Soykırımın travması

-
Aa
+
a
a
a

Ünlü gazeteci, yazar ve düşünür Chris Hedges, tanınmış doktor ve yazar Dr. Gabor Maté ile bir araya gelerek Gazze'de devam etmekte olan soykırım ve etkileri üzerine konuşuyorlar.

""

Chris Hedges: Gazze’deki soykırımdan kaynaklanan sayısız katmanlı travma mevcut. Elbette en derin travma, soykırım başlamadan çok önce travmatize edilmiş olan Gazze’deki Filistinlilere uygulanıyor. Ancak şimdi, haftalarca, aylarca süren bitmek bilmeyen bir kâbusun içine itilerek vahşi katliamların ve yıkımın ortasında, aşırı yoksulluk ve mahrumiyetle yüzleşiyorlar. Peki ya bu canlı yayınlanan soykırımı izleyen bizler? Bu durumun yalnızca hukuk düzenine değil, kendi ruh sağlığımıza etkileri nelerdir? Soykırım, yalnızca İsrail tarafından değil, başlıca silah tedarikçisi olan Amerika Birleşik Devletleri tarafından da normalleştirilirken, biz nasıl değişiyoruz? Peki ya bu vahşeti gerçekleştiren İsrail askerleri? Bu travma gelecekte ne şekilde ortaya çıkacak?

Dr. Gabor Maté, oğlu Daniel ile birlikte yazdığı The Myth of Normal: Trauma, Illness and Healing in a Toxic Culture (Normalin Miti: Zehirli Bir Kültürde Travma, Hastalık ve İyileşme) adlı kitabında, kültürümüzün normal olarak kabul edilen standartlarının, insan sağlığı için aslında yıkıcı olduğunu savunuyor. Travmayı sürdürmekten beslenen, kâr ve kişisel kazancın en yüksek değerler olduğu, sıradan insanların acılarını, utançlarını ve sessizliklerini yalnız başına yüklenmek zorunda bırakıldığı, Filistinlilerin insanlıktan çıkarılıp ayrım gözetmeksizin katledildiği bozuk bir toplumda, duygusal ve psikolojik sağlığımızı nasıl koruyabiliriz? Bireysel ve toplumsal yok oluşa giden yolu nasıl engelleyebiliriz?

Dr. Maté’nin açıkladığı üzere, travma sadece bedenlerimizde değil, yarattığımız dünyadaki ilişkilerde de kendini gösteriyor. Bu konuları konuşmak üzere, birkaç ‘en çok satan’ kitabın yazarı Dr. Gabor Maté benimle birlikte. Kitapları arasında In The Realm of Hungry Ghosts: Close Encounters With Addiction (Aç Hayaletlerin Diyarı: Bağımlılıkla Yakın Karşılaşmalar), stres ve hastalık bağlantısını araştırdığı When The Body Says No (Beden Hayır Dediğinde) ve Scattered Minds: The Origins and Healing of Attention Deficit Disorder (Dağınık Zihinler: Dikkat Eksikliği Bozukluğunun Kökenleri ve İyileştirilmesi) yer alıyor.

Gabor, travmanın bize ne yaptığından başlayalım, ardından da süreklilik arz eden ya da tekrarlanan travmanın üzerimizdeki etkisini ele almanı istiyorum. Çünkü Filistinlilerin Gazze’de toparlanma kapasitesi yok; bir yılı aşkın süredir sonu gelmeyen bir travma yaşıyorlar.

Gabor Maté: Öncelikle Chris, beni davet ettiğin için teşekkür ederim. Seni tekrar görmek güzel. Filistinlilerden başlayalım. Bundan 20 yıl önce, Filistinli çocuklar üzerinde bir araştırma yapılmış ve o zaman bile çocukların %95’inin travma sonrası stres bozukluğu belirtileri gösterdiği tespit edilmişti. Büyük bir oranı, tarih sanki 7 Ekim’de başlamış gibi düşünülmesin, o zamanlar yatağını ıslatan çocuklardan oluşuyordu. Ebeveynlerine karşı öfkelilerdi, kâbuslar görüyor, anksiyete ve depresyon yaşıyorlardı. Bu, 20 yıl önceydi. Şimdi 7 Ekim’de İsrail’e giren o genç militanlara bir bakın. O çocuklar kim, o gençler kim? Bu, on yıllardır süren bir durum ve bu döngü devam ediyor.

Birkaç gün önce yayımlanan bir araştırma, savaş travmasının çocukların genetik işleyişini bile etkilediğini, fizyolojilerini uzun süreli bir şekilde değiştirdiğini gösterdi. Orada şimdi neler olduğunu ve uzun vadede etkilerinin neler olacağını hayal bile edemiyoruz. Bu neredeyse akıl almaz bir durum, özellikle de normalde bu çocukları kucaklayıp onlara bir tür teselli, rahatlık ve ebeveynlere destek sağlayacak hizmetlerin tamamen yok edildiği düşünüldüğünde. Onları güvende tutması ve koruması gereken yetişkinler ise bunu yapmaktan tamamen aciz durumda. Bu durumun yıllardır devam ettiğini göz önünde bulundurduğumuzda, herhangi bir öngörüde bulunmak bile zorlaşıyor.

Batı’da ise bu durum, kişinin bu meselelere ne kadar duyarlı olduğuna bağlı. Pek çok insan bu tür olaylara karşı duyarsızlaşmış durumda ve umursamıyor. Amerikan televizyonlarında hangi futbol oyun kurucunun en iyisi olduğuna dair bir tartışma olduğunda milyonlarca izleyici çekebiliyorsunuz. Ama dünyada gerçek insanların başına gelenlere dair bir tartışma olduğunda, nispeten çok daha az kişi ilgileniyor. Bu kültür, insanları gerçekten hissizleştiriyor, duyarsızlaştırıyor.

