Kitle Mobilizasyonu ve Otoriterliği Durdurulması

Editörden
-
Aa
+
a
a
a

Ünlü gazeteci, yazar ve düşünür Chris Hedges, İtalya’daki Filistin dayanışması eylemlerinden yola çıkarak kitle mobilizasyonunun nasıl kurulabileceğini, otoriterliğin hangi araçlarla güçlendiğini ve etkili direnişin (özellikle grev ve örgütlü emek üzerinden) hangi stratejik hatlara yaslanabileceğini tartışıyor.

""

Bu Soru-Cevap oturumuna katıldığınız için teşekkür ederim. İtalya’dan yeni döndüm. Filistin için BM Özel Raportörü olan Francesca Albanese, beni kendisine, Greta Thunberg’e, Yanis Varoufakis’e ve İtalya’daki liman işçileri sendikasının o çok cesur liderlerine katılmam için davet etti. Elbette gittim. Buna da Substack’teki aboneler sayesinde imkân buldum. Substack’ten gelen gelir, Julian Assange’ın mahkeme süreçlerini takip etmek için yaptığım tüm seyahatleri karşıladı; bu seyahati de yine aynı şekilde, özellikle de Donna Ross’un yaptığı büyük bir bağış sayesinde gerçekleştirebildim.

Yanıma iki kişilik bir film ekibi aldım—yapımcı Max ve boom mikrofonu tutan arkadaş—çünkü orada olup biteni kayda almak istiyordum. Sadece Cenevre’de liman işçilerinin organize ettiği yürüyüşü değil, Roma’da gerçekleşen o büyük protesto yürüyüşünü de filme aldık.

Ve bence bu, sadece hükümetlerimizin yapmadığı bir şeyi —soykırıma karşı durmak için fiziksel olarak neler yapmamız gerektiğini— göstermek açısından değil, aynı zamanda Francesca gibi büyük hayranlık duyduğum bu muhteşem insanların seslerini de kayda almak açısından inanılmaz bir fırsattı. Yanis ve Greta elbette, bir de flotillaları organize eden Brezilyalı lider. Ayrıca büyük gazeteci Stefania Maurizi ile röportaj yaptık—soyadını muhtemelen yanlış telaffuz ediyorumdur ama—Wikileaks üzerinde çalışan ilk İtalyan araştırmacı gazeteci ve Giorgia Meloni hükümeti ile İsrail arasındaki işbirliğini ortaya çıkaran isim.

Dolayısıyla elimizde hem orada yaptıklarımızın fiziksel bir görüntüsü hem de bu olağanüstü isimlerin yorumları var. Şimdi tüm bunları bir araya getirmeye çalışıyoruz ve umarım yakında YouTube kanalında ve Substack’te yayınlayacağız. O hâlde ilk soruyla başlayalım.


İlk soru William Astor’dan geliyor. ABD toplumunda bazı güçler insanları mavi–kırmızı gibi partizan çizgiler boyunca bölülü tutmak için çalışıyor—her yerde ekranlarda dikkat dağıtarak, içi boş haberlerle oyalayarak, düşük ücretler, pahalı sağlık hizmetleri ve benzeri sorunlarla insanların nefes almasını bile zorlaştırarak. Böyle bir ortamda kitlesel bir hareketi harekete geçirmek mümkün mü?

Özellikle militarize edilmiş polis güçleri ve giderek daha müdahaleci bir gözetim devleti karşısında bir şeyleri harekete geçirmek son derece zor—zaten bu nedenle bu kadar endişeliyim. Bu ülkede sol bir dönem gerçekten güçlüydü; özellikle I. Dünya Savaşı arifesinde. Sonra 1930’lardaki kapitalizmin çöküşüyle birlikte sol başka bir şekil aldı, 1960’larda da farklı bir forma büründü; ne yazık ki o dönem büyük ölçüde emek hareketinden koptu.

Ama o dönemlerde bile şu hareketler—sivil haklar hareketi, savaş karşıtı hareket (babam her ikisinin de içindeydi), eşcinsel hakları hareketi, AIM yani Yerli hakları hareketi ve feminist hareket—toplumdaki baskın güçlere karşı ciddi bir tepki, bir karşı duruş yarattı. Ve 1970’lerin başından beri bunların tümünü ortadan kaldırmak için kesintisiz bir savaş yürütüldü. Buna daha önce yazdığım ve konuştuğum Powell Muhtırası da dahil.

Yani otoriterlik yükselirken biz ciddi biçimde zayıflamış durumdayız. Şirketlerin ve oligarşik yapıların iki büyük parti üzerindeki denetimi de çok güçlü. Demokrat Parti bir parti gibi işlev görmüyor; Cumhuriyetçi Parti ise Trump gibi bir demagog etrafında kümelenmiş bir kült haline geldi. Dolayısıyla çok tehlikeli bir dönemden geçiyoruz.

Ama tam da bu yüzden İtalya’ya gittim — tabii bir film ekibi de götürdüm — çünkü bence İtalyanlar hem hızla aşınan sivil özgürlüklerimizi korumak hem de soykırımı durdurmak için elimizde kalan tek mekanizmayı bize gösterdiler. Çünkü bu soykırım, iklim çöküşüyle birlikte gelecek olanın da bir prototipi. Bu bir barbarlık rejimi. Hukukun üstünlüğünün tamamen içinin boşaltılması. Ve Küresel Güney bunu gayet iyi anlıyor.

İklim krizi derinleştikçe onlarca, yüz milyonlarca insan ekosidetten kaçmak, hayatta kalmak için göç etmeye çalışacak. Ve kuzeydeki bu “iklim kaleleri”, Gazze üzerinden bir mesaj gönderdi: ‘Sizi durdurmak için hiçbir şeyden çekinmeyeceğiz; sizi yok etmekten, sesinizi kesmekten geri durmayacağız; kaynaklar ve servet üzerindeki orantısız kontrolümüzü koruyacağız. Hayatlarınızın bir değeri yok.’

Dolayısıyla, evet, bir tür militanlık ve kitlesel örgütlenme geliştirmemiz gerekiyor. Ama haklısınız: Toplu gözetim, militarize edilmiş polis, kontrol mekanizmaları… İmparatorluğun çevresinde kullanılan bütün bu araçlar artık buraya taşındı ve bize karşı kullanılıyor. Meksika sınırına bakın, Yunanistan’a bakın; Filistinliler üzerinde ‘savaş koşullarında test edilmiş’ tüm bu teknolojiler şimdi göçmenlere ve giderek muhaliflere karşı kullanılıyor. Örneğin Hindistan’da Sih çiftçiler protesto ederken bir anda tepelerinde İsrail yapımı dronların gaz bombası attığını gördünüz.


Bu soru Andrew’dan geliyor. Occupy Wall Street hareketini ve devletin bu hareketi en sonunda nasıl ezdiğini, ardından da sanki kamuoyunun zihninden silmiş gibi göründüğünü dürüst ve gerçeğe sadık bir şekilde anlatan kitaplar ya da belgeseller var mı? Günümüzdeki protesto hareketleri, devlet şiddeti karşısında etkili olmak ve uzun ömürlü kalmak açısından Occupy’dan ne öğrenebilir?

Bence Occupy Hareketi ile ilgili en iyi anlatımlardan biri, Joe Sacco’yla birlikte yaptığım kitabın son bölümüdür. Days of Destruction, Days of Revolt adlı kitap. Çünkü Joe ve ben Zuccotti Parkı’nda epey zaman geçirdik ve saatlerce, saatlerce haber takibi yaptık. Bu kitap aslında Amerika’nın “kurban bölgeleri” üzerine yazıldı; yani Güney Batı Virginia gibi yerler. Milyarlarca galon zehirli atık göletlerinin bulunduğu, dağ tepelerinin oyulup yok edildiği, insanların kanser olduğu bölgeler… Ya da Güney Dakota’daki Pine Ridge, ya da Florida’nın tarım alanları. Bunlar kapitalizmin önce feda ettiği yerlerdi — ve elbette bugün hepimiz tek büyük bir kurban bölgesi hâline geldik. Kitabın adı da bu yüzden Days of Destruction, Days of Revolt idi. Yazmamız iki yılımızı aldı.

