Ekokozmopolitan'da Avustralyalı akademisyen ve düşünür Kate Rigby'nin "Reclaiming Romanticism: Towards an Ecopoetics of Decolonization" kitabından yola çıkarak, romantik şairler ve onların doğa ile kurdukları derin bağ ile başlayan çevre eleştirisine karşın bugün doğanın “romantikleştirilmesi” kuşkuyla karşılanmasını konuşuyoruz. Bu kitap Avrupa Romantik geleneği yazarların ve eleştirmenlerin Antroposen çağında çevreyle kurdukları ilişki biçimlerindeki önemini yeniden keşfetmemize imkan tanıyor.
Herkese merhaba. Ekokozmopolitan’dasınız. Apaçık Radyo’da her çarşamba saat 14.00’te Ekokozmopolitan sizlerle. Geçen hafta Anne Elvey’in şiirlerinden bahsetmiştik, ekopolitikasından bahsetmiştik. Avustralya üzerinden gitmiştik. Bugün de biraz Avustralya üzerinden gideceğiz. Çok önemli akademisyen, araştırmacı ve düşünür Kate Rigby’den bahsedeceğiz. Kate Rigby’nin Reclaiming Romanticism (2020) adlı kitabından bahsetmek istiyorum. Bu kitabında da aslında Anne Elvey’in şiirlerinin analizleri var. Farklı bağlamlarda incelenişi var. Yine Anne Elvey’e bu programda da mutlaka değineceğiz. Niye bu kitabı seçtim bugün? Reclaiming Romanticism kitabı Kate Rigby’nin. Bloomsbury’nin Environmental Cultures (Türkçeye “Çevresel Kültürler” diye çevrilebilir) dizisine eklenen, son dönemlerin en önemli kitaplarından biri. İklim değişikliği poetikaları, radikal animizm, bilişsel ekopoetika gibi birçok dikkat çekici başlığı var Bloomsbury’den çıkan bu dizinin. Kate Rigby’nin bu kitabı da serideki en önemli kitaplardan. Bu kitap çağdaş akademiye pek çok açıdan katkı sunuyor gerçekten. Ama Kate Rigby’nin tartışmasının odağı ağırlıklı olarak tarihsel: Avrupa romantizminin mirasını stratejik bir hamleyle geri çağırıyor. Bu nedenle kitap benim çok ilgimi çekti. Tam da Anne Elvey’in şiirlerinin üzerine çalışırken, program için hazırlanırken de tekrar bu kitabı sizlerle paylaşmak istedim açıkçası.
Ama önce belki Kate Rigby’yi tanımayanlar için çok kısa bir giriş yapabilirim. Türkiye’de çok tanınan bir isim; hem edebiyat çalışmalarında hem çevre çalışmalarında. Avustralya doğumlu, çevreci beşeri bilimler alanında, uluslararası düzeyde çok iyi tanınmış bir akademisyen ve düşünür Kate Rigby. Öne çıkan eserleri arasında Topographies of the Sacred (2004), Dancing with Disaster (2015) ve Reclaiming Romanticism (2020) yer alıyor. Kate Rigby’nin araştırmaları çevresel yazın, felsefe, tarih ve din bilimlerini kapsayan disiplinler arası bir yaklaşımla yürütülüyor. Özellikle Avrupa romantizmi, ekopolitika, ekoeleştiri, türlerarasılık, sömürgecilik sonrası yaklaşımlar ve son dönemde afet çalışmaları alanına odaklanıyor Kate Rigby. Bütün bunları çok çarpıcı, güzel bir şekilde çalışmalarında birleştiriyor diyebilirim.
Reclaiming Romanticism gerçekten çok ilginç bir kitap; çünkü yerli anlayışlara dayalı pratikleri öne çıkaran ve onlarla yaratıcı bir diyaloğa açılan bir çalışma. Bununla birlikte Avrupa romantizmini, yerli anlayışların ve pratiklerin açtığı diyaloglarla bugüne nasıl çağırabileceğimizi soruyor ve sömürgesizleştirici bir vizyona, decolonization dediğimiz sömürgesizleştirme politikasına, çok önem veriyor. Sömürgesizleştirme için vazgeçilmez pratikler neler olmalı; dinleme, öğrenme, sorumluluk, yazma ve dayanışma pratiklerini yeniden nasıl düşünebiliriz? Bunları gerçekten çarpıcı biçimde kitabında işliyor.