Bunu önemseyen insanlar açısından – ve tabii ki milyonlarca insan bunu önemsiyor – birkaç şey oldu. 7 Ekim’den sonra benim başıma ne geldiğini anlatayım. Bütün çocukluk travmam tetiklendi. Gerçekten bir durum bozukluğuna girdim. Aşırı tepkisel, sabırsız, umutsuzdum ve bu durumdan çıkmam birkaç ay sürdü. Beni tamamen ele geçirdi. Sanki aklım ve kalbim işgal altındaki topraklar gibiydi çünkü bir eski Siyonist olarak orada neler olup bittiğinin çok farkındayım. Siyonizmin bu Filistinlilere neler yaptığını bilmek için daha fazlasını öğrenmeme gerek yok ve bunu on yıllardır izliyorum. Sonra bu korkunçluğu görünce, ne yapacağımı bilemedim. Bu durumdan çıktım ama biraz zaman aldı.

Benzer şekilde etkilenen birçok insan var; onların da duyguları ve kalpleri kırılmış durumda. Önümüzdeki tüm bu haberlere ve kanıtlara rağmen, yaşananlar karşısında hepimiz kendimizi çaresiz hissediyoruz. Bunun için bir terim var: “ahlaki yara”. Ahlaki yara, korkunç bir şeyi izleyip buna karşı çaresiz hissettiğinizde ortaya çıkan bir durum. Eminim ki bu birçok insanı etkiledi.

Aktivistler açısından ise harika işler yapan insanlar olduğunu gördüm. Ancak bu aktivistlere yönelik baskı acımasız ve merhametsiz oldu. İnsanlar işlerini kaybetti, konuştuğu için pozisyonlarını kaybeden doktorlar tanıyorum. Akademisyenler tehdit altında. Öğrenci hareketlerini bastırmak için sayısız yöntem denendi. İnsanlar ağır bir bedel ödedi.

Ve sanırım en önemlisi, bununla ilgili nasıl hissediyorsun bilmiyorum, ama bu mesele üzerine uzun zamandır konuşuyorsun, orada bulundun, tanıklık ettin, haber yaptın ve bu konuda gerçeği söylediğin için kendi mesleğinde bedel ödedin. Sen de, ben de bu mesele üzerine çok konuştuk. Ancak bunların hiçbiri tek bir Filistinli çocuğun hayatını kurtaramadı. Bu bizi nereye götürüyor? Bu öfkeyi, umutsuzluğu, bir şey yapma arzusunu ve yaptıklarımızın kısa vadeli etkisizliğini taşımak gerçekten zor. Bu duygusal durumlarla başa çıkmak kolay değil.

C.H.: Çaresizlik doğru kelime, ve benim için de, senin gibi, ilk birkaç ay çok zor geçti. Tabii ki şu an harika değil ama özellikle Gazze’de çok zaman geçirmiş olmam ve Saraybosna’da da bulunmuş olmam, bu durumu geceleri aklıma getiriyor. Çünkü 24 saat boyunca sürekli bombalanmanın ne demek olduğunu biliyorum. Bu, kötü bir bileşen. Yine de Gazze’deki halı bombardımanıyla Saraybosna’yı kıyaslayamam. Saraybosna 300-400 top mermisi ve sürekli keskin nişancı ateşiyle zaten yeterince korkunçtu ama bu, Gazze ile karşılaştırılamaz. Gazze’de, 20 mil uzunluğunda ve 5 mil genişliğinde bir alana, patlayıcı güç açısından iki nükleer silahın eşdeğeri bomba atıldı.

Travmanın farklılıklarına değinmek istiyorum. Senin bir bebek ya da küçük bir çocuk olarak Holokost sırasında yaşadığın travma, anne-babandan ayrı kalman, büyükbaban ve büyükannenin Auschwitz’de öldürülmesi, benim bir savaş muhabiri olarak yaşadığım travmadan farklı olmalı. Ancak bir yıldan fazla süredir hiçbir temiz suya, barınma yerine sahip olmayan, çürüyen cesetlerin kokusu arasında yaşayan birinin yaşadığı travma daha da farklıdır. Binlerce insan, kimine göre 200.000 kişi öldü diyorlar, sayıyı kesin bilmiyoruz. Aylar önce iletişimde olduğum Filistinliler vardı, artık onlarla iletişimimiz yok. Öldürülenler listesinde değiller, sadece kayboldular. Bizlere, senin ya da belki benim yaşadığım türdeki travmayı ve şimdi Gazze'deki Filistinlilere uzun bir süre boyunca uygulanan travmayı ayırt eder misin? Yani, ben bir benzerlik kurmakta zorlanırım, belki Saraybosna, belki savaş o kadar getto haline gelmişti ama bu travma farklı şekillerde kendini göstermeli.

G.M.: Orada olmadan, doğrudan bir bağlantı kurmadan ya da durumla yüzleşmeden kesin bir şey söyleyemem. Ancak tahmin yürütebilirim. Şunu söyleyeyim, ben 80 yaşındayım. Şimdi odamda oturup bilgisayar başında çalışırken ya da bir kitap okurken, eşim odaya giriyor ve ben onu duymuyorum, aniden irkiliyorum. Bu, üç aylık bir bebeğin ürkme refleksi. Bir bebek, yüksek bir ses duyduğunda ne yaparsa, ben de onu yapıyorum. Bu, sinir sistemime kazınmış durumda. Çünkü etrafımızda gerçekleşen soykırımın ve ailemi yok etme tehdidinin ötesinde, savaş da vardı. Budapeşte’deydim, bir bebek olarak müttefikler Budapeşte’yi bombalıyordu. O zaman bile, Gazze’deki ölü sayısı ile karşılaştırılamaz. 

