Bu mecburi tecrit günlerinde kapalı kapılar ardında kendimizle karşılaşıyoruz. Etkinliklerle dolup taşmasına alışık olduğumuz hayat donmuş durumda.
İşte bu ânı yakalamamızı, hayatla ilişkimiz üstüne düşünüp kafa yormamızı, nihayetinde bize faydası dokunacak bir can sıkıntısına batmamızı öneriyor Roger-Pol Droit.
Roger-Pol Droit bir filozof, yazar ve gazeteci. Popüler ama ele aldığı konulara ciddiyetle yaklaşmayı bir an bile bırakmayan bir düşünür. Le Monde gazetesinde “Kitaplar” başlıklı bir köşesi var. Türkçeye de pek çok eseri çevrildi. France Culture’de geçtiğimiz günlerde yayınlanan bu söyleşiyi Oğuz Tecimen’in çevirisiyle yayınlıyoruz.
Covid-19 salgını yaşam tarzımızı yeniden düşünmek durumunda bıraktı bizi. Karantina halinde kendimizi hayatımızda daha önce tanık olmadığımız bir durumda bulduk – bilinmeze büyük bir sıçrama sanki. Bu gelişmeler bize ne söylüyor?
Bu gelişmeler kafamızın içinde bile hareketi durdurmadığımızı söylüyor bize. Oyalanmayı bırakmadığımızı, sürekli ekranla meşgul olduğumuzu, video oyunlarıyla, dizilerle... Ama bence gündelik hayatın böyle altüst olması, tebdili mekânın sekteye uğraması zihin haritalarımızı da değiştiriyor. Başka bir deyişle gündelik hayatımızı değiştiren muhakkak devasa bir felsefi deneyim yaşıyoruz. Öte yandan bu bizi alışkanlık icabı görmek istemediğimiz şeyler üzerine düşünmek zorunda bırakıyor: her şeyi alaşağı edebilmeye muktedir talih, hayatlarımızın ve bedenlerimizin yaralanabilirliği, karantinada girdiğimiz yalnızlık ile dayanışma arasındaki tuhaf ilişki. Bütün bunlar üstüne düşünmek gerek. Kafamızda onca şey durmadan hareket ediyor ama artık gerçekte hareket etmiyoruz.
Salgın ilerledikçe emin olduğumuz şeyler de sarsılıyor. Şöyle denebilir mi? Dün yenilmez ve capcanlı hissediyorduk, bugünse muallaktayız ve bunu yeni yeni idrak ediyoruz.
Bu bilinmezlik denkleminden çıkarılacak ilk büyük ders tevazu. Ama “Mütevazı olup toprağa bağlı yaşamalıyız” tarzında değil, kuşku duymaktan ve böyle bir imtihandan geçmekten payımıza düşen dersi alalım anlamında tevazu. Şimdilerde ne olup bittiğini bize izah eden, tüm bunların yarın nasıl geçeceğini tam olarak bilen insanlar var.
Bana kalırsa daha ziyade “günü gününe” yaşadığımız bir haldeyiz ve bilmediğimiz şeyleri fark ediyoruz. Ya da artık bilmediğimizi. Dolayısıyla eskiden emin olduğumuz şeyler üzerine düşünmek ve bunları paranteze almak zorundayız. Hani Nietzsche şöyle güzel bir ifadeyle demişti ya: “Kuşku değil kesinliktir delirten.” Belki de onca deliliğimiz aslında kırılgan olduğu ayyuka çıkan emin olduklarımız yüzündendir. Bu kırılganlık da bizi korkutuyor, dengemizi bozuyor. Oysa bu bir düşünme fırsatı aynı zamanda, tam olarak nereye varacağını kestiremediğimiz yeni bir kalkış noktası.
Bu kriz unuttuğumuz bir duyguyu, korkuyu da ayyuka çıkarmadı mı? Hem de kitlesel bir korkuyu?
Hem bireysel hem kitlesel bir korku. Geçen gün Kierkegaard okuyordum, Kaygı Kavram’ını; okumanın tam zamanı çünkü. Diyor ki kaygı korku değildir. Evhamlı kişi, diyor, en ufak şeyleri sürekli dert eder. Fakat gerçek bir tehlike olduğunda, hastalık bilfiil kapıya dayandığında hülyalara dalmayı bırakırız. Vehmi gerçek sanmayı bırakırız. Korkarız. Ki bu korkunun nesneleri vardır. Kaygının ise nesnesi yoktur, dağınık ve muğlaktır. İçeriden gelir. Korku gerçeklikteki bir tehlikeden doğar, korkuyla yüzleşmek gerekir, korkuya karşı elverdiğince gerçek ve fiili bir mücadele vermek mümkündür, tıpkı bugün bütün hasta bakıcıların, sağlık görevlilerinin ve son olarak toplumun büyük bir kısmının yaptığı gibi.