Ama “Revolt” yani “İsyan” bölümü bir tahmindi. Ve o iki yılın sonunda aniden Occupy kampları ülkenin dört bir yanında ortaya çıktı. Bu da bizim öngördüğümüz direnişin fiziksel bir temsilini verdi; kitabın sonu için adeta mükemmel bir tamamlayıcı oldu.

Occupy Hareketi’nden çıkarılacak dersler vardı ve hareketin organizatörleri de bunlara katılırdı. Mesela soğuklar başladığında, Zuccotti’de fiziksel olarak çadır kurmak zorunda kalındığında, hareket için bir bitiş tarihi belirlemeleri gerekirdi. Çünkü o noktadan sonra parka uyuşturucu da girmeye başladı ve enerjinin büyük kısmı parkta güvenliği sağlamak için geçer oldu. Ayrıca devletin Occupy’a sızması da yaşandı; örneğin Rikers’tan salıverilen insanlar doğrudan Zuccotti’ye götürülüyor, orada ücretsiz yiyecek bulabilecekleri söyleniyordu. Yönetim süreçleri sayı azken işliyordu; ama bir anda 4.000 kişiye ulaşınca kolektif karar almayı adeta felç eden bir yapı ortaya çıktı.

Yani evet, öğrenilecek dersler vardı. Ama bunu hiçbir şekilde bir başarısızlık olarak görmüyorum. Çünkü Barack Obama’nın ülke çapında Occupy kamplarını dağıtmak için yürüttüğü koordineli baskıdan sonra bile, hareketin liderleri—ki teknik olarak lider değillerdi ama doğrudan eylem komiteleri aktiviteleri yönlendiriyordu—Zuccotti’deki deneyimlerini başka mücadelelere taşıdılar: Black Lives Matter, anti-fracking hareketi… Aktivizmlerine devam ettiler ve bu aktivizm, Zuccotti gibi yerlerden beslenmişti.


Bu soru Lawrence Stern’den geliyor: Trump’a karşı yapılan ve sonuç vermeyen pankartlı yürüyüşlerden daha etkili olabilecek kitlesel gösteriler için sizin somut önerileriniz neler?

Evet… Şunu söyleyeyim: Etkili bir direniş, etkili bir kitlesel seferberlik gerektirir — bunu size herhangi bir güçlü sendika da söyleyecektir. Bu da aylarca hazırlık gerektirir. Evet, “flashmob” tarzı çıkışlar yaratabilirsiniz ama devlet flashmoblara aldırmaz. Devletin önem verdiği şey, İtalya’da gördüğümüz türden bir direniştir; mesela liman işçilerinin İsrail’e gönderilecek silahları gemilere yüklemeyi reddetmesi gibi. Bu ise ciddi bir eğitim düzeyi ve bir süreklilik gerektirir. Yani tek bir eylemle olmaz; bir bütün olarak, bu durumda soykırımın, daha genel anlamda ise devletin ve ticaret düzeninin işleyişini aksatacak bir örgütlenme gerektirir.

Buna iyi bir örnek Just Stop Oil’dır. M25 otoyolunu kapattılar. Sonuç olarak İngiliz hükümeti çok sert bir tepki verdi. Extinction Rebellion ve Just Stop Oil’ın kurucularından Roger Hallam, M25’te fiziksel olarak bulunmamasına rağmen 5 yıl hapis cezası aldı. Benzer şekilde, Elbit Systems’i —İsrail için silah üreten İngiltere merkezli bir şirket— hedef alan Palestine Action’ın kriminalize edilmesine bakabilirsiniz. Etkili bir direniş olduğunda devletin çok sert karşılık vermesinden anlarsınız bunun etkili olduğunu. Ama işte bizim böyle hareketler inşa etmeye başlamamız gerekiyor.

Elimizdeki tek güç, grev gücü — grev yapabilme kapasitesi. Bu nedenle oligarklar ve şirketler örgütlü işçiliği yok etmek için bu kadar çaba harcadı. ABD’de işgücünün %10’undan azı sendikalı; onların çoğu da kamu çalışanı olduğu için greve bile çıkamıyor. Bu yüzden sistemin dışına çıkmamız gerekiyor. Yıllardır söylediğim gibi Demokrat Parti bizi kurtarmayacak. Bir anlamda sıfırdan başlıyoruz — ki bu çok ürkütücü, çünkü otoriter devlet hızla güç topluyor.

Bu ister I.C.E.’ın devasa bütçelerle güçlendirilmesi ve yeni gözaltı merkezlerinin inşasıyla olsun, ister yeşil kart sahiplerinin ya da öğrenci vizesi olanların haklarının ellerinden alınması ile, ister Antifa’nın bir terör örgütü ilan edilmesiyle… Bunların hepsi aynı yönü işaret ediyor. Ki bu tamamen saçma: Antifa’dan tanıdığım çoğu insan Eugene’de annesinin bodrumunda yaşayan beyaz gençler. Evet, belki bir çöp kutusunu bir vitrine fırlatıyor olabilirler ama onları bir terör örgütü olarak tanımlamak gülünç. Ama işte bu, “radikal sol”u şeytanlaştırmanın yolu hâline geliyor. Charlie Kirk’ün öldürülmesinden sonra kullanılan retorikte de bunu gördük.

Ve Antifa sadece ilk adım; çünkü her türlü siyasi direniş, tıpkı Birleşik Krallık’ta Palestine Action’a yapıldığı gibi, kriminalize edilmeye başlanacak.


Bu soru RTDOH5’ten geliyor: Eğer Trump aniden başkanlıktan ayrılsaydı, yerine geçecek yönetim Trump’ın sahip olduğu o tuhaf tarikatvari desteği toplayabilir miydi? Yoksa Amerikan toplumu bir süreliğine Balkanlaşır mıydı?

Bu iyi bir soru, çünkü bence ne Thiel ne de Vance Trump’ın o kült benzeri etkisini yeniden üretebilir. Fakat öte yandan, Trump’ın çevresindeki insanlar—Project 2025’i kaleme alanlar—zaten iktidar üzerinde ölümcül bir kavrama sahip. Bir anlamda artık Trump’a ihtiyaçları yok. Trump’ın alınan kararlarda çok da etkili olduğunu düşünmüyorum. Ona kalemini veriyorlar ve hangi kararnameyse imzalatıyorlar, ama içerikten pek bir fikri olduğunu sanmıyorum. O sürdürülen gündem açısından işe yarar bir vitrin figürü.

Ama doğru bir tespit: Belirttiğiniz isimlerin, Thiel ve Vance’in, Trump’ın Cumhuriyetçi Parti içindeki ve hatta parti dışındaki birçok insanda uyandırdığı türden bir bağlılığı yaratabileceklerini düşünmüyorum. Fakat aynı zamanda bunun pek bir önemi olacağını da sanmıyorum, çünkü bizi korumaya yarayan bütün mekanizmaları sistematik biçimde yok ediyorlar. Mahkemelerde cesur kararlar çıkabiliyor ama sonuçta Adalet Bakanlığı bunları uygulamazsa veya halktan tamamen kopuk ve esasen aşırı sağın ve şirketlerin hukuk sözcüsü gibi davranan Yüksek Mahkeme söz konusu olduğunda, bizi kontrol altında tutmak için daha sert yöntemlere başvuracaklardır. Trump figürü olmadan da—ki ben kendisini karizmatik bulmuyorum ama bazı insanlar buluyor—bu mekanizmalar zaten işliyor.


Bu soru Celeron1137’ten geliyor. Yazılarınız, Lahey’deki Haşim Thaçi davasında gündeme geldi. Bu davayla ilgili düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız?

