Soykırıma Ortak Olan Üye Devletler

-
Aa
+
a
a
a

Francesca Albanese’nin yeni raporu, 60’tan fazla ülkenin İsrail’in savaş suçlarına nasıl ortak olduğunu inceliyor ve bu ülkelerin katkılarının, kendi vatandaşlarını da gelecekte nasıl vuracağını ortaya koyuyor.

""

İki yıllık soykırımın ardından, artık İsrail’in Filistinlilere karşı işlediği suçlara ortaklığı gizlemek mümkün değil. Birleşmiş Milletler Filistin Özel Raportörü Francesca Albanese’nin hazırladığı çok sayıda rapora göre, bütün ülkeler ve şirketler — doğrudan ya da dolaylı yollarla — İsrail’in ekonomik ve askeri genişlemesine dahil olmuş durumda.

Albanese, son raporu “Gazze Soykırımı: Kolektif Bir Suç”ta, 63 ülkenin İsrail’in Filistinlilere yönelik soykırımını desteklemedeki rolünü ayrıntılarıyla ortaya koyuyor. ABD gibi İsrail’i doğrudan finanse eden ve silahlandıran ülkelerin, savaş uçağı tekeri gibi küçük görünen parçalarla bile katkı sunan onlarca başka ülkeyi içeren dev bir küresel ekonomik ağın parçası olduğunu anlatıyor.

Albanese’ye göre bu sisteme karşı çıkmak artık bir zorunluluk. Filistinlilerin hayatlarını yok etmek için kullanılan aynı teknolojiler, er ya da geç İsrail’i destekleyen ülkelerin kendi vatandaşlarına karşı da kullanılacak.

“Filistin bugün hayatımızın bir metaforu ve yaşamlarımızın nereye doğru gittiğinin en açık göstergesi,” diye uyarıyor Albanese.

“Bugün her işçi, Filistinlilere yapılanlardan bir ders çıkarmalı; çünkü büyük adaletsizlik sistemi birbiriyle bağlantılı ve orada yaşananlar hepimizi etkiliyor.”


Chris Hedges: Birleşmiş Milletler’in Filistin Özel Raportörü Francesca Albanese, son raporu Gazze Soykırımı: Kolektif Bir Suç başlığı altında, 63 ülkenin İsrail’in soykırımını sürdürmedeki rolünü açıkça ortaya koyuyor. Albanese, Trump yönetimi tarafından kendisine uygulanan yaptırımlar nedeniyle BM Genel Kurulu’na Cape Town, Güney Afrika’daki Desmond ve Leah Tutu Miras Vakfı’ndan hitap etmek zorunda kaldı ve burada “on yıllara yayılan ahlaki ve siyasi bir çöküşü” sert şekilde eleştirdi.

“Yasadışı eylemler ve kasıtlı ihmaller yoluyla, çok fazla devlet İsrail’in militarize apartheid rejimine zarar vermekle kalmadı, onu kurdu ve korudu; böylece İsrail’in yerleşimci-sömürgeci projesinin büyüyerek Filistin’in yerli halkına karşı işlenen en nihai suç olan soykırıma dönüşmesine izin verdi,” dedi.

Albanese, bu soykırımın, “barışı korumak için var olan uluslararası platformlarda” diplomatik olarak koruma altında olduğunu vurguluyor. Ayrıca silah satışlarından ortak askerî tatbikatlara kadar uzanan askerî işbirliklerinin “soykırım makinesini beslediğini”, insani yardımın kontrolsüz biçimde siyasallaştırıldığını ve Avrupa Birliği gibi aktörlerin —Ukrayna nedeniyle Rusya’ya yaptırım uygulamalarına rağmen— İsrail İle ticareti sürdürdüğünü belirtiyor.

24 sayfalık rapor, “canlı yayınlanan vahşetin” üçüncü devletler tarafından nasıl mümkün kılındığını ayrıntılarıyla ortaya koyuyor. Albanese, ABD’yi, İsrail’e “diplomatik koruma” sağladığı için sert ifadelerle eleştiriyor; ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’nde yedi kez veto hakkını kullanmasını ve ateşkes müzakerelerini kontrol etmesini buna örnek gösteriyor. Rapor, diğer Batılı ülkelerin ise çekimser oylar, oyalamalar ve yumuşatılmış karar taslaklarıyla işbirliği yaptığını; soykırımın kanıtları her geçen gün artarken bile İsrail’e silah sağlamaya devam ettiklerini belirtiyor.

Rapor, ABD Kongresi’ni de eleştiriyor: Kongrenin, İsrail’in o sırada Biden yönetiminin açık itirazına rağmen Refah’ı işgal etme tehdidinde bulunduğu bir dönemde, 26.4 milyar dolarlık yeni bir silah paketi onaylaması sert biçimde kınanıyor.

Raporda ayrıca Almanya da hedef alınıyor. Soykırım sürecinde İsrail’e en çok silah sağlayan ikinci ülke olan Almanya'nın, “fırkateynlerden torpidolara” kadar uzanan silah sevkiyatlarıyla sorumluluk taşıdığı vurgulanıyor. Birleşik Krallık’ın ise savaşın başladığı Ekim 2023’ten bu yana Gaza üzerinde 600’den fazla keşif uçuşu gerçekleştirdiği iddia ediliyor.