Aslında bu kitap, yani Reclaiming Romanticism, Kate Rigby’nin önceki kitabına da bağlanıyor. Topographies of the Sacred daha çok Britanya ve Alman romantizminin karşılaştırmalı bir analizine dayanıyordu. Reclaiming Romanticism’de ise büyük kısım, “İngiliz romantikleri” olarak adlandırdığımız William Wordsworth, John Keats ve William Blake’in kısa ve yoğun okumalarına odaklanıyor. Kitap, belli kanonik İngiliz romantiklerinin günümüzdeki küresel ekolojik krizi anlamak ve ona yanıt vermek açısından önemini savunuyor; Wordsworth, Keats ve özellikle Blake’i yeniden okuduğumuzda bugünkü ekolojik krizi nasıl anlayabileceğimizi, hatta romantiklerde bu krize nasıl yanıt imkânları bulunduğunu açığa çıkarıyor.
Reclaiming Romanticism’ı okuduğumda tekrar tekrar bu kitaba döndüğümde çoğu zaman Rigby’nin iklim biliminden teolojiye, yeni materyalizmden şiir eleştirisine kadar çok sayıda farklı bilgi alanını üretken bir sentez içinde kullandığını görüyorum. Pek çok okur da bunu söylüyor. Bu sentez, şiirsel çözümlemeleri besliyor ve çoğu zaman ekolojik bilinçle açılan topluluk ve siyasi örgütlenmeye dair daha geniş anlatılara yol veriyor. Hatta bunları yarı etnografik anlatılar olarak okumak da mümkün. Dolayısıyla şiirsel çözümlemeler var; ama topluluk ve siyasi örgütlenmeye dair yarı etnografik anlatılar da var. Yine türler arası bir yerden ilerleyen Reclaiming Romanticism, gerçekten okumaktan zevk alacağınız; içinden günümüz ekolojilerine dair çokça yanıt bulabileceğiniz bir kitap.
Kitabın başlığının da ima ettiği gibi Rigby, Avrupa romantizm geleneğinde “kurtarıcı” nitelikleri olduğunu savunduğu bazı unsurları yeniden öne çıkararak argümanına başlıyor. Bu, romantik düşünceyle sıklıkla ilişkilendirilen, belki de klişe bazı kabulleri de tartışmaya açıyor: Doğayı kültürden ayırmak ya da insansız “vahşi” alanlarda yalnız başına deneyimi yüceltmek gibi. Rigby, Avrupa romantizminin aslında bu klişelerden uzak olduğunu savunuyor: Doğal-kültürel mekânlarda kolektif bir çoğalışın yeniden yaratılmasına yönelik bir çağrı… Doğanın kültürden ayrılmadığını, birlikte dolaşık olduğunu şairlerin izinden giderek göstermeye çalışıyor.
Bir yerde şöyle diyor: Vahşi doğa fetişizminin başlıca günah keçisi William Wordsworth. Rigby, kitaptaki tartışmasının ilk bölümünde bu suçlamaya karşı çıkıyor. Ona göre Wordsworth için yalnızlık bencilce bir haz değil; savunduğu ve örneklediği, tefekküre dayalı bir rutinin merkezi. Bu pratik, indirgemeci/araçsal akla karşı bir direniş sanatı olarak güncellikte korunuyor. Yani Wordsworth’ü, doğanın kültürden ayrılması ya da “vahşi alanlarda tek başına deneyim” klişesi üzerinden değil; tefekkür pratiğini radikal biçimde yeniden düşünerek okumayı öneriyor. Kate Rigby ayrıca Wordsworth’ün tefekkürünün insan-dışı başkalarıyla daha bir arada olmayı ve onlara yönelmenin mülkiyetçi olmayan bir tarzını içerdiğini; pratiğin genel zemini Hristiyanlık olsa da benzer tefekkür pratiklerinin dünyanın farklı dinlerinde de yaygın olduğunu vurguluyor.
Ardından kitabın ikinci bölümünde “duygulanımsal poetika”ya geçiyor; yani duygu ve duygulanımsal alana. Burada tefekkürün etkilerinin bedenin maddi boyutlarına yönelik kısmını gösteriyor; bedenin maddi boyutlarına yönelik daha zengin bir takdir duygusundan bahsediyor. Stacy Alaimo’nun transcorporeality (Türkçede “bedenlerötesilik” ya da “bedenlerarasılık” diye karşılanan) kavramından yararlanarak gündelik mekân, zaman, mevsimler gibi fiziksel niteliklerin bedenlerimizin yarı geçirgen sınırını aşarak zihin hallerimize de etki ettiğini savunuyor. Bu nitelikler yalnızca zihnimize değil, bedenlerimizin içinden geçerek hem duygularımızı hem duygulanım alanlarımızı etkiliyor. Tefekkür pratikleri de bununla birlikte düşünülüyor; kitabın bu kısmı, duygulanımsal boyutları toplumsal adalet lafzıyla birleştirerek olası sonuçlarına işaret ediyor. Bu bağlamda Melbourne’deki CERES Community Environment Park örneğini odağa alıyor ve bu mekâna dair duygulanımsal poetikanın bir ekopolitik karşılığı olarak bir direniş biçimini tartışıyor.