Thaçi Kosova Kurtuluş Ordusu’nun lideriydi. Kosova savaşını ben de takip ettim. Fotoğrafçım Wade Godard’la birlikte, Kosova Kurtuluş Ordusunun silahlı birlikleriyle birlikte seyahat eden ilk muhabirdim; özellikle Drenica’da Adem ve Hamza Yaşari ile birlikteydik. Kasabalarına gittiğimizde, Sırp paramiliter güçlerini püskürtmüş olmaktan gurur duyuyorlardı. Çok savaş takip etmiş biri olarak ikisine de kasabadan hemen ayrılmalarını söyledim; çünkü karşılarındaki birlik bir “keşif birliği” idi. Beni dinlemediler. Ve tabii, klasik askerî taktik şudur: Önce küçük bir keşif birliği gönderirsin; ateşin nereden geldiğini, hangi evden geldiğini, yoğunluğunu ölçersin. Sonra asıl büyük birlik gelir. Öyle de oldu; büyük birlik geldi, hepsi öldürüldü. İki hafta kadar sonra kendimi bir depoda, tüm o bedenlerin arasında buldum. Adem ve Hamza’nın boğazları kesilmişti.

Haşim Thaçi o dönemde vardı ama çok önemli bir figür değildi. Fakat savaş ilerledikçe rakiplerini tasfiye ederken oldukça acımasız davrandı. Bunu muhalif komutanlardan, yani Kosova Kurtuluş Ordusu(KKO)’nun muhalif komutanlarından öğrendim ve bu konuda bir araştırma haberi yazmıştım. Lahey’de kullanılan da işte o araştırma yazısıydı. Bu benim yazılarımdan birinin Lahey’de ilk kez kullanılması değildi.

Bosna savaşında da benzer bir durum oldu. Örneğin Sırpların kurduğu tecavüz kamplarını belgeledim. Genellikle Müslüman çoğu zaman anne ve kızları, haftalarca tekrar tekrar tecavüze uğruyor, sonra Drina Nehri’ne götürülüp kafalarına kurşun sıkılıyor ve bedenleri suya atılıyordu. Bu raporlar da Lahey’de kullanıldı. Bunda bir sıkıntım yok; bu tür vahşetleri haberleştirdiğimizde, bunları yapan insanların hesap vermesini isteriz. Gazze’de haber yaptığım dönemde de bu aynıydı.

Lahey bazıları için adalet sağlar ama bazıları için sağlamaz. Bizim ürettiğimiz savaş suçluları—yakın zamanda ölen biri de dahil, ya da örneğin Rachel Maddow’un Dick Cheney’nin cenazesine katıldığı gibi… Bunlar hiçbir zaman hesap vermedi. Ama en azından bazıları veriyor.


Bu soru Bobby’den geliyor: ABD yıkılırken son ana kadar vurarak etrafına zarar mı verecek? Yoksa Amerikan İmparatorluğu’nun bir kanadı sınırlarını kabul edip sessizce çekilme ihtimali var mı?

Hayır. Bence Amerikan imparatorluğu—ki bu birkaç on yıldır böyle—yaralı bir hayvan gibi. Kaybettiği hegemonyayı yeniden kazanmak için askerî maceracılık ve şiddete başvuruyor. Bu Vietnam Savaşına kadar gider. İmparatorluklar böyle ölür. Alfred McCoy’un da işaret ettiği gibi, imparatorluklar yükseliş dönemlerinde askerî güçlerini daha dikkatli ve ölçülü kullanır; ama gerileme dönemlerinde bir askerî fiyaskodan diğerine sürüklenirler. ABD’nin yaptığı şey tam da budur.

Ordu, devlet içinde bir devlet hâline gelmiş durumda. Kontrol edilemez bir güç. Abby Martin’in çok iyi bir filmini izledim, The Empire Files: The Tyranny of Big Oil — izlemenizi öneririm — orada ordunun dünyanın en büyük kirleticilerinden biri olduğu anlatılıyor. Ama sera gazları konusunda ordu, sanki hiç katkısı yokmuş gibi resmî hesaplamalardan tamamen çıkarılmış. Gerçeklikten silinmiş durumda.

Dolayısıyla hayır; gerileme dönemindeki imparatorluklar çok ürkütücü ve çok tehlikelidir. Çökerken büyük yıkımlar yaratırlar. Amerikan imparatorluğu da tam olarak bunu yapıyor ve yapmaya devam edecek.


Bu soru DCFrank’ten geliyor: Trump, Netanyahu ve Starmer gibi insanlar için “nihai hedef” nedir? Her şeyi yok edip geride kalan külün üzerinde hükmetmeye çalışmak bana delilik gibi geliyor.

Şöyle söyleyeyim: Onlar için geriye kül falan kalmıyor. Çünkü milyarder sınıfına ve büyük şirketlere hizmet ettikleri için, tıpkı Obama ya da Clinton gibi, görevden ayrıldıktan sonra oldukça lüks hayatlarını sürebiliyorlar. Milyonerler olarak bir tür “mahrem alana” kabul ediliyorlar; geri kalanımız ise yoksulluğa mahkûm ediliyor. Demokratik Parti içindeki hiyerarşiyi de bence bu çok iyi özetliyor.

Demokratik Parti bir yandan yükselen otoriterlik konusunda haklı olarak uyarıda bulunuyor, ama bunu engellemek için anlamlı hiçbir şey yapmıyor. Çünkü bu otoriterliğe karşı koyabilecek kitlesel hareketlerin ortaya çıkabilmesi için halkı gerçekten harekete geçirmeleri gerekir—ama böyle bir hareket ortaya çıktığında ilk önce onlar kenara itildi. Çünkü kimse onları istemiyor. Kimse Jeff'i, Schumer’i, Pelosi’yi ya da diğerlerini istemiyor.

Ve bence onlar da, bir polis devleti ya da otoriter bir yapının yükselişini engellemek için gerekli olanı yapmak yerine, ayrıcalıklı ve elit güç pozisyonlarında kalmayı tercih ediyorlar. Çünkü biliyorlar ki böyle bir halk hareketi çıktığında o hareket onlara biat etmeyecek; onları bir kenara itip gerçekten halkın iradesini yansıtan temsilcilerin arkasında birleşecektir.


A wrapping lunchbox 6205: Zohran’ın Trump’la görüşmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Ayrıca ‘No Kings’ yürüyüşlerinde sendikalaşmayı konuştuk; kimsenin kral olmadığı bir düzen—kimsenin dışarıdan insanları yönlendirmediği bir yapı.

Zohran akıllı bir politikacı. Trump’ın ona karşı beslediği derin öfkeyi yatıştırmayı —ya da görünürde yatıştırmayı— başardı ve bu da kendi çıkarına hizmet ediyor. New York’ta iktidara geldiğinde nasıl yöneteceğini bilmiyorum. Soykırımı açıkça kınama konusunda çok cesur davrandı. Kira istikrarı, ücretsiz ulaşım gibi politikaları da çok iyi şeyler. Ama milyarder sınıfı acımasızdır. Demokrat Parti’nin üst yönetimi, Cumhuriyetçi Parti’nin üst yönetimiyle birlikte, onu yok etmek için ellerinden geleni yapacaklardır. Zohran’ın bununla nasıl başa çıkacağı ve neler olacağı belirsiz, ama çok zorlu bir mücadelenin onu beklediğini düşünüyorum. Çünkü Zohran Mamdani’nin başarılı olmasına izin veremezler; çünkü o zaman, her iki hâkim partiye de —ki ikisi de şirketlerin çıkarlarına boyun eğmiş durumda— ters düşen, yeni bir siyasi yönelimin örneği hâline gelir.


@GregoryGeller: Sağda yer alan ve hükümet yolsuzluğunun insanları sol–sağ diye bölerek beslendiği fikrine açık hâle gelen biri olarak Candace Owens’la iletişime geçip ortak bir podcast yapmayı düşünür müsünüz?