Aynı zamanda, Arap devletlerinin de İsrail’le ilişkilerini kesmediği belirtiliyor. Örneğin Mısır, savaş boyunca “Rafah sınır kapısının kapatılması, enerji ortaklığı ve güvenlik işbirliği” de dahil olmak üzere İsrail’le önemli ekonomik ve güvenlik ilişkilerini sürdürdü.

Rapora göre Gazze’deki soykırım, “halklarla hükümetleri arasında benzeri görülmemiş bir uçurumu açığa çıkararak, küresel barış ve güvenliğin dayandığı güveni ihanetle sarsmıştır.” Albanese’nin raporu, gerçekte hiç uygulanmayan bir “ateşkes” dönemine denk geliyor. Ateşkesin iki hafta önce ilan edilmesinden bu yana İsrail, Gazze’de 300’den fazla Filistinliyi öldürdü.

19 Ekim’deki ilk büyük ateşkes ihlali, 100 Filistinlinin öldüğü, 150 kişinin yaralandığı İsrail hava saldırılarıyla gerçekleşti. Gazze’deki Filistinliler bugün hâlâ, binaların ve evlerin yok edildiği günlük bombardımanlara maruz kalıyor. Topçu atışları ve keskin nişancı ateşi sivilleri öldürmeye devam ederken, insansız hava araçları gökyüzünde dolaşarak sürekli tehdit yayıyor.

Temel gıda ürünleri, insani yardım ve tıbbi malzemeler, İsrail kuşatmasının sürmesi nedeniyle hâlâ son derece sınırlı. İsrail ordusu, Gazze Şeridi’nin yarısından fazlasını kontrol ediyor ve “sarı çizgi” olarak bilinen görünmez sınırına çok yaklaşan herkese — aileler de dahil — ateş açıyor.

Bu raporu, Gazze’de devam eden soykırımı ve çok sayıda devletin bu soykırımı nasıl sürdürdüğünü konuşmak üzere bana katılan isim, Birleşmiş Milletler Filistin Özel Raportörü Francesca Albanese.

Raporun ayrıntılarına geçmeden önce, Gazze’de şu anda neler olduğundan biraz bahsedelim. Uluslararası toplumun “ateşkes” diye tanımladığı şey ile sahadaki gerçeklik arasında tam bir kopukluk var. Saldırıların temposu biraz yavaşlamış olabilir, fakat hiçbir şey değişmedi.

Francesca Albanese: Evet, teşekkür ederim Chris. Beni davet ettiğin için memnun oldum. Gerçeklikle siyasi söylem arasında tamamen bir kopukluk olduğu konusunda sana katılıyorum. Çünkü sözde ateşkesin ardından, dikkat zorla Gazze’den başka yerlere kaydırıldı.

Örneğin Sudan’daki yıllardır süren felaket duruma aniden artan ilginin, özellikle Batılı ülkeler, ABD, İsrail ve onların müttefiklerinin yeni bir “acil durum”a odaklanma ihtiyacından kaynaklandığını düşünüyorum.

Bir tür sahte anlatı yaratılıyor: Sanki artık barış varmış gibi… Artık protesto etmeye gerek yokmuş gibi… Çünkü nihayet barış gelmiş gibi… Barış yok. Filistinliler bir gün bile barış görmedi; çünkü İsrail Gazze’de Filistinlilere karşı ateş açmaya, şiddet kullanmaya devam ediyor. Ateşkes ilanından bu yana 230’dan fazla Filistinli öldürüldü, bunların 100’ü yalnızca 24 saat içinde—aralarında 50 çocuk var.

Açlık da devam ediyor. Evet, bölgeye giren kamyon sayısında artış oldu, fakat ihtiyaç duyulanın çok ama çok altında. Üstelik yardım ulaştırmak son derece zor. Dahası, İsrail Gazze Şeridi’nin yüzde 50’sini kontrol etmeye devam ederken, tüm Gazze nüfusu bölgenin küçük ve kontrol altında tutulan parçalarına sıkıştırılmış durumda.

Yani ortada barış yok. Aynı zamanda, Güvenlik Konseyi’nin Gazze için tuhaf bir vesayet sistemi oluşturacak bir kararı onaylamaya hazırlandığı görülürken; Batı Şeria, silahlı yerleşimciler ve askerler tarafından uygulanan şiddet ve etnik temizlik dalgasına terk edilmiş durumda. Bu sırada İsrail hapishaneleri, işkence gören yetişkin ve çocuklarla dolmaya devam ediyor.

Bugün işgal altındaki Filistin topraklarında gerçek olan bu — ve siyasi söylemin durduğu yerle hiçbir şekilde örtüşen bir tarafı yok.

C.H.: Gazze’yle ilgili iki mesele var. Birincisi, İsrail Gazze’nin yüzde 50’sinden fazlasını fiilen ele geçirmiş ya da işgal ediyor. İkincisi ise, anladığım kadarıyla çimento dahil hiçbir yeniden inşa malzemesinin bölgeye girişine izin vermiyorlar.

F.A.: Benim anladığım da bu. İsrail yalnızca gıda, su ve hastaneler için zorunlu sayılan bazı temel malzemelerin — çoğunlukla sahra hastaneleri için çadır gibi — girişine izin veriyor.  Ancak yeniden inşa veya kalıcı sürdürülebilirlik ile ilgili her şey yasak.

