Gazze’deki soykırımın ulaştığı akıl almaz yıkımın seviyesi hakkında artık söylenebilecek pek fazla bir şey kalmadı. Birleşmiş Milletler'in İşgal Altındaki Filistin Toprakları Özel Raportörü Francesca Albanese, bu soykırımı belgelemeye devam ediyor. Chris Hedges Report’un bu bölümünde Chris Hedges’in konuğu olan Albanese, Gazze’deki mevcut durumu aydınlatıyor ve yayınlanacak olan raporundan, soykırımdan kâr elde edenlerle ilgili bölümleri paylaşıyor.
İsrail’in Filistinlilere uyguladığı abluka, halkı açlığa sürüklüyor ve Francesca Albanese, diğer ülkelerin uluslararası hukuk kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirmemelerini sert bir şekilde eleştiriyor. “[Ülkelerin] İsrail’e yardım etmeme, destek olmama, ticaret yapmama, silah göndermeme, silah satın almama, askeri teknoloji sağlamama ve satın almama yükümlülüğü var. Sizden bir hayırseverlik yapmanızı istemiyorum. Bu sizin hukuki sorumluluğunuz,” diye açıklıyor.
Albanese, Gazze’yi ve İsrail’in uyguladığı ablukayı bir toplama kampına benzetiyor; bunun sürdürülemez olduğunu ama aynı zamanda dünyanın Batılı yerleşimci-sömürgeci bir yapının nasıl işlediğine tanıklık etmesini sağladığını belirtiyor. “Uzun süredir Küresel Güney’in, yani küresel çoğunluğun acı veren bir ayrıcalığı olan sömürgecilik yaralarının ve acılarının bilinci artık dünya çapında fark ediliyor,” diyor Albanese, Hedges’e verdiği röportajda.
Yakında yayınlanacak olan raporunda Albanese, Filistin’in küresel kapitalist sistem tarafından nasıl sömürüldüğünü ayrıntılarıyla ortaya koyacak ve bazı şirketlerin bu soykırımdaki rolünü gözler önüne serecek. “Filistin dostu ülkelerden olanlar dahil olmak üzere bazı şirketler, onlarca yıldır işgal ekonomisi üzerinden ticaret yaptı ve kâr etti; çünkü İsrail, her zaman Filistin topraklarını, kaynaklarını ve yaşamını sömürdü,” diyor.
“Kârlar devam etti ve hatta arttı; çünkü işgal ekonomisi, bir soykırım ekonomisine dönüştü.”
Chris Hedges: Gazze’deki soykırımın tarihi yazıldığında, adaletin ve uluslararası hukuka bağlılığın en cesur ve en açık sözlü savunucularından biri, Filistin topraklarında insan hakları konusundaki özel raportör Francesca Albanese olacaktır. İtalyan bir hukukçu olan Albanese, 2022 yılından bu yana Birleşmiş Milletler’in Filistin topraklarındaki insan hakları özel raportörlüğü görevini yürütüyor. Bu görev, İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’de Filistinlilere karşı işlediği insan hakları ihlallerini izlemek ve raporlamakla sorumlu.
İsrail ve müttefikleri tarafından yönlendirilen ölüm tehditleri ve organize karalama kampanyalarına maruz kalan Albanese, tüm bu baskılara rağmen cesurca hareket ederek, soykırımı destekleyen ve sürdüren kişilerin hesap vermesi için mücadele ediyor. Dünyada yaşanan “ahlaki ve siyasi yozlaşmayı” soykırımın temel nedenlerinden biri olarak sert biçimde eleştiriyor. Ofisi, İsrail’in Gazze ve Batı Şeria’daki savaş suçlarını ayrıntılı biçimde belgeleyen raporlar yayımladı. Bunlardan biri olan Genocide as Colonial Erasure / Soykırım: Sömürgeci Silinme, son kitabım A Genocide Foretold /Önceden Haber Verilen Bir Soykırım’da ek olarak yer alıyor. Şu anda, bankaları, emeklilik fonlarını, teknoloji şirketlerini ve üniversiteleri kapsayan, İsrail’in uluslararası hukuku, insan haklarını ve savaş suçlarını ihlal etmesine yardımcı olan kurumları ifşa eden yeni bir rapor üzerinde çalışıyor. Bu özel kuruluşlara, Gazze’deki soykırıma yardım ettikleri için “cezai sorumluluk taşıdıklarını” bildirdi. Eğer basına yansıdığı gibi, eski İngiltere Dışişleri Bakanı David Cameron, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) İsrail Başbakanı Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında tutuklama kararı çıkarırsa, İngiltere’nin mahkemeye finansal desteğini çekeceğini söyleyerek tehditte bulunduysa, hem Cameron hem de eski İngiltere Başbakanı Rishi Sunak, Roma Statüsü uyarınca suç işlemiş olabilirler. Zira Roma Statüsü, savaş suçlarının yargılanmasını engelleyen girişimleri suç sayar. Albanese, Avrupa Birliği’nin üst düzey yetkililerine de, soykırıma verdikleri destek nedeniyle savaş suçu ya da suça ortaklık suçlamaları yöneltilmesi gerektiğini söylüyor; bu eylemlerin cezasız kalamayacağını vurguluyor. Ayrıca, Gazze ablukasını delmek ve insani yardım ulaştırmak amacıyla yola çıkan Madleen filosunun da savunucusuydu. Bu geminin yalnızca yardım malzemesi değil, aynı zamanda insanlık mesajı taşıdığını yazdı. İsrail tarafından engellenen bu girişim, uluslararası vicdanı harekete geçirmeyi amaçlıyordu.