Biz en azından aynı evde kalıyorduk. Gazze’deki insanlar sürekli hareket etmek zorunda. Çadır kuruyorlar, çadırları yakılıyor. Sivillerin kasıtlı olarak yok edilmesi söz konusu. Sağlık çalışanları, gıda dağıtımı yapanlar insansız hava araçlarıyla hedef alınıyor. Buna benzer bir durum düşünemiyorum. Sen ve ben Vietnam Savaşı’na da tanık olduk; halı bombardımanları, kasıtlı yıkımlar, sivil saldırılar ve çocuklara yönelik çivi bombası saldırıları vardı. Ama en azından o insanlar karşı koyma kapasitesine sahipti. Bir umut, zafer umudu vardı. Bu insanlar tamamen savunmasız, bir askeri güç karşısında hiçbir anlamlı direnç gösteremeyecek durumdalar.

Bu çaresizlik, sürekli bombardıman, güvensizlik ve açlık... Bunun ne anlama geldiğini tahmin etmek zor. Yine de bunun bir kurtarıcı yanı var: Filistinlilerin inanılmaz direnci, ruhları, toplumsal bağları. Ama soruna cevap verirken sözlerimi toparlamakta zorlanıyorum çünkü kelimeler kifayetsiz kalıyor. Bu, kelimelerin ötesinde bir şey, Chris. Bu durum kelimelerin ötesinde.

1956’da bir katliamda amcasının öldürülüşünü izleyen bir Hamas kurucusu ile röportaj yaptığından bahsetmiştin. O insanlara ne olduğunu görebiliyorsun. Peki bu çocuklara ne olacak? Bir Filistinli çocuk yetim kaldığında, sadece annesini ve babasını kaybetmiyor; amcalarını, büyükannelerini, büyükbabalarını kaybediyor. Geçen hafta sonu, tek bir aileden 40 kişi öldürüldü. Bir çocuk yetim kaldığında, tüm destek sistemi yok oluyor. Ne diyebilirim ki? Sadece gördüklerimden tahmin yürütebilirim ve bu, anlaşılmaz bir şey.

C.H.: Bu resimdeki Dr. Abdul Aziz Rantisi, bu arada Hamas'ın kurucularından biri, tanıyordum, 2004'te oğlu ile birlikte İsrailliler tarafından suikasta uğradı ve 1956'da Khan Younis'teydi, 10 yaşında bir çocuktu ve İsraillilerin yüzlerce insanı duvara dizip, amcası da dahil, infaz etmelerini izledi. Bu, onu siyonistlere karşı silahlı direniş hayatına yönlendirdi. Onunla intihar bombaları hakkında tartışırdım, bu, intihar bombalarının Kudüs ve diğer yerlerde patladığı zamandı ve ben de bu olayları takip ediyordum. Oradaydım, korkunç patlamalar olduğunda ve cesetlerin kaldırıma dizildiğini izlerdim ve o bana her zaman, bana göre konuyu ahlaki olarak geçiştiren bir şekilde, istatistiklerle cevap verirdi. Ve derdi ki, "Bizim çocuklarını öldürdüğümüzden daha fazlasını öldürdüler ve onlar bizim çocuklarımızı öldürmeyi durdurduğunda, biz de onların çocuklarını öldürmeyi durduracağız. 

Çok zeki bir insandı... üniversiteyi birinci olarak bitirmişti, yani son derece zeki ve iyi konuşan biriydi. Sadece bu konuda sana bir şey sormak istiyorum. Yani, o ve ben bu noktada birden fazla kez tartıştık; intihar bombaları gibi ahlaki boyutlarla başa çıkmakta zorlanıyordu ki; bu beni sinirlendiriyordu ve ona karşı argümanım, sivillere yönelik ayrım gözetmeyen öldürme eylemleriyle Filistin davasının ahlaki üstünlüğünü teslim ettiğiydi. Ve 7 Ekim'den bahsettin, bunu travma ile ilişkilendirdin ama o şiddetli karşılık hakkında biraz konuşabilir misin? 7 Ekim'de gerçekten silahlı Filistinli gruplar tarafından işlenen ve net bir şekilde belirgin olan zulümleri  kabul etmemiz gerekiyor; sistematik tecavüz yoktu, bebeklerin başlarının kesilmesi yoktu ama. Bunlar tamamen İsrail propagandasıdır ama gerçek zulüm vardı. Bu insanların yaşadığı travmalarla ve işlenen zulümlerle ilgili konuşabilir misin?

G.M.: Evet, birkaç şey aklıma geliyor. Birincisi, Varşova Gettosu Ayaklanması'nın çok ünlü bir lideri vardı. İsmini hatırlayamıyorum ama ilk adı Marek’ti ve kendisi bir kardiyologdu.

C.H.: Marek, bahsettiğin Marek Edelman. Eşi, “Sınır Tanımayan Doktorlar”ın kurucularından biriydi ve o da gettoda idi. Salvador’da çalışırken benim dairemde yaşamıştı.

G.M.: Ne kadar ilginç değil mi? Marek Edelman, Varşova Ayaklanması’nın ikinci komutanıydı ve daha sonra birinci komutan oldu. İsrail’de kimse ondan bahsetmez çünkü Filistin özgürlüğünün destekçisiydi. Filistin direnişini, intihar saldırıları ve sivillere yönelik saldırılar nedeniyle eleştirirdi. Bu nedenle, bir davanın haklılığı ile kullanılan yöntemlerin insanlık dışılığı arasında bir ayrım yapabilirdi.