Lüks sayıldıkları için yasaklanmış bir sürü gıda ürünü de var. Ve mesele şu, Chris: Üye devletlere karşı bu günlerde bu kadar büyük bir hayal kırıklığı hissetmemin nedeni tam da bu. Soykırım söz konusu olduğunda bazı devletlerin ‘soykırım’ çerçevesini kullanmakta isteksiz davrandıklarını bizzat duydun. Hukuken tamamen saçmalık olmasına rağmen, ‘Uluslararası Adalet Divanı henüz bunun bir soykırım olduğuna hükmetmedi’ gibi gerekçeler öne sürüyorlar.

Aslında mahkeme iki yıl önce, Ocak 2024’te, soykırım riski bulunduğuna zaten hükmetmişti. Üstelik mahkeme, Temmuz 2024’te işgalin yasa dışı olduğunu ve tamamen, koşulsuz biçimde sona erdirilmesi gerektiğini açıkça belirttiğinde bile, bu karar herhangi bir barış sürecinin veya geleceğe dönük tartışmanın başlangıç noktası olmalıydı.

Fakat üye devletler, İsrail’i işgal altındaki Filistin topraklarından çekilmeye zorlamayı tartışmak yerine, sanki İsrail o topraklarda egemen bir güçmüş gibi İsrail’le diyaloğu sürdürmeye devam ediyor. Görüyorsun, bu Filistinlileri umutsuzluğa sürükleyen tamamen distopik bir gelecek.

Aynı zamanda, gençlerden ve emekçilerden oluşan küresel dayanışma hareketini de durdurmaya çalışıyorlar. Çünkü Fransa’da, İtalya’da, Almanya’da, Birleşik Krallık’ta — Gazze’den Batı Şeria’ya kadar Filistin’e ışık tutmaya yönelik her girişim saldırıya uğruyor. Protestolar, konferanslar… Filistin’le ilgili her şeye yönelik çok aktif bir baskı var.

Bu yüzden diyorum ki, artık mesele yanlış yönetim veya konuyu anlamadaki ihmalkârlığın çok ötesine geçti; bu, İsrail’in Filistin’deki etnik temizliğini sürdürebilmesi için aktif bir işbirliği.

C.H.: Raporunda belirttiğin gibi, iki devletli çözümü tanıyan söylemlerindeki küçük değişikliğe rağmen bu durum başından beri böyleydi. Birleşik Krallık da bunu yaptı; sevkiyatları yalnızca yüzde 10 azaltmakla yetindi.

Ama rapora geçmeden önce şunu sormak istiyorum: Sence İsrail’in hedefi ne? Soykırımı yavaşlatıp uygun gördüğü anda yeniden mi başlatmak istiyor? Yoksa bu dehşet verici, yaşanamaz, insansızlaştırılmış bir getto mu yaratmak istiyor? Sence İsrail’in amacı ne?

F.A.: İsrail’in hedefleri ile Amerika Birleşik Devletleri’nin hedeflerini birbirinden ayırmak ve farklılaştırmak bence artık her zamankinden daha fazla imkânsız hale geldi. Olan biteni çoğu zaman parçalı bir şekilde ele alma eğilimindeyiz; örneğin Lübnan–İsrail ilişkisine, İran–İsrail ilişkisine ya da İsrail–Filistin ilişkisine tek tek bakıyoruz.

Oysa Filistin meselesinin bana fark ettirdiği şeylerden biri, ‘Büyük İsrail’ kavramının anlamı oldu. Çünkü şu anki İsrail liderliğinin aklındaki şeyin bu olduğunu düşünüyorum ve bu, İsrail toplumunun önemli bir kesimi tarafından — gönüllü ya da gönülsüz — destekleniyor; Filistinlilerin silinmesine razı olan birçok insan var.

Uzun bir süre boyunca ‘Büyük İsrail’ fikrinin ne olduğunu merak edenlerden biriydim. İsrailli liderlerin zaman zaman gösterdiği, Nil’den Fırat’a uzanan o haritaya bakıp insan ister istemez ‘Hadi ama, bunu yapamazlar, Mısır’ı, Lübnan’ı, Irak’ı işgal edemezler’ diye düşünüyorsunuz.

Ama meseleye fiziksel sınır genişlemesi açısından değil de farklı bir gözle baktığınızda her şey değişiyor. Çünkü hâkimiyet sadece toprak genişlemesiyle veya askerî işgalle kurulmaz; dışarıdan dayatılan ekonomik denetim, finansal kontrol, güç hâkimiyeti aracılığıyla da pekâlâ kurulabilir. Bunu böyle düşününce ‘Büyük İsrail’ projesinin çoktan başlamış olduğunu ve oldukça ilerlemiş olduğunu görüyorsunuz.

Irak’ın, Libya’nın, Suriye’nin, Lübnan’ın yok oluşuna bakın. Tarihsel olarak İsrail’in dostu sayılmayan tüm bu ülkeler fiilen yok edildi. Geri kalan diğer Arap ülkeleri ise ya İsrail’le yüzleşecek güce sahip değil ya da kendi aralarında ya da başkalarıyla birlik fikrini düşünme ihtimalinden bile uzak duruyorlar. Kalanlar da mevcut durumu kabullenmiş görünüyor.