Kitabın 3. bölümünde “yaratıksı poetika”ya geliyor; insanların diğer canlı varlıklarla iç içe geçmişliğini öne çıkaran şiirlere odaklanıyor. Özellikle insan-arı ilişkilerine eğiliyor. Eleştirel hayvan çalışmaları bağlamında arılar ve böceklerle ilgili araştırmaların azlığını vurgulayan Rigby, arı biyolojisinin ana hatlarını ve insan-arı etkileşimlerinin kısa kültürel tarihini veriyor. Burada John Clare’in Wild Bees şiirini inceliyor; İngiltere ve Amerika kıtasında ortak arazilerin kaybı ve transatlantik kölelik tarihi bağlamında konumlandırıyor. Böylece insan-arı ilişkisinin, bu dolaşıklığın hangi alanlarda var olduğunu gösteriyor. Tartışma, ırkçı, cinsiyetçi, türcü baskıların kesişimlerine uzanıyor; Audre Lorde’un şiirleriyle de bağlar kuruluyor.
Son iki bölüm, kitabın kalbi sayılabilecek sömürgesizleştirici politikalara odaklanıyor ve Avustralya merkeze alınıyor. William Blake’in romantik gelenekte bir tür “peygamber-şair” olarak görüldüğü anlayıştan başlayıp Judith Wright’ın şiirine uzanıyor; kültürlerötesi sömürgesizleştirici bir ekopolitikanın nasıl düşünülebileceğini tartışıyor. Rigby, Wright’ı Batı çevreciliği, eleştirel ekofeminizm ve Aborijin toprak hakları hareketinin kesişim noktasında konumlandırıyor.
Ardından çağdaş yerli ve yerli olmayan şairleri karşılaştırıyor; burada Anne Elvey’in (Avustralya’da yerli olmayan) şiirleri devreye giriyor ve yerli/yerli olmayan şairler arasındaki diyaloğun önemine vurgu yapılıyor. Kitap, pek çok romantik yazarın, William Wordsworth dâhil, dönemlerinin bilimlerinden nasıl etkilendiğini ve doğa bilimcilerle nasıl ilişkiler kurduklarını da anekdotlarla gösteriyor.
Kate Rigby’nin Reclaiming Romanticism’i, romantik dönemi çalışan edebiyatçılar ya da araştırmacılar için olduğu kadar bugünkü iklim krizi ve çevre meseleleriyle ilgilenenler için de çok iyi bir kaynak. Elbette ekoeleştiri ve ekopolitika merkezde. Bununla birlikte, kitapta ele alınan şiirlerin biçimsel açıdan kısmen homojen kaldığı; dilbilgisel ve söz dizimsel olarak daha tutarlı, tekil öznenin bakışından yazılan şiirlere nispeten ağırlık verildiği düşünülebilir. Güncel ekoeleştiride görülen çok seslilik, pastiş ya da oda kayması gibi kimi yenilikleri daha az temsil etse de çalışmanın başarısını gölgelemiyor.
Daha geniş açıdan bakınca: İngiliz Romantizmi’ne dayalı bir ekoeleştirel pratik öneren kitap, sonunda Avustralya odağını ve sömürgesizleştirme vizyonunu belirginleştiriyor; fakat Afrika, Amerika, Asya gibi geleneklerin bu vizyona nasıl katkı sağlayacağı sorusu da akla geliyor. Yani tamamen “tamamlanmış” bir sömürgesizleştirme projesinden değil; daha çok güçlü bir başlangıçtan söz edebiliriz. Bu noktada, yerli toprakları hayal ederken daha radikal, hatta devrimci bir tarih anlayışına ihtiyaç olup olmadığı da ayrı bir soru. Öte yandan Reclaiming Romanticism, bittiği yerde neoromantik geleneklerde gelişen daha deneysel şairlerin kapısını aralıyor; örneğin Juliana Spahr gibi isimler üzerine düşünmeye sevk ediyor. Sonuçta Kate Rigby, Avrupa romantizminin mirasını stratejik bir şekilde bugüne geri çağırıyor; dönemler, zamanlar, mekânlar ve şairler arasında dolaşan bir kitap ortaya koyuyor.
Kate Rigby’den farklı programlarda da bahsetmeye çalışacağım. Bu birkaç program özellikle şiir üzerindeydi. Belki Ekokozmopolitan’da ekolojik odaklı şiiri, iklim temelli şiiri farklı açılımlarla birlikte nasıl düşünebiliriz; bugünlerde biraz bunların üzerine gidiyoruz. Gelecek programlarda da bunları konuşmaya elbette devam edeceğiz. BugünlükEkokozmopolitan’dan bu kadar. Herkese iyi haftalar.