Hayır. Çünkü Marjorie Taylor Greene’in bile bir ölçüde bunu yaptığını, yani son derece popüler olmayan iktidar yapılarına meydan okuduğunu kabul etmek gerekir; ama bunu yaparken her türlü savunmasız grubu şeytanlaştırmayı benimsiyorlar ve bu beni son derece ürkütüyor.

Mesela Weimar Almanyası’ndaki yükselişe bakarsanız, güçlü bir komünist parti vardı ve elbette faşistler vardı. Faşistler sık sık—özellikle Berlin’de, desteklerinin çok zayıf olduğu yerlerde—işçi sınıfına hitap eden söylemleri ödünç alıyordu. Ünlü bir örnek vardır: Hitler, faşistleri toparlamak için Berlin’e gauleiter gönderdi. Nazi Partisi ve komünistler bir grev ilan etmişti; Hitler ise iktidara geldikten kısa bir süre sonra sendikaları ortadan kaldıracak olmasına rağmen, “işçi sınıfı içinde karşılık bulmak için bu grevi desteklemeliyiz” dedi.

Yani bu insanlar bir yandan benim söylediklerime kısmen benzeyen şeyler söylüyorlar; ama ben onları işçi sınıfının dostları olarak görmüyorum. Ayrıca savunmasız grupları şeytanlaştıran tüm bu çevrelerin, Trump yönetiminde de gördüğümüz türden faşizan bir retoriği yeniden ürettiklerini düşünüyorum ve bu beni korkutuyor.


Bu soru Maron333’ten geliyor: Sendikaların yavaş da olsa yeniden güç kazanmaya başlaması ve ABD Demokratik Sosyalistleri(DSA)’nin o dağınık örgütlenme yapısına rağmen, New York ve Seattle’da sosyalist belediye başkanlarının seçilmesi seni umutlandırıyor mu?

Evet, ama şu noktayı daha önce de söyledim: Başarılı olmuş bu birkaç DSA’lı siyasetçi, karşılarında adeta bir “tsunami” gibi bir muhalefet bulacaklar. Ve bu para sahibi sınıflar —yani iktidarı elinde tutan kesimler— güçlerini korumak ve onları itibarsızlaştırmak için çok büyük kaynaklara sahip. Zaten yapmaya çalışacakları da bu.


ProfitProfit: Elitlerin çoğu söz konusu olduğunda, ya patronlarının yolsuzluklarından dolayı onların çalışanları da sorumlu tutulsa? Suça ortak olan, her durumda topu ileri taşıyan bir koyun sürüsü gibi davranan o insanlar?

E peki, onları kim sorumlu tutacak? Eğer işleyen bir hukuk sisteminiz yoksa — ve bizim hukuk sistemimiz hızla Trump’ın düşmanlarına ya da iktidar rakiplerine karşı bir intikam mekanizmasına dönüşüyorsa — o zaman kimseyi işlediği suçlardan dolayı hesap vermeye zorlayabilme yeteneğinizi fiilen teslim etmişsiniz demektir. Bu da işte… o söz neydi? Sanırım Cicero’ydu: “Dostlarıma her şey, düşmanlarıma hukuk.” Bütün despotizmlerde olan budur. Ve şu anda burada olan da tam olarak bu.


HarleyGriff, Londra: Beklendiği gibi, İtalya’daki grevler Amerikan medyasında neredeyse tamamen silindi. ABD’deki haberlerin çoğu, tatile çıkan Amerikalıların bu grevlerin yarattığı rahatsızlıkla nasıl başa çıkacağına odaklanıyor; grevlerin neden yapıldığını açıklamıyor bile. Görünüşe göre Ekim grevlerini organize eden iki sendika yeniden birbirine düşmüş ve Aralık grevlerinde koordinasyon sağlamıyorlar. Bu durum, ABD’de sendikaların zayıf hâli ve Amerikalıların genel olarak ciddiyetsizliği nedeniyle benzer bir eylemin burada da engelleneceği anlamına mı geliyor?

Maalesef, ABD’de buna benzer eylemler gerçekleştirmekten hâlâ çok uzağız. Çünkü egemen güç her zaman muhalefeti bölmeye ve bir fraksiyonu diğerine karşı kışkırtmaya çalışır. AFL–CIO’nun yükselişiyle, eski CIO’nun, komünist sendikaların ve Wobblies’in (IWW üyeleri) yok edilmesinde gördüğümüz şey buydu. Bu yöntemle, işçi hareketinin veya herhangi bir hareketin kendi içindeki fraksiyonları birbirine düşürmede her zaman çok etkili oldular. Mesela FBI’ın Kara Panterler içinde fraksiyon savaşlarını bizzat organize ettiğini bugün biliyoruz.

Dolayısıyla, ellerinde muazzam imkânlar var. Bu örgütlere ağır şekilde sızıyorlar. Amaçları muhalefeti bölmek; çünkü o bölünme hareketin etkisini felce uğratıyor. Bu yüzden, bunun İtalya’da yaşandığından eminim ve burada yaşandığı da kesin.


Bu soru da Kevin Kwaz’dan geliyor: Yıkılmakta olan sistemlerimizin ölümü, yeni bir toplumsal, ekonomik ve kültürel paradigmanın doğmasına yol açabilir mi? Tarih boyunca hep böyle olmadı mı?

Şöyle… Paris Komünü döneminde yaşamış büyük bir Fransız teorisyen vardır, Auguste Blanqui. Hatta Fransız hükümeti onun Komün’e fiziksel olarak ulaşmasını özellikle engellemiştir; çünkü karizmasından ve zekâsından fazlasıyla korkuyorlardı. Blanqui ilginç bir düşünürdü. Ve bence haklı olarak, insan ilerlemesi mitinin —yani sürekli ileriye gittiğimiz fikrinin— tamamen yanlış olduğunu savunuyordu. Toplumlar çoğu zaman geri gider.

Örneğin Atina demokrasisinin yok edilmesi, yüzyıllar boyunca demokrasiye dair en ufak bir iz bile kalmaması anlamına geliyordu. Dolayısıyla ileri gideceğimize dair hiçbir garanti yok. Çoğu zaman geriye gidiyoruz. Ve çok muhtemel ki şimdi yeni bir karanlık çağın başlangıcına tanıklık ediyor olabiliriz.

Üstelik bu karanlık çağ ya da otoriterlik yalnızca Amerika Birleşik Devletleri’ne özgü değil; Almanya’da yükseliyor, Fransa’da yükseliyor, Macaristan’da zaten iktidarda. Hindistan’da Modi var. Netanyahu da aptal değil; dünyanın liberal demokrasilere doğru gitmediğini, Orban’ın temsil ettiği türden otoriter modellere doğru gittiğini savunuyor. Ve belki de haklı.

Yani hayır, hiçbir garanti yok. Bir keresinde “İnsan İlerlemesi Miti” diye uzun bir konuşma yapmıştım—muhtemelen bir yerlerde bulabilirsiniz. Çünkü gerçekten bir mit. Ve işler daha iyi olacak diye hiçbir güvence yok.


Praise The Sun: Küresel ısınmanın kapitalist statükoya karşı insanları harekete geçirmede nasıl bir rol oynadığını düşünüyorsunuz?

Ne yazık ki çok az. Yani hepimiz sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi oturup bekliyoruz. Kutup buzulları erirken, deniz seviyeleri yükselirken, kuraklıklar, orman yangınları, kasırgalar dünyayı —özellikle Küresel Güney’i— vururken… Bence en korkutucu olan, insan türünün ve diğer tüm canlıların karşı karşıya olduğu en büyük varoluşsal krizden adeta kopmuş olmamız.


Alfred Phillips: Protestoları korurken şiddetsizlik ve düşük CO₂ ilkelerine nasıl bağlı kalabiliriz?