Sonuçta, Bana göre ‘Büyük İsrail’, ABD’nin bu bölgedeki emperyal tasarımının en berrak açıklamasıdır. Bu tasarım açısından Filistinliler sadece İsrail için değil, bu bütün emperyal proje için rahatsız edici bir diken niteliğinde; çünkü Filistinliler hâlâ oradalar ve direniyorlar.

Gitmek istemiyorlar, ehlileştirilmek istemiyorlar, boyun eğmek istemiyorlar. Hem fiziksel hem de zihinsel düzlemde direnişin son hattını oluşturuyorlar. Bu yüzden onlara yönelik şiddetin giderek daha vahşi bir noktaya ulaştığını görüyoruz. ABD’nin, artık sahaya asker göndermeye hazır olması da onları ortadan kaldırma niyetinin bir parçası. Bu, İsrail–ABD ortak tasarımının benim anladığım genel çerçevesi. Ve bu süreçte ağır bedel ödeyecek olanlar sadece Filistinliler değil, bölgedeki birçok halk gibi İsraillilerin kendileri de olacak.

C.H.: Yani, Amerikan askerlerinin Gazze’ye konuşlandırılmasını, Gazze’nin nüfussuzlaştırılmasında bir sonraki adım olarak mı görüyorsun?

F.A.: Evet, evet, evet. İsrail’in ya da Amerika Birleşik Devletleri’nin Filistinlilere verdiği hiçbir söze güvenmiyorum; çünkü son iki yılda gördüklerim — aslında hepimize gösterilenler — Filistinliler onların umurlarında değil. Aksi hâlde onların acılarını görürlerdi.

Artık hayatımızı bile bölümlere ayırıyoruz: Soykırım öncesi mi? Soykırım sonrası mı? Sizde de oluyor mu? Çünkü soykırımın başlaması, dünyaya bakışımı tamamen değiştirdi. Benim için bu, bir masumiyet döneminin sonu. Bir zamanlar Birleşmiş Milletlerin hâlâ barış adına ilerleme kaydedilebilecek bir yer olduğuna inanıyordum.

Şimdi böyle düşünmüyorum. Bu Birleşmiş Milletlerin tamamen yok olduğu anlamına gelmiyor ama insanların gözünde anlamını kaybetmemesi için, BM’nin onur, eşitlik ve herkes için özgürlük gibi değerlerle yönetilmesi gerekiyor. Ve bugün, bundan çok ama çok uzaktayız.

C.H.: Peki, seni bu sonuca götüren şey neydi? Birleşmiş Milletlerin bu sahte ateşkesi kabul etmesi mi, yoksa bu noktaya daha önce mi gelmiştin?

F.A.: Hayır, bu sonuca gelmem çok daha öncesine dayanıyor. Çünkü son iki yıldır, başta Batılı ülkeler olmak üzere bölgedeki diğer devletlerin de sessiz onayıyla, çoğu devlet İsrail’in meşru müdafaa söylemini koşulsuz destekledi.

Üzgünüm ama bu gerçekten bir söylemden ibaretti; çünkü yine söylüyorum, meşru müdafaanın çok net sınırları vardır. İsrail’in kendini koruma hakkı yoktu demiyorum. Elbette vardı. 7 Ekim’de İsrail çok ağır bir saldırıya uğradı. Kimi bunu İsrail’in yıllarca Filistinlilere uyguladıklarına benzetiyor, kimi daha ağır, kimi daha hafif olduğunu söylüyor — bunların hepsi bir yana.

Gerçek şu ki, 7 Ekim’de İsrailli siviller çok korkunç, vahşi bir saldırıya maruz kaldı. Ancak bu durum İsrail’e BM Şartı’nın 51. maddesine dayanarak savaş açma hakkı vermez.

Bu hukuken mümkün değildir. Ve buna şaşırıyorum çünkü devletler uluslararası hukuku yorumlarken çoğu zaman aşırı muhafazakâr davranır — ama iş bu konuya gelince bir anda istisna yaratılıyor. Uluslararası Adalet Divanı meşru müdafaanın kapsamını zaten yıllar önce belirlemişti. 

Bir devlet yalnızca başka bir devlet tarafından yakın ve somut bir saldırı tehdidi varsa 51. maddeye dayanabilir. Burada böyle bir durum yoktu. Yani evet, İsrail kendini savunabilirdi, ancak bir savaş başlatamazdı. Üstelik savaşın daha ilk günlerinden itibaren savaşın “suç işleme eğiliminden” çok, “suçların bizzat kendisiyle” karakterize olduğu açıkça görülüyordu. Buna rağmen devletler ses çıkarmadı. Gazze’deki aşırı şiddete, Batı Şeria’daki sistematik şiddete rağmen iki yıl boyunca güçlerini kullanarak bunu durdurmaya çalışmadılar.

Bu yüzden artık şuna kesinlikle inanıyorum: İsrail’e karşı siyasi bir tutum değişikliği olacaksa, bu ülkelerin kendi içlerinde politik bir değişimle mümkün olacak. Çünkü hükümetler tamamen ABD’nin çizdiği sınırlar içinde hareket ediyor. Elbette ABD istese, bu hemen durur. Ancak mevcut siyasi kadroyla ABD’nin bunu yapmaya niyeti yok.