Aklıma gelen diğer bir doktor ise bir Filistinli psikiyatrist. Soyadı Saraj olabilir, tam emin değilim, ama Gazze’de çocuklarla ilgili çalışmalar yapan ünlü bir psikiyatrist idi. Bu çocuklar, ebeveynlerinin onları koruyamadığını, İsrail askerleri tarafından aşağılandığını görüyor. İsrail ordusunun ebeveynleri çocuklarının önünde küçük düşürdüğünü biliyoruz. Bu, çocukların, “Biz geri döneceğiz, savaşacağız” diyen bir harekete yönelmesine neden oluyor. Yani insan düzeyinde bakarsanız, bu çocukların böyle bir güce çekilmesi tamamen anlaşılabilir, ama tabii ki hiçbir şeyi haklı çıkarmaz.

İkinci nokta; bahsettiğin kişiyle konuştuğunda, kalplerinin nasıl kapandığını görüyorsun. Travmanın etkilerinden biri de budur: Kalbinizi kapatabilir. Ve kalbiniz kapandığında, karşınızdakinin insanlığını göremezsiniz. Bu, şu anda İsrail’de büyük ölçüde gerçekleşiyor. Yani, evet, geçmişteki direniş bazı haklı gösterilemez eylemlerde bulundu, buna 7 Ekim'de olanların bir kısmı da dahil. Ancak, senin de benim de bildiğimiz gibi, 7 Ekim'in gerçek tarihi henüz tam olarak anlatılmadı ve tüm detaylar henüz gün yüzüne çıkarılmadı. Ama nasıl bakarsak bakalım, Filistinlilerin 7 Ekim'de yaptığı bazı korkunç şeyler vardı. Çünkü nefretle doluydular, çünkü derin bir travma yaşamışlardı.

Ama eğer dünkü Washington Post'a bakarsan, İsrailli askerler tarafından paylaşılan videoları gösteren bir makale vardı ve sen de bunun bir kısmını gördün. O iğrençlik, intikam duygusu, nefret, insanlık dışılık... ve bunlar, Filistinlilerin yaşadığı şekilde travma yaşamamış insanlardı. Ve birkaç hafta önce Amsterdam'da gerçekleşen etkinliği kutlayacak kadar da yetenekliler. Batı medyasının rapor etmediği şey ise, Maccabi futbol takımından bu futbol holiganlarından birinin, ki onlar her zaman aşırı ırkçı olarak tanınırlar, ‘sözde pogromdan’ bir gün önce Amsterdam'da “Filistin'de okul yok, çünkü tüm çocukları öldürdük” diye bağırmaları ve bunu sevinçle söylemeleriydi.

Bu nedenle, İsrailliler bile böyle bir duruma düştüyse, Filistinlilerin neden benzer şekilde karşılık verdiğini anlayabiliriz. Onları savunmuyorum, haklı göstermiyorum. Sadece, intihar saldırılarını savunan o doktorun kalbinin travma nedeniyle kapandığını söylüyorum.

C.H.: Dostoyevski ne demiş?, “Cehennem, insan yüreğinde sevginin bittiği yerdir.” Savaşta, travma nedeniyle tamamen hissizleşmiş insanlarla karşılaşıyordum. Ama gördüğüm kadarıyla, bu insanlar uzun süre yaşamıyordu. Bu tamamen duygusal kapanma hali, ya kasıtlı ya da kasıtsız olarak intihara yol açardı. Kendilerini tehlikeye atan pek çok davranışta bulunurlardı. Bu, savaş muhabirleri için de geçerliydi. Çok uzun süre savaş bölgelerinde kalanlar, genellikle kendilerini içerek öldürürdü. Bu konuda senden öğrenmek istiyorum çünkü benim bildiklerim senin kadar derin değil. Ama benim gözlemlerime göre, bu durum kendini yok etmeye giden bir yoldu.

G.M.: İsraillilerle konuştuğunuzda, birçok asker bu tür deneyimlerin ertesinde travma sonrası stres bozukluğu yaşıyorlar ve bu sadece arkadaşlarına olanlar nedeniyle değil, aynı zamanda kendilerinin işlediği veya tanık olduğu şeylerden dolayı ve sonuçları yıkıcı oluyor. Bu açıdan bakıldığında, toplum da şimdi yaptıklarını gerçekleştirerek kendini yok ediyor ama bu uzun vadede. Kısa vadede ise tamamen rehin alınmış bir nüfusa çok daha fazla acı ve yıkım dayatacaklar. Ama evet, bu tamamen kendini yok edici ve tekrar, bahsettiğiniz bu muhabirler gibi, bu muhtemelen kısmen bahsettiğim ahlaki yaralanma meselesiyle ilgili bir durum, çünkü bu şeyleri izliyorlar, bunlar hakkında haberler yapıyorlar ama buna karşı tamamen çaresizler. Ve bu kadar korkunç bir şeyi izlemek ve tamamen hareketsiz ya da yetersiz olmak, hiçbirini durdurmaya çalışamamak bir insana ne yapar? Bence bu durumdan geçmenin tek yolu, umutsuzluğumuzu  hissetmemize izin vermek... 

Genellikle, senin de aynı tarif ettiğin insanların "kendilerini ölümüne içerek kaçma" çabaları gibi. Neden bunu yapıyorlar? Yani, fazla içen birine ne dersiniz? "Ah, o acı hissetmiyor" gibi eski bir ifade vardır. Yani alkolizm, acıdan kaçma çabasıdır, bütün bağımlılıklar acıdan kaçma çabasıdır ve bu durumdan geçmenin tek yolu, acıyı hissetmemize, umutsuzluğu, öfkeyi, kalp kırıklığını hissetmemize izin vermek, onlardan kaçmamak. Ve şu anda durumun böyle olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Ve "kabul" kelimesi, durumu kabul ettiğimiz anlamında yanlış anlaşılabilir, bununla ilgili bir şey yapmayacağımız anlamına gelmez. Bunu demek istemiyorum ama demek istediğim şey, olanı ve onu değiştirme kapasitemizin sınırlılıklarını kabul etmemiz gerektiği.