Şiddetsizlik anahtardır, çünkü bizim o kaynaklarımız yok. Devlet şiddetin dilini konuşur — ve bunu bizim asla yetişemeyeceğimiz ölçülerde yapar. Black Bloc’la tartışırdım, beni pek sevmezler. Yurtdışında bulundum; özel kuvvetlerde 60.000 kişi var. Bunlar ölüm timleri. Bu seviyede rekabet edemeyiz.

Crane Brinton’ın The Anatomy of a Revolution kitabında belirttiği gibi, çoğu devrim şiddetle başarıya ulaşmaz. Şiddet devrimci bir hareketin parçası olabilir ama başarıyı sağlayan esas olarak ulusal grevlerdir. Küba’da Batista bu şekilde devrildi —Che ve Fidel’in dolaştırdığı Foco Teorisine rağmen. İran’da Şah böyle devrildi. Ülkeyi kelimenin tam anlamıyla durdurma gücüdür mesele.

İran’da ya da Küba’da olduğu gibi silahlı grupların bulunduğu yerlerde, silahı elinde tutanlar yönetimi devralır. Bu her zaman daha iyi değildir. Kimi zaman daha iyidir, kimi zaman değildir. Küba sosyalizminin sağlık ve eğitim gibi bazı yönleri elbette öncesinden daha iyidir. Ama şiddetsizlik her devrimci hareketin temel bileşenidir.

Çok fazla şiddet görmeme rağmen; mesela Václav Havel’in önderliğindeki Çekoslovakya’daki Kadife Devrim’i takip ettim —her gece Magic Lantern Tiyatrosu’ndaydım. Şiddetsiz direniş çoğu durumda daha etkilidir ve daha iyi bir topluma geçişi kolaylaştırır. Fransız Devrimi Jakobenler döneminde teröre dönüştü, sonunda da kendini imparator ilan eden bir diktatörle —Napolyon’la— sonuçlandı. Bu yüzden ben her zaman şiddetsizliği tercih ederim.

Ama tüm bunlar söylenirken şunu da kabul etmek gerekir: Direnişin şekline her zaman zalim olan taraf karar verir. El Salvador’daki savaşı takip ettiğimde büyük bir işçi–öğrenci hareketi vardı ve tamamen şiddetsizdi. 1979’da askerî diktatörlük San Salvador merkezinde binaların çatılarına makineli tüfekler yerleştirip kalabalığa ateş açtı — ve bu, gerilla hareketini doğurdu. Nicaragua’da Samosa döneminde de böyleydi. Saraybosna’da savaşı takip ederken de böyleydi.

Filistinliler için de aynı şey geçerli. Great March Of Return ve BDS gibi pek çok şiddetsiz yöntem denediler ama hiçbir yere varmadılar. Benim için şiddet her zaman trajiktir; iyi bir amaç uğruna yapıldığını iddia etseniz bile bir zehirdir. Ama çoğu durumda şiddetin ortaya çıkmasına yol açan dış faktörlerdir: Devlet öyle bir noktaya gelir ki, kendinizi korumanızın ya da devletin suçlarına karşı şiddetsiz yöntemlerle itiraz etmenin hiçbir yolu kalmaz.

Bütün bunları sendikal faaliyetleri kriminalize ederek yaparlar. Bu yüzden İngiltere’de Palestine Action’ın —tamamen şiddetsiz ve çok cesur bir grubun— kriminalize edilmesinden çok endişeliyim. Yedi kişi açlık grevinde, ikisi hastaneye kaldırıldı, biri çok kötü durumda. Altı kişi 30 günden uzun süredir açlık grevi yapıyor. Bu, hepimize ne yapacaklarının bir prototipi.

Şiddetsiz direnişi imkânsız hâle getirdiğiniz anda şiddetli direnişi kaçınılmaz olarak doğurursunuz. Şiddetin içinde çok zaman geçirdim; her zaman çirkindir, kaçış yok. Umarım oraya varmayız. Ama bu otoriter rejimlerde içsel bir fren mekanizması yoktur —ne açgözlülüklerini ne de zulümlerini sınırlayacak. Ve onları bunu yapmaya zorlayacak dış baskı da giderek ortadan kalkıyor. İşte bu gerçekten korkutucu.


Michael Zimman: Bugünün sorunlarına cevabı, İncil’de anlatılan İsa’nın temel öğretilerinde bulabilir miyiz? Düşmanlarını sevebilir misin?

Harika bir ilahiyat profesörüm vardı, şöyle derdi: “Sadece Tanrı affeder.” Şöyle diyeyim: İsa bir pasifistti. Bir isyancı olarak öldürüldü. İlahiyat fakültesinden mezun oldum; hatta görevlendirildim ama bunu çok fazla dile getirmem. Fakat sadece İncil’i okuyarak sorunlarımızın çözümünü bulacağımızı düşünmüyorum. İncil’de elbette bize ilham veren çok şey var ve ben de bir dinî gelenekten geliyorum ve o gelenekte köklüyüm. Ama bütün yanıtların İncil’de olduğu fikri saçma.

Gerçekte hepimiz seçiciyiz: Liberal bir dinî gelenekten gelen hiç kimse Vahiy Kitabı üzerine fazla vaaz vermiyor ya da İbranice İncil’de Tanrı’nın “haklı soykırım” çağrısı yaptığı bölümler üzerine konuşmuyor. Hepimiz seçip ayırıyoruz. Reinhold Niebuhr’un harika bir sözü vardır: “Din, iyi insanlar için iyi; kötü insanlar için kötüdür.”

Yine de benim için Hristiyan müjdelerinin temel mesajı şudur: Önemli İlahiyatçı James Cone’un dediği gibi, “yeryüzünün çarmıha gerilmişleriyle birlikte durmak.” Bu ahlaki bir zorunluluktur. Onlarla gerçekten dayanışma içindeysen, çoğu zaman sen de çarmıha gerilirsin. Bence bu önemli bir derstir.

Sonuçta İsa, öğrencileri tarafından terk edildi, kalabalık tarafından yüzüstü bırakıldı ve devlet tarafından idam edildi. Ve bizden O’nu izlemeniz isteniyor. Buna “Haçı Taşımak” denir. Taylor Branch’ın Martin Luther King’in biyografisini anlattığı büyük eseri vardır—King’in de ilahiyat doktorası vardı. King bunu anlamıştı ve bedelini biliyordu. Malcolm X gibi, sonunda öldürüleceğini biliyordu.


Richie: Reagan yıllarında Rumsfeld ve Cheney’nin etkili olduğu istihbarat fraksiyonlarından Bush dönemine ve şimdi de neoconları, Marco Rubio’yu, Tulsi Gabbard ve RFK Jr. gibi eski Demokrat figürlerini bir araya getiren Trump yönetimine uzanan bir çizgi görüyor musunuz? Trump dönemi bir anomali mi?

Evet… Bence Trump yönetimi, faşist hareketlerin yapısını büyük ölçüde tekrar ediyor; çünkü bunlar genelde şarlatan, vasat, çıkarcı tiplerden oluşur. Nazi Partisi de böyleydi. Mussolini’nin çevresindeki insanlar da böyleydi. Trump yönetimini Latin Amerika’daki muz cumhuriyetlerine benzeten bir yazı yazmıştım. Yani evet, bunlar palyaço gibi tipler — ama aynı zamanda katiller. Ve ideolojik bir tutarlılıkları yok. Aslında doğru düzgün bir ideolojileri yok. Çok yüzeysel ve tamamen kendilerine hizmet eden bir anlayışları var. Zaten bütün faşist hareketlerde böyledir. Nazi Partisi’yle alay edenler vardı — alay konusu olmaları, tehlikeli olmadıkları anlamına gelmiyordu. Trump yönetiminde de öyle: Büyük kitleleri öldürme kapasitesine sahipler, baskı uygulama kapasitesine sahipler ve ideolojik tutarsızlıkları hiçbir şeyi değiştirmiyor.