Ve ayrıca şuna da bakın: Özellikle Batı, Filistinlilerin insansızlaştırılmasına, değersizleştirilmesine bizzat katkıda bulundu. Bugün bile “Evet, bu kadar Filistinli öldü çünkü Hamas onları canlı kalkan olarak kullandı” söylemi hâlâ tekrar ediliyor. Oysa Filistinlilerin canlı kalkan olarak kullanıldığına dair mevcut tek kanıt, İsrail’in Batı Şeria’da ve Gazze’de Filistinlileri kendi operasyonlarında canlı kalkan olarak kullandığı vakalardır.

Görüyoruz ki Filistinliler yeniden o eski sömürgeci bakışla, “barbar”, “vahşi”, “kendi felaketini kendi çağıran” insanlar olarak resmediliyor. Batı’nın Filistinliler hakkında kurduğu anlatı tam olarak bu. Ve bu anlatı, İsrail’in cezasızlığını mümkün kılan verimli zemini yaratmış durumda.

C.H.: Raporunda özellikle işaret ettiğin, soykırımı sürdürmeye devam eden ülkelerden bahsedelim. Bunu kimi zaman silah sevkiyatlarıyla, kimi zaman da ticari çıkarlar üzerinden yapıyorlar. Bir önceki raporunda, soykırım üzerinden elde edilen kârlardan da söz etmiştin. Bu iş birliğinin kapsamını — mümkün olduğu ölçüde — hem silah ve ticaret boyutuyla, hem de işin içinde dönen para miktarlarıyla ortaya koyar mısın?

F.A.: Evet, evet. Önce genel bir çerçeve çizerek başlayayım: Birbiriyle yakından bağlantılı iki temel bileşen var — askerî boyut ile ticaret ve yatırım boyutu. Ben raporumda çoğu Batılı olmak üzere, Küresel Güney’den yani küresel çoğunluktan bazı ülkeler ve kimi Arap devletleri de dahil olmak üzere 62 devleti ismen anıyorum.

Bu devletler, İsrail’in uluslararası hukuku ihlal eden eylemlerini askerî ve ekonomik kanallar üzerinden ya görmezden geldiler, ya perdelediler ya da kısmen bunlardan kazanç sağladılar. Silah ticareti veya istihbarat paylaşımı yoluyla kurulan askerî iş birliği, işgal boyunca — yasa dışı işgal boyunca — ve özellikle de soykırım sürecinde İsrail’in savaş makinesini besledi. Sadece Amerika Birleşik Devletleri ve Almanya, İsrail’in silah ithalatının yaklaşık yüzde 90’ını tek başlarına karşılıyor.

En az 26 devlet, doğrudan silah ya da silah bileşenleri sağladı ya da bunların transferini kolaylaştırdı. Pek çok başka devlet ise, Filistinliler üzerinde denenmiş silahları satın almaya devam etti. Özel sektöre odaklanan önceki raporumda Tel Aviv borsasındaki artışı incelediğimde, soykırım sırasında İsrail borsasının ne kadar yükseldiğini görmek beni şoke etti.

Bu artışın temel nedeni, askerî sanayideki büyüme. Öte yandan ticaret ve yatırım ayağı var. Bu ikisi birlikte hem İsrail ekonomisini ayakta tuttu hem de ondan doğrudan kâr elde etti. 2023 ile 2024 arasında — aslında 2022’nin sonundan 2024’e kadar — elektronik, ilaç, enerji mineralleri ve ‘çift kullanımlı’ denilen ürünlerin ihracatı toplamda neredeyse 500 milyar dolara ulaştı ve bu, İsrail’in askerî işgalini finanse etmesine yardımcı oldu.

Bu ticaretin üçte biri Avrupa Birliği ile yürütülüyor; geri kalan kısmı ise İsrail İle serbest ticaret anlaşmaları bulunan Kuzey Amerika ülkeleri (ABD ve Kanada) ve ekonomik ilişkilerini derinleştirmeye devam eden çeşitli Arap devletleri ile tamamlanıyor.

Soykırım sürecinde ticaretini kısmen azaltan sadece birkaç devlet oldu; ancak genel tabloya baktığımızda, İsrail İle resmî diplomatik ilişkisi olmadığını iddia eden ülkelerle bile dolaylı ticari akışların kesintisiz devam ettiğini görüyoruz.

Bu, gerçekliğin son derece karanlık bir tablosu. Ama bir nokta daha eklemek istiyorum: Pek çok açıdan sorunun temelinde ideolojik bir mesele yatıyor. Daha önce söylediğim gibi, örneğin Ukrayna söz konusu olduğunda Rusya’ya karşı takınılan tutum ile Filistin söz konusu olduğunda İsrail’e karşı takınılan tutum arasında çok büyük bir fark var. İşte bu nedenle, Filistin halkının yaşadığı trajediyi çevreleyen şeyin içinde güçlü bir Oryantalizm unsuru olduğunu düşünüyorum.

C.H.: İsrail’e gönderilen silahların türlerinden biraz bahseder misin? Şunu da net olarak ortaya koymak gerekir: Filistinlilerin konvansiyonel bir ordusu yok; donanmaları yok, hava kuvvetleri yok, tanklardan oluşan mekanize birlikleri yok, topçu sistemleri yok. Buna rağmen İsrail’e gönderilen silahlar, tam kapsamlı bir konvansiyonel savaşta kullanılan en sofistike silahlar arasında.

