım yapmaları mı teşvik edildi? Krediler bu alanlara mı verildi? Yok, hayır! Örneğin, depremlerde enkaz altında kalan insanımızın, çocuğumuzun sesini duyabileceğimiz aygıtımızın olmadığını gördük, bu aygıt Fransa’dan getirildi!

Deprem sonrası eksiklikleri giderecek, ne idari yasal düzenlemelerin, ne de depremler sonrasında kullanılan araç gereçler teknolojisine - bıraktım teknolojiye yatırımı, araç parkının geliştirilmesine yönelik bir hamle mi oldu? Kamu ve özel kuruluşlar bu açığı kapatmak için yatırım yapmaya mı teşvik edildi? Şubat depremlerinden sonra görülen zafiyetleri ortadan kaldıracak yatırımların ve yasal düzenlemelerin yapıldığını göremiyoruz. Deprem sonrası çok önemli bir işlevi olan eğitimli köpeklere bile sahip olmadığımızı gördük.



Ö.M.: Evet, Meksika’dan gelen ve hayatını kaybeden bir köpek anısına da ağıt yakılmıştı hatırladığım kadarıyla, şimdi adını unuttum köpeğin ama Türkiye’den böyle bir olay da olduğunu hatırlamıyorum ben de.

A.B.: Eğitimli köpeklerimiz, enkaz altını inceleyebileceğimiz aygıtlarımız olmadığı için kayıplar arttı. Resmi rakamlara göre 53 bin 500 kişi öldü ancak kayıpları bilmiyoruz. Halen naaşlarına ulaşamamış kayıp insanlar bulunuyor; çocuklarına, annelerine, babalarına ulaşamamış insanlar var, kayıp çocuklar da var - onlar nerede bilmiyoruz. Tüm bu yaşanan olumsuz durumları, görülen eksiklikleri telafi edecek düzenlemeler, uygulamalar var mı? Yok. Geçen bir yılda bunları göremedik.

Ne görüyoruz? Savaşlar ve depremler iştah kabartıyor çünkü yeniden binalar, inşaatlar yapacaksınız, yeniden kamu kuruluşları binalarını, lojmanları, üniversite binalarını, hükümet konaklarını, adliye binalarını, hastaneleri, köprüleri, yolları, sayısız konutları - kamuya sabit yatırımlar gündeme geliyor. Yıkılanlar çürük yapılar. Peki, bunların hesabı sorumlulardan soruluyor mu? Hesap sorma gayreti var mı?

Peki, inşaatlar yeniden yapılırken yenilerinin daha sağlam olacağına ilişkin koşulları/garantileri olan ihaleler mi yapılıyor? Eskilerden hesap sorulmuyor, yenileri nasıl yapılıyor? Yeni ihaleler kimlere veriliyor? Yandaşlara mı? Peki, bu usulüne uygun mu?

Yandaş merkezi havuz sisteminin yerel teşkilatları, ağları olduğunu yıllardır anlatıyoruz. Türkiye’de 22 yıllık bir iktidar var, bu iktidarın merkezi ve yerel düzeyde kamu kaynakları üzerinden servet transferi yaptığı bir mekanizma var. Bu transferler çoğunlukla inşaat sektörü yoluyla gerçekleşiyor. Hiçbir denetime tabi olmayan bir düzenlemeler silsilesi ile gerçekleşiyor. AKP döneminde ihale kanunlarında yapılan değişikliklerin sayısını bilmiyoruz, unuttuk. Deprem sonrası ihale mevzuatına, yapı denetimine ilişkin olumlu düzenlemeler yapıldı mı? Hayır, bunları göremiyoruz.

Türkiye’de inşaat sektörünün motor gücü olan hazır beton üreticilerinin bir derneği var ve bu derneğin yayınladığı bir hazır beton endeksi var. Dernek raporlarına göre , Türkiye’nin yapı stokunun neredeyse %45’i dayanıksız. Üniversitelerin raporlarında da buna işaret ediyorlar. Depremlerde on binlerce insan kaybı var, 103 milyar dolarlık maddi kayıp hesap edilmiş.

Deprem ülkesiyiz, deprem öncesi ve sonrasına dönük, müdahale edecek araç ve gereçleri üretecek sektörlere mi teşvikler verildi? Üniversitelerin araştırma kapasitesini geliştirmek için bir hamle mi yapıldı? Hayır! Üstelik, üniversiteler dökülüyor – o da ayrı mesele - en son Naci Görür de, “İstanbul Teknik Üniversitesi bitti,” diyerek istifa etti.

Deprem ülkesinde, deprem uyarı sistemlerini geliştirmeye dönük bir çalışma var mı? Hayır! Sermaye kesimine ve üniversitelere bu sistemleri geliştirecek teşvikler mi verildi? Hayır!