Safeax Ballard: Sizden çok şey öğrendim. Teşekkür ederim. Dorothy Day’den ve onun kapitalist emperyalizme karşı uzun mücadelesinden bugünün muhalifleri ne öğrenebilir?

Dorothy Day’i çok severim. Babam, Presbiteryen bir din adamı olmasına rağmen Catholic Worker Movement içinde yetişti ve ben de büyük ölçüde aynı gelenekten geliyorum. Bu hareketin figürleri kim? Daniel Berrigan — büyük radikal rahip; kendisi küçük kızımı vaftiz etti — Dorothy Day, William Stringfellow… Bunlar iktidara, özellikle de emperyal iktidara karşı durmanın bir ahlaki zorunluluk olduğunu anlayan insanlardı.

Tüketim kültürünün iniş çıkışlarına kapılmazlardı. Dış dünyada ya da ölçülebilir gerçeklikte savundukları pek çok şey gerçekleşmese bile bu onların yaptıklarını geçersiz kılmazdı. Dünyaya dinî bir yönelimle bakarlardı ve bu benim kendi yönelimimi de şekillendiriyor. Dolayısıyla evet, Dorothy Day çok önemli bir figürdür. Catholic Worker Movement da benim için çok önemli bir harekettir. En savunmasız olanlara karşı bitmeyen bir bağlılık ve direniştir.

Catholic Worker hareketi evsizlere bakmak için ülke çapında evler kurdu. Benim hapishanede ders vermemin nedeni de bu: En kırılgan olanlara duyduğum sorumluluk. Ki buna elbette Filistinliler de dâhil. Eğer gerçekten ezilenlerle dayanışma içindeyseniz, onların gördüğü muameleyle siz de karşılaşırsınız. Francesca Albanese bunun mükemmel bir örneği. ABD tarafından yaptırıma uğradı, kredi kartları iptal edildi — tıpkı Julian Assange’a yapıldığı gibi. Sağlık sigortası artık masraflarını karşılamıyor. Siyonistler, maaş almadığı için —çünkü Filistin Özel Raportörü pozisyonu gönüllü bazda—  ailesini finansal olarak yok etmek amacıyla kocasını Dünya Bankası’ndan kovdurmak için kampanya başlattı. Ve bir insan bu kadar etkili olduğunda sistem böyle çalışır.


Jasmine: Ortalama bir tüketicinin uygulayabileceği boykot seçenekleri neler?

Ortalama tüketicinin seçenekleri var. Benim de desteklediğim BDS hareketi satın alınmaması gereken şirketlerin uzun bir listesini sunuyor. Ben aynı zamanda veganım; hayvancılık endüstrisi gezegenin ısınmasına ve karbon emisyonlarına büyük katkıda bulunuyor, neredeyse fosil yakıt endüstrisiyle yarışıyor. Cowspiracy diye bir film izlemiştim — adını pek ciddiye almayın — ama o film beni vegan olmaya itti çünkü ertesi gün kalkıp gezegenin yok oluşuna karşı küçük de olsa bir katkı sağlayabileceğimi fark ettim. Sonra tabii başka etik meseleler de ortaya çıktı; belki hayvanları öldürmemeliyiz gibi….

Evet, bireysel tercihler çok büyük bir etki yaratmayabilir ama yeterince insan yaparsa önemli bir fark yaratır.


Amgrar: Arjantin’den selamlar. Eh, ben de bir zamanlar Arjantin’de yaşıyordum; başkent Buenos Aires’te, Esmeralda de la Valle’da. Falkland Savaşını National Public Radio için Buenos Aires’ten takip ettim. Sizce genç insanların siyasi aktivizm için Orta Doğu ülkelerine gitmesi beklenebilir mi? John Lennon’ın dediği gibi, “Peru’yu kurtarmaya gitmek” üzerine bir tavsiyeniz var mı?

Dünyanın dört bir yanından—İsrailli Yahudiler dâhil—Filistinli çiftçileri korumaya yardımcı olmak için oraya gidenler oldu;— yerleşimcilerle, topraklarını kuşaklardır işleyen ailelerin arasına bedenlerini koyan insanlar, özellikle son zeytin hasadı sırasında. Ve elbette bunun bir bedeli olduğunu da gördük.

Ve biliyorsunuz, bu insanlardan biri, Türk-Amerikalı bir kadın, vurularak öldürüldü. Sadece o değil tabii, ama en son öldürülenlerden biriydi. Dolayısıyla evet, Filistinlilerle dayanışma içinde olmak son derece önemli. İsrail bu aktivistlerin Batı Şeria’ya girmesini çok zorlaştırıyor. Ama en azından şu mesajı veriyor: Filistinliler fiziksel ve somut bir şekilde yalnız olmadıklarını hissediyorlar.


A Wrapping Lunchbox: Noam’ın doğum günü dünmüş. Noam Chomsky’den bahsediyor. Franklin’ın Trump’ın insanlarımın göç etmesini istemediğini söylemişti; bugün ise Trump bir beyaz üstünlükçüsü. Bugün gördüğümüz ırkçılık hakkında konuşabilir misiniz?

Şöyle söyleyeyim: Beyaz üstünlüğü… Yirmi yıl boyunca imparatorluğun dış halkalarında bulunduktan sonra şunu öğrendim — imparatorluk, beyaz üstünlüğünün dışa vurumudur. Bu üstünlük hep vardı. Çoğu zaman çok ince yollarla uygulanıyordu. Ama hep şöyle düşünürüm… 10 yaşında New England’da bir yatılı okula gönderildim — çocuklarınızı o yaşta yatılı okula göndermeyin. Orada burslu 16 çocuktan biriydim ve zengin beyazlar için uygulanan bir tür “pozitif ayrımcılığı” izledim.

Nasıl işlediğini gördüm; fakat o ince cilayı Trump tamamen kazıdı. Aşırı zenginlerin —hazırlık yıllarım boyunca içlerinde yaşadım— beyaz olmayanlara, hatta kendi statü ve servetlerini paylaşmayan herkesle, beyaz orta sınıfla bile, duyduğu küçümseme hep vardı. Hiçbir zaman kaybolmadı. Ama Trump yönetimiyle birlikte bu, çok daha zehirli bir biçim aldı. Trump çevresindeki insanlar düpedüz ırkçıydı — Somalililere “çöp” diyorlardı, beyaz Afrikanerların sözde zulme uğradığını iddia ediyorlardı. Tam bir saçmalık. Ve kadın oldukları veya beyaz olmadıkları için işten çıkarılan bir sürü insan oldu. Bu sinsi beyaz üstünlüğü ve beyazların kontrolü Amerikan siyasetinde uzun süredir güçlü bir motordur. Ama Trump döneminde çok daha açık ve çok daha saldırgan bir hâl aldı — beyaz ve erkek olmayan herkese karşı açık bir savaş yürütülüyor. Ve elbette bunun içinde ataerki de büyük bir unsur.


Cary: Artık insanlık tarihinin en fazla gözetlenen toplumunda yaşıyoruz. Teknoloji elitlerinin ve savunma sanayii şirketlerinin kontrol teknolojilerini tüm dünyaya ihraç etmeye devam etmesi, etkili bir direniş şansımızı nasıl tehdit ediyor? Bu teknolojiler insan davranışını tamamen kontrol etmeyi amaçlıyorsa, bunu başarabilirler mi?

Başarıyorlar zaten. Çin’in totaliter kapitalizmi, burada yerleştirmek istedikleri şey için iyi bir model. Bu teknoloji şirketlerinin birçoğu—Thiel ve diğerleri—Çin’de çalışıyor. Yüz tanıma, sürekli kameralar, dronlar, gözetim… Yani tarihte en çok izlenen, kaydedilen, fotoğraflanan ve denetlenen nüfus biziz.