Ve sızdırılan bir İsrail raporunun — sanırım +972 tarafından yayımlanmıştı — ortaya koyduğuna göre, Gazze’de öldürülen insanların %83’ü sivil.

F.A.: Evet, evet. Öncelikle, iki tür silahtan söz etmek gerekiyor: geleneksel silahlar ve çift kullanımlı ürünler. Uluslararası Adalet Divanı’nın İsrail’e ilişkin Nikaragua v. Almanya kararına göre, bu iki kategoriye giren tüm aktarımın askıya alınması gerekiyordu.

Bu arada iki ayrı akış söz konusu: Birincisi, doğrudan İsrail’e silah transferi. Buna uçaklar, drone yapımında kullanılan parçalar — çünkü İsrail hiçbir sistemi tek başına üretmiyor, bileşenlere ihtiyaç duyuyor — top mermileri, havan mühimmatı, tüfekler, tanksavar füzeleri, bombalar gibi unsurlar dahil.

Bu silahların büyük bölümü öncelikle Amerika Birleşik Devletleri tarafından sağlanıyor. İsrail’in ikinci büyük silah tedarikçisi olan Almanya ise fırkateynlerden torpidolara kadar geniş bir yelpazede silah sevkiyatı yaptı.

Ayrıca İtalya, bomba ve uçak yedek parçaları sağladı; Birleşik Krallık ise istihbarat desteği konusunda kilit bir rol oynadı. Bir de Birleşmiş Milletler boyutu var. Tüm bu akışları izlemek oldukça zor, çünkü ABD silahların birincil sağlayıcısı olmasının yanı sıra F-35 programının ana montajcısı.

Bu programda 17 ya da 19 ülke birlikte çalışıyor ve hepsi şöyle diyor: ‘Evet, F-35’in İsrail tarafından kullanıldığını biliyorum ama ben sadece küçük bir parçasını sağlıyorum; sadece tekerlekleri, sadece kanatları, sadece kancaları, sadece motoru veriyorum.’

Oysa bu parçaların hepsi ABD’de birleştiriliyor ve daha sonra İsrail’e satılıyor, devrediliyor veya hibe ediliyor. Ve bu son derece sorunlu. Çünkü bu nedenle bunun kolektif bir suç olduğunu söylüyorum: Hiçbir ülke tek başına tüm sorumluluğu üstlenmiyor ama birlikte, parça parça, bu soykırımın gerçekleşmesine katkıda bulunuyorlar.

C.H.: Peki Francesca, İsrail dünyanın dokuzuncu en büyük silah ihracatçısı. Bu ilişkilerin etkisi ne? Örneğin İsrail İHA’larının en büyük alıcılarından biri Hindistan. Ve Hindistan’ın Filistin’e bakışında ciddi bir değişim gördük. 

Tarihsel olarak Filistin halkının yanında dururdu, ama Modi döneminde bu artık böyle değil. Senin raporunda bahsettiğin 63 ülkenin soykırımla iş birliği yapmasında, bu silah ilişkilerinin rolü nedir?

F.A.: Öncelikle şunu biraz açarak başlayayım: Silah ve askeri teknoloji satışı, İsrail ekonomisinin temel bileşenlerinden biri. 2024 itibarıyla, İsrail’in toplam ihracatının üçte birini oluşturuyor. Bunun iki sonucu var: Birincisi, bu ihracatlar İsrail’in askeri üretim kapasitesini artırıyor. İkincisi — ve en yıkıcı olanı — bu teknolojiler Filistinliler üzerinde test edildiği için, Filistinlilerin yaşam koşullarını korkunç şekilde daha da ağırlaştırıyor. İşgal altındaki insanlar, fiilen İsrail silah sanayisinin laboratuvarı hâline getiriliyor.

Soykırım döneminde İsrail’in silah ihracatının yaklaşık %20 artmış olması ve özellikle Avrupa’ya yapılan satışların ikiye katlanması, durumun vahametini gösteriyor. Bugün yalnızca Avrupa’ya yapılan satışlar, İsrail’in tüm askeri ihracatının %50’sinden fazlasını oluşturuyor. Ayrıca Asya-Pasifik bölgesi toplam satışların %23’ünü oluşturuyor — burada da Hindistan başlıca alıcı konumunda. Bir başka çarpıcı gerçek ise şu ki Filistinliler üzerinde test edilen silahların %12’si, Abraham Anlaşmalarına taraf Arap ülkeleri tarafından satın alınıyor. Peki bu bize ne anlatıyor?

Tam olarak senin sorunda işaret ettiğin şeyi yani bu silah ticareti, ülkelerin İsrail’e yönelik siyasi pozisyonlarında yaşanan keskin dönüşü açıklıyor. Bugün Afrika ve Asya’daki bazı devletlerin — Hindistan dâhil — İsrail’e karşı takındığı tavır, 70’ler, 80’ler ve 90’lardaki tutumlarından 180 derece farklı.

Bunun nedeni ise bir yanda İsrail küresel ekonomiye sıkı bir şekilde entegre olmuş durumda, diğer yanda ise küresel ekonomi giderek aşırı liberal bir ideolojik yöne savruluyor. Bu düzende sermaye, servet birikimi ve askerî güç, her şeyin önüne geçiyor.