Yaklaşık dokuz ay önce bir Pesah aile yemeğini herkese bağırarak terk ettim, "o sırada Gazze'de bu olan bitenler varken, özgürlüğü ve kölelikten kaçışı kutlayan bir bayram bu" dedim. İyi bilirsin, bu benim tarafımdan bir travma tepkisiydi. Çünkü sadece "bu durum böyle" ile başa çıkmakta zorlandım. Peki, kendi duygularımızla, umutsuzluğumuzla, öfkemizle ya da günlük kalp kırıklığımızla barışabilir miyiz? Aşırı derecede bunalmadan, ama aynı zamanda öfke ve nefretle dolmadan hala buna karşı aktif kalabilir miyiz? Çünkü sana söyleyeyim, son bir yılda çok fazla öfke ve nefret hissettim ve bunu makul bir şekilde kontrol altında tuttum. İçsel deneyimimden bahsediyorum, ama bunun farkında olmayan, fark etmek istemeyen, aslında ne olup bittiğine bakmak istemeyen iyi insanlardan bahsediyorum, bunun yüzünden birçok aile parçalandı. Peki, bu korkunç durumla nasıl başa çıkabiliriz ve insan olarak insanlığımızın tamamında nasıl hayatta kalabiliriz? Aynı anda sevgi dolu, şefkatli ve mantıklı kalabilir miyiz? Çok zor, bu yüzden bence birçok insan bundan uzak duruyor.

C.H.: İnsanların savaşta ve zulümlerin etrafında bulunurken işledikleri vahşetlerle nasıl barıştıklarını sormak istiyorum, bunları raporlarken ben de kapandım. Klinik bir durumdaydım ve aşırı klinik hale geldim. Cesetlerin üzerinde durduğum halde, genellikle parçalanmış ve öldürülmüş halde, tabii ki defterimi alır, sayıları sayar ve gözlerinin nasıl oyulduğunu, boğazlarının nasıl kesildiğini ya da neler olduğunu anlatırdım. Ama o anda, hiçbir şey hissetmezdim ama bazen haftalar sonra, bir tsunami gibi gelirdi. 

Ve Gazze'den dönen İsrail askerleri hakkında merak ediyorum, en azından senin deneyimine göre, Gazze'de de benzer şekilde kapandıklarını varsayıyorum ve yine de eğer kendilerini yıkıcı davranışa girmezlerse, bu bir hesaplaşma olarak mı geri gelecektir? Tekrar söylüyorum, bildiğin şeylerin küçük bir kısmını bile bilmediğimi varsaymıyorum. Ama bu noktayı ele alabilir misin?

G.M.: İsrailli askerler var, sende görmüşsündür, bazılarının bir noktada, yaptıklarının ya da tanık olduklarının farkına vardığını görürsün. Bu tür bir farkındalık yaşayanlar, bunun tekrar yaşanmaması için aktif olmaya çalışıyor. Ama bunlar İsrail nüfusunun çok küçük bir kesimi.

Aynı şey tabii ki Vietnam'da birçok Amerikalı asker için de yaşandı. Fark şu ki, Amerikan toplumunda ordularının yaptıklarına karşı çıkan ve buna karşı durmaya başlayan askerler için hatırı sayılır bir destek vardı çünkü güçlü bir savaş karşıtı hareket mevcuttu. İsrail'de, askerler Gazze'de ne yaptıklarını büyük ölçüde görmezden gelen bir topluma geri dönüyorlar; bunu her türlü İsrail raporundan biliyoruz. Gazze'de ne yaptıklarını görme fırsatı bulamıyorlar. Ve geri dönen askerler kahraman olarak karşılanıyor, yüceltiliyor ve bilinçsizlikleri destekleniyor. Yaptıklarıyla veya tanık olduklarıyla yüzleşebilmek için aslında toplumlarına karşı gelmek zorundalar. Vietnam'dan dönen ve bu konuları konuşmaya istekli olan, açıkça dile getiren, savaşa karşı olan gaziler ise birçok insan tarafından kucaklandı.

İsrail’de ise bu küçük azınlıktaki askerler dışlanma ile karşı karşıya kaldı. Bu, onlar için çok daha zor olacak. Uzun vadede is İsrail toplumu üzerinde korkunç bir etki yaratacak. Bu, o kültürün travmatize edici doğasını daha da kökleştirecek, ancak uzun zaman alacak. Benim öngörebildiğim en iyi ihtimal bu. Özellikle de İsrail, bir bağımlı gibi olduğu için. Amcası onlara istedikleri kadar eroin vererek destekliyor ve İsrail, Batı dünyasından, Kanada'dan, ABD'den ve bu durumu meşrulaştıran, yücelten, destekleyen tüm sömürgeci ve eski sömürgeci ülkelerden bu desteği alıyor. Bu nedenle, akıllarını başlarına toplamaları için uygun bir bağlam oluşmuyor.

İsrailli birini tanıyorum. Avrupa'da yaşayan bir İsrailli kadına danışmanlık yaptım, nerede yaşadığını söylemeyeceğim, bir akademisyen. Birkaç gün önce, bir İsrailli olduğu için suçluluk duygusuyla doluydu. Sadece bir İsrailli olduğu için kendinden utanıyordu. Onunla çalışmam, utanacak bir şeyi olmadığını anlamasına yardımcı olmaktı. Ama bunlar çok az kişi. Kanada'da İsrailli vatandaşlığından, İsrailli olmanın bugün ne anlama geldiğine duydukları tiksinti nedeniyle vazgeçmiş çok az sayıda İsrailli tanıyorum. Ama bu, küçük bir azınlık. Bu nedenle, geri dönen bu askerler için, deliliklerini hala destekleyen ve zalimliklerini yücelten bir toplum var. Bu durumla yüzleşmeleri onlar için daha da zor olacak. Hesaplaşma gelecek, ancak bu onlar için çok daha zor olacak.