Stasi devletini takip ettim, Doğu Almanya’daydım. Hükümet sizi 24 saat izliyorsa “özgürlük” kelimesini kullanamazsınız bile. Bu, efendi–köle ilişkisidir ve çok korkutucudur. Bizim üzerimizde veri toplama ve bizi izleme kapasiteleri, diğer otoriter rejimlerin ışık yıllarca ötesinde.

Hannah Arendt’in işaret ettiği gibi, devlet tüm bu bilgileri bir suçu engellemek için toplamaz. Ama sizi kriminalize etmeye karar verdiği anda, sizi hapse atmak için kullanabileceği bir şey mutlaka olsun diye toplar. Bizim hakkımızda her şeyi biliyorlar: tıbbi kayıtlarımız, trafik cezalarımız, nereye gittiğimiz, ne izlediğimiz… Hepsi. Totaliter devletler tam da bu nedenle vatandaşları hakkında olabildiğince çok dosya toplar.

Yani sizi hedef aldıkları anda, hem tüm direnişi boğabilirler hem de hakkınızda mutlaka suç gibi gösterebilecekleri bir şey bulabilirler.


DTFB6BT:  Eğer insanlar Filistin’i ve onunla bağlantılı her şeyi gerçekten anlamak istiyorlarsa, mutlaka okumaları gereken ilk beş kitap hangileri?

Bu her zaman zor. Evimde 6.000 kadar kitap var; raflara bakmam gerekiyor. Daha önce soranlar da oldu—belki Substack’te Filistin üzerine bir liste yazmalıyım. Ama söylediğimi tekrar edeyim: Robert Fisk’in The Great War for Civilization kitabı bence modern Ortadoğu üzerine yazılmış en iyi kitaptır.

Rashid Khalidi’nin yazdığı her şey. The Hundred Years’ War on Palestine üzerine bir program yapmıştım; çok iyi bir kitaptır. Avi Shlaim’in anıları olan Three Worlds çok iyidir. A Peace to End All Peace modern Orta Doğu’nun nasıl şekillendiğini çok iyi anlatır.

Petrol üzerine bir kitap vardı—adını unuttum—bir bakayım… Ha, The Prize. O da çok iyidir. Bunların hepsi Orta Doğu ile ilgili ama ben her şeyi okurum. Çok da kurgu okurum. Şu anda Booker Ödülü’nü kazanan Farrell’ın The Siege of Krishnapur adlı harika kitabını bitirmek üzereyim. Bu Hindistan’daki ayaklanmanın kurgusal bir anlatımı. Genç yaşta öldü ama Britanya İmparatorluğu’nun çöküşü üzerine bir üçleme yazdı. İlki İrlanda üzerine—Troubles—onu okudum. İkincisi Singapur üzerine, onu okumadım. Üçüncüsüne atladım çünkü Pankaj Mishra ile akşam yemeği yemiştik; kendisinin The World After Gaza ve The Age of Anger gibi çok önemli kitapları vardır. Bu kitaba bir önsöz yazmış ve çok iyi olduğunu söylemişti, ben de onun sözünü dinleyip buna başladım.

Teoloji pek okumuyorum—üniversite ve ilahiyat okulunda o tarafı tüketmişimdir sanırım. Tekrar okuduğum iki teolog var: Yakın arkadaşım James Cone ve Reinhold Niebuhr. Niebuhr’un sorunlu yanları var elbette ama Cone’un da çıktığı “Hristiyan realizmi” geleneği çok önemlidir. Cone, Niebuhr’a Union Theological Seminary’de ders vermişti.

Bunlar sadece Filistin bağlamında ilk akla gelenler. Ama sanırım gerçekten bir liste hazırlamalıyım. Joyce’un Ulysses’ini çok severim. Moby Dick muhtemelen en sevdiğim Amerikan romanı. Faulkner’ı severim—yeniden okurum. Mary McCarthy’nin The Stones of Florence kitabını da yeniden okudum. İlk okuduğum yılını kitabın ilk sayfasına yazmışım. 30 yıl önce okumuşum, İtalya’ya dönmeden önce tekrar okudum—ne yazık ki çoğunu unutmuşum. Ama muhteşem bir kitap, çok güzel yazılmış. Sayısız harika kitap var. Muhtemelen bir liste hazırlamam gerek.

Oh hayır, bir tane daha, 2025 için, kurgu ve kurgu dışı dâhil, en sevdiğin beş kitap hangisi?

Şu anda bir kitabı bitirmek üzereyim. Joe Sacco ve ben Mısır’daydık—bu da yine Substack’teki destekçilerimiz sayesinde oldu. Mısır’a gidip Gazze’den gelen 29 aileyle röportaj yaptık ve bu 29 ailenin deneyimleri üzerinden soykırımı anlatan bir kitap yazıyoruz. Bu yüzden son dönemde yazılarım biraz aksadı; çoğu günü Princeton Üniversitesi Kütüphanesi’nde bir çalışma odasında geçiriyorum, bu kitabı yetiştirmeye çalışıyoruz. Şu an duyuyorsanız, dışarıdaki köpeklerimden biri—Jet. İkisi de kurtarılmış tazı. Yani günlerim kitapla geçiyor. Joe’yla Aralık sonuna kadar bitirmeye çalışıyoruz. Ondan sonra belki bir liste hazırlayabilirim.


APA: Filistinliler hem şiddetli hem de şiddetsiz direniş yaptı. Onlar için en iyi umut nedir?

Bir güç sizi fiziksel olarak yok etmeye çalışıyorsa, seçeneğiniz kalmaz. Kendinizi savunmak zorundasınız. Uluslararası hukuka göre Filistinlilerin kendilerini korumak için şiddet kullanma hakkı vardır—tıpkı Saraybosna’daki Müslümanlar gibi. İsrail buna karar vermiş oldu aslında. 

Rashid Khalidi’nin de söylediği gibi, Filistinlilere yönelik en sert baskılar, şiddetsiz kampanyalar yürüttüklerinde geldi. Şiddetli direniş olduğunda İsrail’in işine bile geliyor; çünkü Filistinlileri şeytanlaştırmak kolaylaşıyor ve bu şiddeti, Filistinlilere karşı orantısız saldırılar yürütmek için bahane olarak kullanıyorlar—7 Ekim’de olduğu gibi.


Gary Everett: YouTube kanalı ve bağımsız çalışmak senin için nasıl gidiyor? Böyle devam et.

Sanırım bu Arapça bir şeyin çevirisi ama Arapça yazılsaydı ağır ağır okuyabilirdim. Ama genel olarak harika gidiyor ve Substack’teki insanların desteği sayesinde işimi yapabiliyorum. YouTube’da ise, şaşırtıcı değil, her seferinde soykırımla ilgili bir şey yaptığımda video demonetize ediliyor. Roger Waters’la yaptığım röportajı anında demonetize ettiler.

YouTube kanalını açtığımızda aslında kanal uzun süredir atıl durumdaydı. Yapımcım Max müthiş bir iş çıkardı. Eski RT programlarımdan altı yıllık içerik YouTube tarafından silinmişti; 9.000 aboneden neredeyse 300.000’e çıktık. Substack de harika gidiyor; yanlış hatırlamıyorsam 180.000 civarında abonesi var. Bu platform bana işimi yapabilmem için gereken özgürlüğü veriyor. Ben bir girişimci değilim, para kazanmaya çalışmıyorum. Ama bu fonlar bana İtalya’ya gitmek ya da Assange davasını takip etmek gibi benim için ve okurlar için önemli şeyleri yapma imkânı veriyor. Algoritmalar tarafından engellensem de, demonetize edilsem de… Sonuçta RT kapatıldı, New York Times’tan ayrılmak zorunda kaldım, Real News beni kovdu çünkü soykırım nedeniyle Biden’a yükleniyordum.

Artık kimsenin kontrolü altında olmamak güzel. Zaten hiçbir zaman yazdıklarımı ya da söylediklerimi sansürlemem ama bu kurumlarla hep çatışmışımdır—Truthdig’de iken bir greve öncülük ettim, sonra hepimizi kovdular. Abonelik temelli bir yapının sağladığı özgürlük bende daha önce yoktu.