Bu çok üzücü ama gerçek bu. Ve bilmek önemli; çünkü daha önce söylediğim gibi, bu gidişat 7 Ekim 2023’te başlamadı. Muhtemelen Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana, ortak paydası ‘güç’ olan giderek küreselleşen bir sistemin içinde yaşıyoruz..

Yani, ortak payda demeyelim ama pek çok şey için birleştirici unsur güç kullanımı. Silahların, sermayenin ve algoritmaların sağladığı güç tekeli… Dünya artık bu yöne doğru gidiyor.

C.H.: Gördüğümüz üzere, bu silah sistemleri elbette test ediliyor. ‘Savaşta denenmiş’ anlamına gelen battle tested etiketiyle satılıyorlar — ama bunu söylerken Filistinlilerin adını bile anmıyorlar. Bu sistemler örneğin Kuzey Afrika’dan gelen göçmenleri durdurmak için Yunanistan’a satılıyor. Aynı şekilde ABD’nin Meksika sınırında da kullanılıyorlar.

Ve mesele yalnızca bu silahların Filistinliler üzerinde ‘savaşta denenmiş’ olması değil — henüz bu devasa gözetim sistemlerinden bile bahsetmedik. Ama asıl kritik olan, kontrol yöntemlerinin kendisinin, nasıl uygulandıklarının da askerî danışmanlar aracılığıyla başka ülkelere ihraç edilmesi.

F.A.: Elbette, çünkü gerçekte İsrail nüfusu neredeyse bütünüyle askerlerden oluşuyor. Elbette, dini nedenlerle ya da vicdani retçi oldukları için orduya katılmayanlar da var, ama bunlar çok küçük bir azınlık. İsraillilerin büyük çoğunluğu ordudan geçiyor.

Sonra da bu kişiler, askerlik sırasında edindikleri bilgi birikimini ve yaptıkları işleri kariyerlerinin sonraki aşamalarına taşıyorlar. Dolayısıyla, önceki raporumda da belgelendiği gibi, İsrail’in start-up ekonomisinin çok karanlık bir yüzü var: Askerî sanayiyle ve gözetim endüstrisiyle sıkı sıkıya bağlantılı.

Küresel Güney’de hem paralı asker gruplarına hem de Fas gibi doğrudan devletlere  danışmanlık, istihbarat ve eğitim veren hatırı sayılır bir İsrailli topluluğu var. Böylece uluslararası ilişkilerin, daha doğrusu bireyler ile devletler arasındaki ilişkilerin bir “İsrailleşmesi” ve “Filistinlileşmesi” yaşanıyor.

Bu yüzden diyorum ki, yaşananların acı düzeyi elbette Filistinlilerle kıyaslanamaz, ancak bugün her işçi, her emekçi Filistin’de olup bitenden bir ders çıkarmalıdır. Çünkü bu devasa adaletsizlik sistemi birbirine bağlıdır ve hepimizin hayatını doğrudan etkiler.

Burada olup biten çok açık. Devletlerin sunduğu elverişli zemin üzerinde kendi kalelerine çekilip durmaksızın zenginleşen oligarklar var; ama devletlerin kendisi bu eşitsizlikten kazançlı çıkmıyor, çünkü devlet içindeki insanların büyük çoğunluğu — ABD’de de Avrupa’da da — bundan hiçbir fayda elde etmiyor.

Onlar da mağdur. Bu yüzden bu sistem hepimizi aynı şekilde sömürüyor. Elbette Filistinlilerin yaşadığı ile kıyaslanamaz bir acı düzeyi ama bugün her işçi, Filistinlilere yapılanlardan bir ders çıkarmalı, çünkü bu büyük adaletsizlik düzeni bağlantılı ve hepimizi, yaşananlarla birbirimize bağlıyor

Chris Hedges

Evet, ülke içinde de böyle. Örneğin Modi’ye karşı protesto eden Sih çiftçiler yollara döküldüğünde, bir anda başlarının üzerinde İsrail yapımı droneların uçtuğunu ve bu droneların göz yaşartıcı gaz kapsülleri bıraktığını gördüler.

F.A.: Evet, tam olarak öyle. Dronelar, İsrail’in teknoloji ihracatında en çok satan ürünlerden biri ve bugün Frontex tarafından Akdeniz’i gözetlemek için, ABD–Meksika sınırında ve giderek daha fazla yerde insanların günlük yaşamlarında kullanılıyor.

Ayrıca bazı teknolojilerin sınırlar boyunca nasıl “mükemmelleştirildiğine” de bakmak gerekiyor. Bu yaz yaşanan bir şey — bu kişisel bir gözlem, üzerine kapsamlı bir araştırma yapmadım, ama gerçekten ürkütücü bir yeniliğe tanık olduğumuzu hissettim.

Sırbistan’da bir yıldır süren protestolarda, öğrenciler ve sıradan vatandaşlar hükümete karşı sokaklardayken, ses silahlarının ve oksijen destekli silahların kullanıldığını gördüm.

Bunlar, patlama yerine bir hava dalgası oluşturan, bu dalganın içinde kalanların bedeninde o kadar güçlü bir acı yaratan bombalar ki, dayanılmaz bir ıstırap veriyor. İnsanlar kaçmaya çalışıyor ama aynı zamanda duyularını kaybediyor, iç organları bile zarar görebiliyor.