C.H.: Robert Jay Lifton’ın ‘Nazi Doktorları’ adlı kitabında SS’de çalışan doktorlarla yaptığı röportajlardan bahsediyor. Tam hatırlayamıyorum, bu Lifton’ın mı yoksa Tzvetan Todorov’un terimi miydi, ama ‘ahlaki parçalanma’ diye bir kavramdan bahsediyor. Göreceli olarak önemsiz faaliyetler; eşine iyi davranmak ya da kiliseye gitmek gibi şeyleri, dahil oldukları kötülük projesine rağmen kendilerini tanımlamak için kullanıyorlar ve psikolojik olarak işledikleri büyük kötülüğü görmezden gelmelerini sağlıyor. Böyle bir şekilde hayatta kalabilir mi insan? Sorumluluğu reddetmek etkili bir başa çıkma mekanizması mı?

G.M.: Senin de bildiğin gibi, Henry Kissinger 100 yaşında mıydı öldüğünde? Yatağında pohpohlanarak öldü, toplumun çoğu tarafından övgüye değer görüldü. Evet, bu mümkün. Kaç milyon kişinin ölümünden sorumluydu? 

Bir saniye ara verebilir miyim, bir şey almak istiyorum. Sana bir şey okuyacağım. Bu, SS başkanı Heinrich Himmler, toplama kamplarından sorumlu kişi. Karısına bir not yazmış: ‘Margaret, Auschwitz’e gidiyorum, öpücükler, Hiney’in.’ Karısı Margaret de ona yazıyor: ‘Buzdolabında bir kutu havyar var, onu al.’ Evet, insanlar o kadar parçalanmış olabilir ki kendileriyle yaşamaya devam edebilirler. Aslında, parçalanma, kendileriyle yaşayabilmeleri için gereklidir.

The Zone of Interest (İlgi Alanı) adlı filmi izledin mi? Auschwitz hakkında, Yahudi bir yönetmenin filmi. Hollywood’da Filistinlilerden bahsetmeye cesaret ettiği için ağır eleştiri aldı. Bu film, Auschwitz’in komutanı Rudolph Hess hakkında. Ailesinin evi kampın hemen yanında. Bir köpeği var, ona iyi davranıyor, çocukları var, onlara iyi bakıyor ve her gün gidip bu cinayetleri işliyor. Ama ilginç olan şu ki, savaş sonrası yakalanıp Polonya’ya gönderiliyor ve toplu cinayet ve savaş suçlarından yargılanıyor. Müebbet hapse mahkum ediliyor ve ölmeden birkaç hafta önce oğluna bir mektup yazıyor: ‘Ne yaparsan yap, kalbini rehber edin. Kalbini dinle. Sadece aklınla karar verme ve otoritenin söylediklerini kabul etme. Her şeyi sorgula. İnsanlığını ortaya koy.’ Onun söylediklerini özetliyorum tabii. Ama biliyor musun, bunu gerçekten kastediyordu. Gerçek bir dönüşüm yaşadı ve af beklemiyordu, zaten alamazdı da. Vicdanıyla yüzleşmişti. Diyor ki: ‘Bunu yapabilmemin sebebi, Polonyalıların bana hayatım boyunca kimsenin göstermediği kadar merhamet göstermesi. Yaptıklarıma rağmen, bana merhamet gösterdiler ve bu beni Tanrım ile yeniden bağlantıya geçirdi.’

Yani, ölümünden birkaç gün önce parçalanmayı aşabilmişti. Ve böyle birkaç Nazi vardı, azınlık da olsa. Çoğu bu noktaya hiç gelemedi ve ölümlerine kadar adaletsizliğin kurbanı olduklarına ya da meydan okuduklarına inandılar. Demek istediğim, bütünlük mümkün, ama garanti değil. Şu anda insanlar için bu mümkün… yani hesaplaşma… Keşke Budistler ya da Hindular gibi gelecek yaşamların varlığına inanabilseydim. O zaman en azından kendime “Bu adamlar bir dahaki sefere bedelini ödeyecek” diyebilirdim, ama zihnim oraya gitmiyor. Kissinger’ın bilinci hakkında hiçbir fikrim yok. Onun kafasının içinde olmanın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum, bir katilin kafasının içinde olmanın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum ama bunu öğrenmek de istemem.

C.H.: Himmler ve Kissinger arasında bir ayrım yapmak istiyorum çünkü kendileri cinayetleri bizzat gerçekleştirmediler. Aslında Himmler'in Heath'te bir İsac grubunun Yahudileri topluca katletmesine tanık olduğu bir seferde, sanırım kusmuştu, hastalanmıştı. Ancak yönettikleri kişilerin, yani emirlerini yerine getirenlerin sonuçlarını hissettiklerini düşünüyorum. Çünkü bu insanlar, bu güç sistemlerinin araçları olmalarına rağmen, emirleri verenler bu duyguları yaşamıyor.

G.M.: Sanırım bu doğru. Cinayetleri bizzat işleyenlere baktığınızda, genellikle en alt seviyede, en az eğitimli ve en bilinçsiz insanlar olduklarını görürsünüz. Örneğin My Lai'de yüzlerce insanın - kadınlar, çocuklar, yaşlılar - katledildiği olayda cezalandırılan tek kişi olan Teğmen Calley’e bakın. Kimdi bu kişi? Abu Ghraib'de bu eylemleri gerçekleştiren insanlara baktığınızda da genellikle düşük seviyeli, az eğitimli ve aşırı travmatize olmuş insanlar görürsünüz. Bu kişiler bu pozisyonlara itilir ve benim tahminim değil, bu konuda oldukça iyi bir bilgim var; bu tür eylemleri doğrudan gerçekleştirenler, aslında bu eylemleri yapmadan önce zaten travmatize olmuş insanlardır. Bu şekilde davranmalarına izin veren şey, zaten yaşadıkları kopukluk ve parçalanmışlıktır.