Hazır beton endeksinden bahsedince aklıma geldi; 2023 Şubat ayında beton endeksi Türkiye’de inşaat sektöründe bir daralma olduğunu göstermeye başlamış. Mayıs’ta seçimler var, kış ayları sektör duralamış, deprem sektörü de daralmanın üstüne geldi. Ancak, Mayıs ayından itibaren hem deprem bölgesinde, hem de Türkiye genelinde endeksin fırladığını, 2023 Aralık ayına kadar yüksek olarak devam ettiğini görüyoruz. Deprem kısa bir süre sonra inşaat faaliyetlerini beraberinde arttırıyor, ekonomik aktiviteyi yükseltiyor ama bu tür ekonomik aktivite yükselmesi bir fabrika yapmak gibi değil; inşaatların, kamu binalarının, lojmanların yapılması bir seferlik bir ekonomik aktivite. İnşaat sektörü yükselişte olunca, şirketler kayırılınca, milli gelirde de beklenen kayıplar beklenen gibi olmuyor - telafi ediliyor.

Depremlerde, yeni yapılan 10 - 15 yıllık evler yıkıldı. Türkiye’de zaten bina ömürleri çok sınırlı. Batıda evlerin tümden yıkılmadan tahkim edilerek uzun yıllardır kullanıldığını, ayakta kaldığını görüyoruz, 200 - 300 yıllık binalarda insanlar oturabiliyor.

Bizde dikey yapılaşma da teşvik edildiği için, kentsel dönüşüm teşvik edildiği için, rantlar yükseldiği için, binalar yukarı doğru gidiyor, çok genç binalar, çürük ama genç binalar sağlam bile olsa, deprem olmasa bile, yıkılıp yeniden inşaat yapılıyor. Bunlar ekonomide kaynak israfı demek.

Tüm yaşadıklarımızdan sonra ‘katil kim?’ sorusunu sormak istiyoruz. Şubat depremlerinin sorumluları, katilleri bulunmadığı bir ortamda bu soruyu ısrarla sormalıyız, yeni depremlerin katliamlara dönüşmemesi için yeni adımlar atılması için sormalıyız. Böyle bir adımlar silsilesi var mı? Yok, göremiyoruz.

Deprem dahil ülkenin tüm sorunlarını Türkiye’nin otoriter rejimiyle ilişkilendirmeden çözmek mümkün değil.

99 Marmara depreminde, 2023 depremlerinde faal bir gazeteciydim. Şimdi rejim değişikliğiyle ortadan kaldırılan başbakanlık müessesesine değineceğim; Tanzimat’tan beri devam eden sadaret makamına Cumhuriyetten sonra başbakanlık adını alan müessesesinin kapsadığı organizasyon, yapısıyla bugünkü otoriter Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denilen organizasyonun yapısına bakarak zafiyetlerin nasıl oluştuğunu görebiliyoruz. Otoriter tek adam rejiminin karar süreçleri ile parlamenter rejimin karar süreçlerine bakarsak, durum anlaşılıyor.

Bir kere, devlet hafızanın ortadan kalkması söz konusu, Meclis’in devreden çıkması, medyanın yok olması, eksilmesi, hukukun tarumar edilmesi ile deprem sorunları çözülemiyor. Otoriter Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi rejimi ile bu karar alma biçimleriyle, tek adam rejimiyle depremin felakete dönüşmesini engellemek mümkün olmuyor. Deprem ülkesiyiz, yüzyılda kayıplarımız 150 - 200 binleri buluyor. 100 yıl boyunca 6’nın üzerinde 150’ye yakın deprem kaydedilmiş bir ülkeyiz. Ama sorunun felakete dönüşmesine engel olamıyoruz. Sorumluların yargılanması, adalet önüne çıkması söz konusu olmadı. Ne kamuda, ne de özelde müteahhitlerde, mühendislerde ve yerel yönetimlerde devam eden doğru dürüst bir dava sürecine rastladığımızı söyleyemeyiz.

Ö.M.: Ben de bir şey ilave edeyim izninizle; geçen hafta boyunca çok çeşitli programlarımızda bu depremle ilgili çeşitli değerlendirmelere yer veren konuklarımız oldu. Konuştuk ve sizin de altını çizdiğiniz bu büyük sorumluluğun bulunmaması, sorumsuzluğun ortaya çıktığı ve ses gelmediği meselesi çok ön plandaydı. Bunu söylemek istedim ve bir de asıl şimdi bu yerel seçim öncesinde 10 Şubat tarihli Sözcü gazetesinde Erdoğan Süzer imzalı önemli bir haber gözümüze ilişti. Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Hatay’la ilgili sözlerini ele alıyorlar; Erdoğan’ın ‘Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir hizmet gelmez - Hatay’da olduğu gibi,’ şeklindeki cümlesinin ardından, ‘Muhalefet partilerinin belediyelerinin elini kolunu bağlayacak yeni bir yasal düzenleme geldi,’ diyordu haber ve, “Belediyeler ve belediye şirketleri, artık Beştepe’nin Cumhurbaşkanlığı külliyesinin onayı olmaksızın yatırım amaçlı borçlanma yapamayacak. Beştepe’nin izin vermediği belediyelerinin yatırımları yarım kalacak, seçmenin gözünden düşecek,’ alt başlığı ile verilmiş. Önemli bir haberdi yani ‘Erdoğan’ın oy tehdidi yasal düzenleme oldu’ başlığıyla verilmiş bir haberdi bu; ‘Belediyelerin halkın sorununu çözmek için geliştirdiği büyük projeler, Cumhurbaşkanı onay vermediği sürece kredi ve borçlanma yoluyla yapılamıyor’ diye de bitiyordu.