Yaşadığımız bu sağlık krizinde bizi birleştiren ne? (Bu konuda bir denemeniz olduğu için soruyorum.) Empati mi dayanışma mı?
Bizi birleştiren farklı adlar taşıyan temel bir şey. Rousseau’da bunun adı acımadır. Ama merhamet anlamında değil, başkalarının mutsuzluğunu ve korkusunu doğrudan hissetmemiz anlamında. Hepimizin evde sağlığı yerinde, büyük oranda korunaklıyız. Öte yandan bu virüs yüzünden acı çeken, hasta olan, anlaşılmaz bir şekilde ya da belli bir nedeni olmadan toplu halde ölen insanlar görüyoruz. Besbelli ki bir şeyler hissediyoruz. İnsanları temelde birbirine bağlayan şey bu. Vakıa korkularımızı, duygularımızı paylaşıyoruz, dayanışma içindeyiz. Tanımadığımız kişiler bile olsa hemcinslerimizin ölüm tehlikesinde olduğunu hissettiğimizde düşünmeden yardıma koşuyoruz. Bunun argümanlık, ispatlık bir tarafı yok. Başkalarına yardım etmeye yönelik insanlar arasındaki dayanışma ve harekete geçme bağı bu.
Şöyle bir paradoks da var, bizi bir araya getiren bu krizin aynı zamanda bencilliğimizi, ilkel içgüdülerimizi ortaya çıkararak bizi birbirimizden uzaklaştırması mümkün değil mi?
Elbette. Ama daima madalyonun öbür yüzü de var. İnsan varlığının –yüz yüze kaldığımız gerçeklerin ya da fikirlerin çoğunda olduğu gibi– bir aydınlık, bir de karanlık yüzü var. Bu ikisi gerilim ve çekişme halinde. Şu anda bilfiil empati, dayanışma ve kardeşlik işaretleri var, bunlar gözle görülür ve çok önemli. Öte yandan internette “fake-news” yayma veya “hackleme” gibi işlerle bu dönemi fırsata çevirip çıkar sağlamak isteyen insanlar da var. Keza rant elde etmek isteyenler de. Şiddetli krizlerin, gerilimin olduğu her durumda böyle olduğu söylenebilir. Gerçeklik hep böyledir. İnsan davranışlarının karanlık veçhesine mahkûm olduğumuz anlamına gelmiyor bu ama melek de değiliz. İçimizde ve aramızda daima hem dayanışma hem de çatışma, hem savaş hem de barış, hem dostluk hem de çekişme var, bunu anlamak gerek.
Tekrar tekrar “Savaş halindeyiz” diyor Emmanuel Macron. Ama bir orduya değil görünmez bir düşmana, ölüme karşı bir savaş bu. Bu tabirde ima edilen ölüm ile belki de huzurevinde veya hastane koğuşunda ölecek olmamız arasında bir tezat yok mu? Elimizde silahlarla savaş alanında ölmeyeceğiz sonuçta.
Berbat bir şey bu. Huzurevlerine seferberlik çağrısı için doktorlar ve entelektüellerle Le Monde gazetesinde ortak bir bildiriye imza attım. Elbette bir an evvel çözülmesi gereken bir ekipman sorunu var: sağlık görevlileri için maskelerin artırılması, yardımcı hekimler için erken testlerin çoğaltılması vs. Bununla beraber mümkün mertebe –dijital mecralar dahil– muhtelif iletişim vasıtaları oluşturmak gerek, böylelikle yaşlı, risk altında, korunmasız, belki de halihazırda virüsü kapmış kişilerin yakınlarıyla konuşması sağlanabilir.
Bu salgının büyük bir cefası da mevcudiyet yokluğu; yalnızlık, karantina ve tecrit yüzünden ıstırabın artması. Aramızda mevcudiyet ve dilden kaynaklanan bağ üzerine daha yoğun düşünmek gerek. Yalnızlık veya ıstıraptan daha katlanılmaz olan şey birtakım insanların fütursuzluğu – ama neyse ki bunlar azınlıkta. Kimileri huzurevlerine karşı şöyle bir tavır geliştirmiş durumda, müsaadenizle söyleyeyim: “Geberip gidebilirsin çünkü yaşayacak yaşta değilsin!” İşte bu –her ne kadar azınlıkta kalsa da– katiyen katlanılmaz bir barbarlık işareti.