Zamanımız daralıyor, iki soru daha alabilirim. 


Mark Boseman: Harvard İlahiyat Okulu’ndaki deneyimini anlatır mısın? Pastor Hedges…Bu ilk kez oluyor. Orayı kurumsal avukatların yönettiği düşünülürse, Amerika’nın “Cenneti”ne etik kadar hukuk da nasıl yerleşebilir?

Harvard tuhaf bir yer. Harvard İlahiyat Okulu ise daha da tuhaf. Ama orada büyük şansım vardı: Harika bir mentor edindim—Krister Stendahl. Okulun eski dekanıydı. Olağanüstü bir bilim insanıydı ve büyük bir ahlaki dürüstlüğe sahipti. Bana vaaz vermeyi öğretti; teknik adı “homiletik”tir ama o buna vaaz sanatı derdi.

Lisansımı aldığım Colgate’de de harika bir mentorüm vardı: Okulun papazı Coleman Brown. Ne ders veriyorsa alırdım—yedi din dersi aldım, altısı onundu. Divinity School’a gideceğim kesinleştiğinde beni her hafta şapel bodrumuna götürüp vaaz vermemi isterdi; sonra da paramparça ederdi. Dönem sonunda, “Artık nasıl vaaz vereceğini biliyorsun. Kimsenin seni değiştirmesine izin verme,” dedi.

Harvard’daki ilk vaazımı Krister’e verdiğimde, “Vaaz etmeyi nerede öğrendin?” diye sordu. Sonra uzun bir yorum listesi verdi; biri de şuydu: “Çok iyi bir vaaz sesin var ve bununla gurur duyduğun çok belli.” Bir mentordan isteyeceğiniz türden bir dürüstlük.

Harvard İlahiyat Okulu’nun Filistinlilerle çalışan harika bir programı vardı ama 7 Ekim’den ve antisemitizm suçlamalarından sonra kapattılar. Oligarkların ve kurumsal gücün etkisi orayı da çürüttü. Yani Harvard İlahiyat Okulunun yemekhanesinin adı Rockefeller Hall—herşey buradan belli. Protestan Kilisesi’ne, geçen yüzyılın başında Sosyal İncil hareketinin yükselişinin ardından muazzam miktarda para aktı — Rauschenbusch, Chautauqua ve diğerlerinin öncülüğünde. Örneğin Riverside Kilisesi, Rockefeller ailesi tarafından inşa edildi. Dolayısıyla bu, benim hâlâ kök salmış olduğum — babamın da, annemin de (annem aynı zamanda bir ilahiyat mezunuydu) içinde yetiştiği — Sosyal İncil geleneğine karşı bir denge unsuru olarak ortaya çıktı. Ve şunu söylemek gerekir ki, tüm bu güçler Harvard İlahiyat Okulunu da kuşattı, bundan hiç şüphe yok.

Ama yine de orada birkaç istisna bulabildim: James Luther Adams ve Krister Stendahl gibi figürler. Bu kurumların içinde hem entelektüel ağırlığı hem de ahlaki cesareti olan insanlar vardı.

Krister’in ünlü bir hikâyesi vardır: İsveçliydi. Kadınların din adamı olarak atanması gerektiğini savunuyordu. Büyük bir bilgin olduğu için ona şehrin en yüksek otoritesi olan Stockholm Piskoposu olmasını teklif ettiler. Havaalanında gazeteciler toplanıp, “Kadınları din adamı olarak atamayan bir kilisenin başına nasıl geçmeyi kabul ediyorsunuz?” diye sordular. Ulusal İsveç televizyonunda, “Kadınları din adamı olarak atamayan bir kilise kendine Hristiyan diyemez,” dedi. Ve onu kapı dışarı ettiler. Kilise yıllar sonra kadınları atamaya başladığında Krister piskopos oldu. Ama bize şu dersi verdi: Geri adım atmamak gerek. Evet, kaçamak bir cevap verebilirdi ama vermedi.

Son soruya bakıyoruz. Bunların hepsi çok iyi sorular. 


TW: Gazeteciler ve sivil toplum, Gramsci’nin kültürel hegemonya kavramına karşı stratejik olarak nasıl birlikte çalışabilir?

Gramsci kültürel hegemonyayı çözümlemek üzerineydi. Benim için cevap şu: Eğitim, eğitim, eğitim. Tüm radikal hareketlerde ve militan işçi sendikalarında eğitimin merkezi bir yeri vardır.

Yakında yayınlayacağımız bir program yaptım—Mahmoud Khalil ile. Columbia’daki kampüs eyleminde müzakerecilerden biriydi; Trump onu sınır dışı etmeye kalktı, 108 gün Louisiana’daki bir gözaltı merkezinde tutuldu. Encampments filminin yönetmeni. Film olağanüstü. Kampüslerin gerçekte ne olduğunu dürüstçe göstermeye çalışıyor—ana akım medya onları “antisemitist”, “Hamas yanlısı” diye yaftalarken. Bu tamamen yalandı. Princeton ve Columbia’daki kamplarda çok zaman geçirdim. Princeton’da öğrenciler bir branda seriyor; Müslüman öğrenciler namaz kılıyor, hemen ardından aynı brandada Şabat kutlanıyordu. Kurmak istediğimiz dünya tam olarak bu.

Ama basının tarafında tam ve utanç verici bir başarısızlık vardı; en temel gazeteciliği bile yapmadılar. New York Times hemen Columbia’daki Hillel House’a koşup, kendini rahatsız hissettiğini söyleyen bir öğrenciyi röportaj için buluyordu. Oysa ülke genelinde 3.000 öğrenci—soykırımı protesto edenler—hedef alındı. 100 öğrenci Columbia’dan atıldı. Profesör Katherine Franke, öğrencilerin haklarını savunduğu için hukuk fakültesinden atıldı. Basının bu tavrı gerçekten utanç vericiydi.

Ve bu film — ki elbette kapatılmasına yönelik muazzam çabalar harcandı — sanırım adı Watermelon’dı, doğru mu? Watermelon Pictures… değil mi Victor? Evet, Watermelon Pictures üzerinden izlenebiliyor. Gerçekten çok iyi. Çok, çok iyi bir film. Burada yapılan şey, iktidar merkezleri tarafından pazarlanan sahte bir anlatıya karşı koyma çabası. Benim yapmaya çalıştığım da tam olarak bu. Elbette bunu yapan başkaları da var — büyük ölçekli ya da küçük ölçekli.

Ve biliyorsunuz, belki toplumun ya da medya dünyasının en dış çeperlerinde yer alıyoruz, ama yine de bir etki yarattığımızı düşünüyorum. Çünkü yapabildiğimiz tek şey, gerçeği söylemek için olabildiğince sert mücadele etmek.Mesele aslında bu kadar basit. Ve bence insanlar bunu görüyor.

Örneğin Bari Weiss’in CBS’te haber bölümünün başına getirilmesi… CBS’in zaten çok fazla bir itibarı yoktu ama o, kalan ne varsa onu da bitirecek. Çünkü insanlar bunun içini görüyor.

Ve işte bu yüzden, özünde susturmak, marjinalleştirmek ya da etkisizleştirmek için her türlü çaba gösteriliyor — benim gazeteciliğin temel buyruğu olduğunu düşündüğüm şeye, yani iktidarı hesap vermeye zorlamak ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalan insanlara karşı. Ama bu konuda yalnız değilim. Ve bence insanlar bunu fark ediyor. Bence insanlar görüyor. Hepinize çok teşekkür ederim. Yaptığım işi mümkün kılan sizlersiniz ve bunun için derin bir minnet duyuyorum.



* Chris Hedges'ın "Chris Hedges Live Q&A TOMORROW: Mass Mobilization and Stopping Authoritarianism" adlı makalesi Nil Kayarlar Sarrafoğlu tarafından çevrilmiştir.