Macaristan'daki komünist rejim döneminde Recsk adlı bir toplama kampına dair ilginç bir belgesel vardı. Bu, sistemi eleştirenleri işkence etmek, bazen öldürmek ve kesinlikle kötü muamele yapmak için götürdükleri bir yerdi. Ve komünist sisteme hizmet eden gardiyanlar, savaş sırasında “Ok Haç” Nazi partisinden olan aynı kişilerdi. Alt sınıf, fakir ve travmatize olmuş insanlar; komünist sistem bu insanları alıp Halk Cumhuriyeti'nin koruyucuları yaptı. Belgesel, yıllar sonra eski mahkumları ve gardiyanları gösteriyordu. Film açıkça gösteriyordu ki, eski mahkumların duygusal sağlığı ve tavırları çok daha sağlam ve dingindi, oysa gardiyanlar tamamen çökmüş durumdaydı. Yüz ifadelerinden ne kadar işkence gördüklerini anlayabiliyordunuz. İşkence gören mahkumlar olmasına rağmen, yaşlılıkta tamamen çökenler gardiyanlardı.

C.H.: Christopher Browning’in Ordinary Men: Reserve Police Battalion 101 kitabını sormak istiyorum. Bu insanlar orta yaşlı polis memurlarıydı, Nazi Partisi üyesi değildiler ve Yahudilerin toplu şekilde infaz edilmesi için görevlendirilmişlerdi. Birimin komutanı - sanırım albaydı - bu toplu infazlara katılmak istemeyenlerin cezalandırılmayacağını söylemişti. Bir avuç insan reddetti, çoğu ise ağır alkol tüketerek devam ettiler. Sizce bu insanlar travmatize olmuş muydu yoksa ahlaki açıdan duyarsız mıydılar?

G.M.: Peki, bir insan neden ahlaki olarak duyarsız hale gelir? Hepimiz belli bir şekilde doğarız. İnsan ahlakı, yapılan çalışmalara göre, insanlara ahlak öğretilerek ya da iyi davranış şekillerine zorlanarak değil; insanlar size iyi davrandığında, sizi gördüğünde, anladığında, sevdiğinde ve kucakladığında doğal olarak gelişir. Ahlaki duyarsızlık aslında bir travma işaretidir. Bu, bu insanların çok erken yaşlarda incindiği, bu yüzden kapandığı anlamına gelir. Hissetmekten kaçmak... Burada esas olarak savunmasızlıktan kaçmaktan bahsediyoruz.

Savunmasızlık (vulnerability), Latince "vulnerare" kelimesinden; yaralamak anlamına gelir. Yani savunmasızlığımız, yaralanabilme kapasitemizdir ve bu, doğduğumuz andan ölene kadar sahip olduğumuz bir şeydir. Ancak zihin yalnızca belirli bir savunmasızlık derecesine kadar kaldırabilir, o da koruma olduğu sürece. İlk yaşanan koşullar bu kadar acı ve zarar verici ise, savunmasızlığı hissetme ve kabul etme kapasitemizden kaçarız. Bu, ahlaki duyarsızlıkla sonuçlanan bir travma tepkisidir. Soykırımcıların, hapishanelerdeki seri katillerin çocukluklarına bakarsanız, hepsi çocukken ciddi şekilde travmatize olmuştur. Tüm araştırmalara göre durum budur.

C.H.: Theweleit’in Male Fantasies adlı iki ciltlik eserinde, geleneksel Alman toplumundaki soğukluk, sertlik ve bedensel cezalandırmanın, sizin söylediklerinizi destekler şekilde, dehşet verici eylemleri gerçekleştirecek insanları yetiştiren bir zemin oluşturduğunu söylüyor.

G.M.: Nazi liderlerinin yaşamlarına baktığınızda, Himmler'den Hitler’e, Göring’e kadar hepsinin çok travmatize olmuş çocuklar olduğunu görüyorsunuz. Kalpleri tamamen kapanmış durumdaydı. Ahlaki duyarlılığın eksikliği de bir travma tepkisidir. Bazen benim de kalbimin soğuduğunu hissettiğim zamanlar oldu. Bunun nasıl bir his olduğunu biliyorum. Hoşuma gitmiyor. Bu bir travma tepkisi ve bundan çıkmak için farkındalık, destek ve çaba gerekiyor.

Sanırım çoğu insan kendine dürüst olursa bunu kabul edebilir. Holokosttan kurtulan Edith Eger adında bir kadın var. Şu anda 90’larında. Harika bir kadın. Auschwitz yolunda muhtemelen büyükannem ve büyükbabam ile aynı trende bulunmuştu. Onun ailesi orada öldü, benim büyükannem ve büyükbabam da öyle. Edith Eger, The Choice adlı bir kitap yazdı ve bu kitapta “Hepimizin içinde bir Nazi var” diyor. Yani, kapanma ve kalpsiz olma kapasitesi kesinlikle bende var, muhtemelen sende de. Seni kişisel olarak yakın tanımıyorum ama bu hepimizde var. Asıl soru şu: Hangi koşullar kalbimizi eritir ve hangi koşullar onu daha da dondurur?

C.H.: Primo Levi’nin de aynı noktaya değindiğini düşünüyorum.

G.M.: Kesinlikle, Primo Levi’yi holokost üzerine bu kadar büyük bir yazar yapan şey, ahlak dersi vermemesi. Sadece olanları olduğu gibi anlatıyor. Bu arada, Primo Levi aynı zamanda Filistin özgürlüğünü de destekliyordu. Bu yüzden de asla affedilmedi.