A.B.: İki hafta önce yerel yönetimlerin durumunu anlatmıştım - 2012’de yerel yönetimler yasasının değişikliğinden bugüne neler yaşandığını, vaziyeti, büyükşehir belediyelerinin pozisyonunu anlatmıştık. 2012 bir yerelleşme reformu olarak takdim edilmişti ama değildi. Türkiye’de belediyeler, belediye başkanları ve meclisleri belediyelerin %40’ını yönetebiliyor ancak %60’a ilişkin stratejik kararlar merkezi yönetim tarafından veriliyor. Bundan sıyrılmak için de belediyeler arkadan dolaşan yaklaşımlar sergilemek durumunda kalıyorlar. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin merkezi bütçesinin iki katı belediye şirketlerinin ve İSKİ gibi bağlı kuruluş bütçeleri bulunuyor. Merkezi yönetimin kıskacından ve baskısından kurtulabilmek için bu kanalları kullanıyorlar çünkü dış borçlanma için Hazine’ye, imar planlamaları için Şehircilik Bakanlığı’na, Avrupa İskan Fonu’ndan veya Avrupa Yatırım Bankası’ndan bir kaynak temin ettiğinizde bunun için merkezi hükümete gitmek zorundasınız, bazı işleri yapabilmek için arkadan dolaşmak durumundasınız - şirketle ve bağlı kuruluşlar üzerinden dolaşıyorsunuz. Haberiniz vardır herhalde; İstanbul Büyükşehir Belediyesi geçtiğimiz aylarda yeşil finansman yaptı ve Londra piyasasında tahvil sattı, epey de yüklü bir miktardı bu. Bunları normal yollardan yapabilmek merkezi yönetimin önüne, Cumhurbaşkanlığının önüne gitmek zorundasınız. Merkezi yönetimde bu işleri kilitliyor Erdoğan. Peki, nasıl kilitliyor? Belediye meclislerinde eğer çoğunluk belediye başkanının partisinden değil ise kilitleyebiliyor - UKOME’de de yaşandığı gibi, taksi işini bile çözemez hale geliyorsunuz.

Diyelim ki, belediye meclislerinde çoğunluğu kazandın ama pek çok faaliyet için yine merkezi yönetime gitmek zorundasınız ve Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine gideceksiniz, saraya gideceksiniz ve oradan izin alacaksınız - bu izinler verilmediği müddetçe de kilitleniyorsunuz, kilitlenince de başarısız olmak durumunda kalıyorsunuz.

Ülkenin devlet başkanı, çok net bir şekilde söylüyor ‘Bana oy vermezseniz kilitlerim, hizmet gelmez.’ Erdoğan, benzer ağır sözleri ve davranışları çokça sergiledi. Ana muhalefet liderine bir çocuğu kullanarak ‘hain’ dedirtti meydanlarda. Bu tavırlar bizim yabancı olduğumuz tavırlar değil. Erdoğan Süzer’in böyle bir kanun tasarısının hazırlandığına ilişkin haberi, tek adam rejiminden böyle bir refleksin gelmesi normal - Cumhurbaşkanının önceden sarf ettiği sözlerle de paralellik taşıyor.

Sonuçta Türkiye’de Şubat depremleri sonrasında da yaşadıklarımız yeni bir sayfa açılmasına yol açmadı ve olmayacağını da görüyorduk. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, düzeni, rejimideğişmeden, depremle ilişkili düzen de değişmez.

99 depremi sonrasında yaşadıklarımızı çok eleştirdik ama hedefte Avrupa Birliği süreci gözüküyordu. Yasama, yürütme, yargı ve medya vardı, başbakanlık müessesesini 100 yılın birikimiyle refleksler sunabiliyordu. Bugün ise böyle bir durum yok. Her şeyin üstüne yatılıyor, bir afet politikası ve kurumsallaşma geliştirilmiş değil şu vakte kadar hatta tam tersi uygulamalara geçiş var. Yine inşaat cumhuriyeti devam ediyor. Son olarak şunu da söyleyeyim; resmi dokümanlara bakarak imar affından/barışından yararlanarak, yapı denetiminden kaçarak ruhsat alan binaların yüzde kaçı yıkıldı? Raporda bunu da göremiyoruz.

Ö.M.: İnşaata dayalı bir durum. Evet, süreyi de bitirmek üzereyiz, hatta bitirdik ama ben bir tek şey ekleyeyim; bu deprem sonrası Meksika’daki arama kurtarma ekibinin köpeğinin adı Proteo idi, onu hatırladım. Türkiye’den böyle bir şey gelmemişti, onu da hatırlatarak bitirmek istedim.

A.B.: Peki Ömer Bey, iyi yayınlar.


Ö.M: Çok teşekkür ederiz.

Ö.Ö.: Görüşmek üzere.

A.B.: Hoşça kalın!