Hindistan’da Mahabharata’da bize şu hatırlatılır: “Her gün etrafımızda ölüm kapıyı çalar, bizse ölümsüz canlılar gibi yaşarız.” Acaba bu salgın bizi ölümlü olduğumuzun farkına varmaya mı zorluyor?
Hem sonlu bir hayatının olması hem de bunu bilmesi insan varlığının biricikliğidir. İnsan bunu bildiği halde yine de başka türlü düşünür. Bu fikri hasıraltı eder. Montaigne ve başka filozofların bize sürekli hatırlattığı üzere, sonlu olduğumuz düşüncesini sürekli akılda tutmalıyız. Montaigne’in şöyle bir şiarı var: “Ölümün tadı sürekli ağızda olmalı” ki şeylerin ve hayatın tadını çıkarabilelim. Kendimizi kahredip paralamak gibi bir şey değil tabii. Ölüm tehlikesinin mevcudiyeti bu şekilde yinelendiğinde sonluluğumuzu, kırılganlığımızı üstlenebilir, dolayısıyla sağlık sistemimizi, hastanelerimizi güçlendirmenin yanı sıra felsefi olarak da yaşadığımız şimdiye dönebiliriz – tabii bu şimdiki zamanın sonlanmaya yazgılı olduğunu bilerek.
Et si Platon revenait… (Platon Bugün Yaşıyor Olsa...) başlıklı denemenizde bu Yunan filozofunu günümüz dünyasını düşünürken hayal ediyorsunuz. Diyorsunuz ki ekranlar aracılığıyla bilgiden, iletişimden, dijital kaynaklardan istifade etsek de Platon bugün bizim için bunca yararlı olan ekranlara tabi olmamızı kınardı. Neden?
Ekranlar çok işimize yarıyor çünkü bilgi almamızı, konuşmamızı ve buluşmamızı sağlıyor. Her yerde hazır ve nazır bu ekranlar muhakkak yararlı ama burada da madalyonun iki yüzü var. Aydınlık yüzü bağ, iletişim, yardımlaşma, enformasyon… Karanlık yüzü ise sürekli dikkatimizi alıkoyup bizi esir alması.
Tecrit ve yalnızlığın dayattığı kopukluktan korkmamak gerek. Paul Valéry’nin dediği gibi, sıkılmaktan korkmamak gerek. Can sıkıntısı çırılçıplak hayat demektir. Varoluş dönüp kendine baktığında daima biraz can sıkıcıdır. Bu can sıkıntısı zamanının içinden geçmenin, bana kalırsa, beraberinde getirdiği pek çok şey var. Şu düşünceyi akılda tutarak sıkılmaktan korkmamak gerek: Bu can sıkıntısı içinde, şimdi mayalanıp yarın ortaya çıkacak bereketli şeyler var, can sıkıntısı içinde yol alan yeni fikirleri bulabileceğimiz bir süreç bu.
Bu krizden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak deniyor bize. Oysa yüzyıllar boyu onca badireden geçtik: salgınlar, devrimler, dünya savaşları, en son da Berlin Duvarı’nın yıkılışı, 11 Eylül saldırıları vs. Her şey kalıcı halde değişiyor denebilir mi?
Radikal veya aşırı formüllere itibar etmiyorum. Elbette bence de şu anda bizi yutan bir zihinsel tsunami var. Her şeyin değiştiğini hissediyoruz. Ama bütün bunlar arasında öncelikle değişen nedir, radikal olarak ne değişecek? Kimse bilmiyor. Ben her halükârda bu konuda kehanette bulunmak istemiyorum.
Hissimce günü gününe, saati saatine güçlükleri yaşamak zorundayız. Ki muhtemelen zamanla iyiden iyiye zorlaşacak bu. Bütün bunların kuşkusuz derin bir etkisi olacak. Ama tam olarak neye? Ne kadar süre? Kalıcı mı geçici mi? Bana kalırsa bugünle ilgili olumlu olumsuz bir şey söylemek laubalilik olur, sonraki olaylarca da muhtemelen tekzibe uğrar.