Bu silahları Sırbistan’da gördüm. Ve şimdi anlıyorum ki bunlar Gazze’de de kullanılıyor. Ateş çıkarmayan, fakat bedenin içini sarsan hava darbeleri yaratan bombalar… İnanılmaz. Bu silahlar, farklı yerlerde yapılan denemelerle sürekli “geliştiriliyor.” Ve Sırbistan, İsrail ile askeri teknoloji alım-satımını sürdürmeye devam ediyor.

C.H.: Son olarak şunu sormak istiyorum. Son iki raporun özellikle, hükümetlerin de şirketlerin de soykırıma karşı hukuki yükümlülükleri doğrultusunda hareket etmekte tamamen başarısız olduğunu ortaya koyuyor. Peki şimdi ne yapacağız? Lenin’in sözleriyle sorarsak: Ne yapmalı?

Çünkü sizin de defalarca belirttiğiniz gibi, bu durum aslında hukukun üstünlüğünün tamamen çökmekte olduğunun bir habercisi. Peki biz yurttaşlar olarak ne yapmalıyız?

F.A.: Bence artık tehlike sınırını çoktan geçtik. Gerçek anlamda kritik bir noktadayız ve bunu hissediyorum; çünkü kendini düzeltmek yerine, hükümetlerin yönettiği sistem otoriter yönlerini daha da güçlendiriyor. İngiltere hükümetinin Filistin’le dayanışma içinde olan protestoculara, sivil topluma, Filistin için adalet isteyen gazetecilere karşı aldığı baskıcı önlemleri düşünün.

Fransa ve İtalya’da aynı dönemde, akademik özgürlük giderek daralıyor ve saygın tarihçilerin, askeri uzmanların ve hukukçuların katıldığı konferanslar, kendi ülkelerindeki soykırım yanlısı ve İsrail yanlısı grupların baskısıyla iptal ediliyor. Almanya da dahil olmak üzere birçok ülkede, akademisyenler de dahil olmak üzere insanlar yalnızca ifade özgürlüklerini kullandıkları için cezalandırılıyor.

Bu bana şunu gösteriyor: Kendilerini ‘liberal demokrasi’ olarak tanımlayan Batılı devletlerin gerçekten savunmaya niyetli oldukları bir demokrasi iddiası neredeyse yok. Bu nedenle, biz yurttaşların uyanık olması ve işgalin, apartheid ve soykırımın yasadışılığıyla bağlantılı ürünleri ve hizmetleri satın almamaya dikkat etmesi gerekiyor.

Bu hukuksuz yapıyla bağlantılı şirketleri, üniversiteler de dahil kurumları listeleyen çeşitli örgütler var. BDS bunlardan biri; ‘işgale ortak olma, kim ne kadar kâr ediyor gör’ diyen kampanyalar, ayrıca öğrenci toplulukları. 

Beni en çok etkileyen şeylerden biri de şu: Üniversitelerde çalışan öğrenciler, akademisyenler ve personelin her kurumun ne yaptığını tek tek ortaya koyması. Bu bize hepimizin kendi alanlarımızda harekete geçebileceği bir zemin sağlıyor. Elbette Filistin hakkında konuşmak, Filistin’i gündemde tutmak zorundayız; çünkü her şey Filistin etrafında dönsün diye değil, Filistin bugün yaşamımızın bir metaforu olduğu ve hayatlarımızın nereye doğru gittiğini açıkça gösterdiği için.

Ayrıca şirketlerin yatırımlarını çekmesini sağlamak da gerekiyor. Bunu satın alma gücümüzle yapabiliriz: Airbnb ya da Booking.com gibi platformları kullanmayı bırakmalıyız. Amazon’un çok pratik olduğunu biliyorum, ama belki de yeniden kütüphanelerden, kitapçılardan kitap almaya, sipariş etmeye dönmeliyiz. Hepimiz yapamayabiliriz ama yapabilen çok kişi var. İşe giderken bir kitapçıdan kitap almak, bir şey sipariş etmek bile bir adımdır.

Filistinlilerin katledilmesi üzerinden geliştirilmiş bu araçlara olan bağımlılığımızı azaltmalıyız. Ve elbette hükümetleri sorumlu tutmalıyız. Avukatlar, dernekler, hukukçular hem devlet yetkililerini hem de şirketleri mahkemeye veriyor. Ama yine de, tek bir stratejinin zafer getireceğine inanmıyorum.

Bu sonuçları getirecek olan şey, farklı aktörlerden gelen farklı eylemlerin bir araya gelmesi; soykırımı yavaşlatacak, ardından apartheid ve işgali sona erdirmeye yardımcı olacak olan şey budur. Bu uzun bir yolculuk ve mücadele daha yeni başladı.

C.H.: Teşekkür ederim Francesca. Ayrıca programın yapımını üstlenen Thomas [Hedges], Diego [Ramos], Max [Jones] ve Sofia [Menemenlis]’e de teşekkür etmek istiyorum.

Bana ChrisHedges.substack.com üzerinden ulaşabilirsiniz.


* Chris Hedges’in “The Member States Complicit in Genocide” başlıklı Francesca Albanese söyleşisi, Nil Sarrafoğlu Kayarlar tarafından Türkçeye çevrildi.