C.H.: Lodz Gettosu’nu yöneten Yahudi figür Chaim Rumkowski’den bahsediyor ve hepimizin içinde bir Chaim Rumkowski olduğunu söylüyor. Ama tabii, kötülüğü dışsallaştırdığınızda – birçok Siyonistin Filistinlilere karşı yaptığı gibi – kötülüğü temizleme adına daha fazla kötülük yapmış olursunuz. Oysa, içimizdeki kötülüğü tanıdığımızda, bu, kötülük yapmaktan kaçınmamız için en önemli unsur oluyor çünkü onun orada olduğunu biliyoruz. Biraz da bundan konuşmak istiyorum… İnsan varlığı, hukuk devleti ve ezilenlerin durumu hakkında endişelenen bizler için bu yıl hepimiz adına çok zor bir yıl oldu. Kapanış olarak, insanlara zihinsel sağlığımızı, dengemizi korurken aynı zamanda susturulmamak için en önemli şeyin ne olduğunu söylersiniz?

G.M.: İlk şey; başkalarını bulun, bununla tek başınıza kalmayın çünkü tüm bunlara katlanmak ve tanıklık etmek, sizi anlayan ve destekleyebilecek insanlarla paylaşmadan neredeyse imkânsız. Bu yüzden bu konuda bir topluluk içinde olmalıyız, hangi topluluğu bulabilirseniz. Birinci madde bu. İkincisi, bunun sizi tüketmesine izin vermeyin. Hayatınızı tamamen ele geçirmesine izin vermeyin; bu, “aktif olmayın” anlamına gelmiyor ama kendinize dikkat edin. Bunun iki sebebi var; birincisi, kendinize dikkat etmezseniz tükenirsiniz. İnsanlar ‘şefkat yorgunluğundan’, ‘tükenmişlikten’ bahsediyor; bu, kendimize dikkat etmememizin bir sonucu. Tükendiğinizde kimseye bir faydanız kalmaz. İkinci sebep ise, bu süreçte zihinsel sağlığınıza dikkat etmezseniz, faaliyetlerinizin kalitesi ve etkisi bozulur. Bu konuda yıllar boyunca birçok kez konuştum. Özellikle öfke ya da kinle konuştuğumda, söylediklerim pek etkili olmuyor. Bu yüzden sağlam bir zeminden, hatta karşı tarafta olan insanlara dair bir anlayışla yaklaşmanız gerekiyor. Anlamak, onaylamak, desteklemek ya da katılmak anlamına gelmiyor ama onların nereden geldiklerini anlamak demek oluyor. Eğer insanlarla konuşup onlara ulaşma umudunuz varsa, bunu onları tehdit etmeyecek bir şekilde yapmanız gerekiyor. Bu, sözlerinizi sansürlemeniz ya da gerçeğinizi bastırmanız anlamına gelmiyor. Daha çok, tonlama ve nasıl konuştuğunuzla ilgili. Hem pratikte hem de kendinize özen göstermek için bu çok önemli. Üçüncü olarak, sen ve ben şanslıyız çünkü bizi işten atamazlar.

C.H.: Sadece beni parasız bırakıyorlar ama bu sorun değil.

G.M.: Eğer hâlâ doktorluk yapıyor olsaydım, ki yapmıyorum çünkü emekliyim, biliyorum üzerime gelirlerdi çünkü bunu yapıyorlar. Ancak bir insanın kapasitesi ve platformu ne ölçüde ise, onu kullanmalı, pasif kalmayın çünkü pasiflik moral bozucu bir şey. Başkalarıyla bir araya gelin, duygusal sağlığınıza dikkat edin; bu bazen danışmanlık gerektiriyorsa, yoga, meditasyon, doğada yürüyüş, bedeninize fiziksel olarak bakmak, beslenmenize dikkat etmek, günlük tutmak, müzik dinlemek, ruhunuzu besleyen her neyse, onu yapın. Ve durumunuzun imkanları veya kısıtlamaları dahilinde olabildiğince aktif olun. Bunu kişisel bir mesele hâline getirmeyin. 

100 yıl önce yaşamış bir haham vardı, İsa'dan önce. Dünyayı, İbranice’de “Tikkun Olam” dedikleri yani dünyayı iyileştirme görevi hakkında konuşurken, şöyle der: “Görev senin tamamlayacağın bir şey değil. Ama buna katılmamakta da özgür değilsin. Fakat bu senin tamamlayacağın bir şey değil.” Biliyor musunuz, insanlar acıyı durdurmaya, zulmü sona erdirmeye, iyileştirmeyi ve barışı teşvik etmeye çalışıyorlar. Sen bir teologsun, tüm bu büyük ruhani hakikat elçilerini bilirsin. Ben genellikle tarihteki olağanüstü başarısızlıklardan bahsederim. Mesela Buda; ‘evrensel sevgi’ ne durumda? İsa; ‘kardeşlerinizi ve düşmanlarınızı affetmek ve diğer yanağını çevirmek’ nasıl gidiyor? Lao Tzu veya İbrani peygamberler ve onların ‘adalet çağrıları’ ne durumda? Yani bunlar başarısız mı oldu? Yoksa insanlık için uzun vadeli bir projeye muazzam bir katkı mı sağladılar? Biz de kendi küçük yollarımızla aynı şeyi yapabiliriz. Bu bizim tamamlayacağımız bir şey değil, bu yüzden kişisel bir mesele hâline getiremeyiz.

C.H.: Harika. Teşekkür ederim. Bu, Dr. Gabor Maté’ydi. Gösteriyi üreten Diego, Thomas, Sophia ve Max’e teşekkür etmek istiyorum. Bana [email protected] adresinden ulaşabilirsiniz.


* Chris Hedges'in Dr. Gabor Maté ile olan 'Enduring the Trauma of Genocide' adlı söyleşisi Nil Sarrafoğlu tarafından çevrilmiştir.