Bugün Gazze’deki soykırımı ve Batılı hükümetlerin bu duruma müdahale etmemesi ya da uluslararası hukuka uymamaları konularını konuşmak üzere konuğum Francesca Albanese.
Öncelikle Gazze’de nerede olduğumuzu, nasıl bir tabloyla karşı karşıya kaldığımızı açıkça ortaya koyalım. Durum son derece karanlık. Özellikle 2 Mart’tan bu yana yaşananları yumuşatarak anlatmak mümkün değil.
Francesca Albanese: Evet Chris, öncelikle beni konuk ettiğin için çok teşekkür ederim. Gerçekten büyük bir memnuniyet.
Bakın, Gazze’deki durum o kadar çürümüş, o kadar korkunç bir hale geldi ki artık anlatacak kelime bulamıyorum. İlk açlık vakalarıyla ilgili raporları geçen yıl almıştım; özellikle Gazze’nin kuzeyinden geliyordu. Bu arada, Gazze’nin kuzeyi şu anda tamamen erişim dışında, orada ne olup bittiğini anlayamıyoruz bile.
Bir bakıma, bugün gördüğümüz sefalet Gazze’nin güneyinde yaşanıyor ama kuzey neredeyse tamamen karanlıkta kalmış durumda. Açlıkla ilgili ilk raporları aldığımda, Gazze’den insanlar bana “Canavara dönüşüyoruz” demişti.
Ve bu ifadeyi insanlardan giderek daha fazla duyuyorum. Açlık o kadar yoğun, o kadar yaygın ve derin ki, insanları insanlık öncesi bir evreye sürüklüyor. Bu kadar vahşeti yaşayan insanlar, medeniyet öncesi bir hayata itiliyor. Ve bu yaşananların İsrail tarafından stratejik olarak, bilinçli bir şekilde yapıldığını düşünmek bile hepimiz için utanç verici.
Buna nasıl izin verebildik? Neden Avrupa devletleri, neden Arap devletleri şimdiye kadar donanmalarını gönderip ablukayı kırmadı? Bu yapılmalı. Bu bir yardım eylemi değil, bu bir yükümlülük. Abluka kırılmalı. Ama zaten çok geç kaldık, biliyor musunuz? Gazze’deki durum tam anlamıyla yıkım.
C.H.: Greta Thunberg’in de içinde bulunduğu filonun yaptığı eylem de işte tam olarak böyle bir şeydi. Elbette ablukayı delip geçmeleri beklenmiyordu, ama bu bir utandırma eylemiydi, bir vicdan çağrısıydı, kesinlikle de bir cesaret örneğiydi.
Senin sesin, soykırım başladığından bu yana hiç durmadan, hiç taviz vermeden yükseldi. Ama aynı zamanda şunu da kabul etmeliyiz ki, soykırıma karşı sesini yükselten bizlerin — ne yazık ki — şimdiye kadar tek bir hayat bile kurtarabildiğini söyleyemeyiz. Yine de konuşmaya devam etmek zorundayız. Susmamalıyız.
F.A.: Evet, bakın… Sık sık kendime soruyorum: “Tüm bunları yapmak neye yarıyor?” Çünkü, gerçekten, içimde bir huzursuzluk var. Gazze, Batı Şeria, Filistinliler hakkında konuşmayı hiç bırakmıyorum. Çünkü biliyorum ki, pek çok insan gibi ben de şu anda içimde bir yara taşıyorum. Asla yeniden yaşanmasını istemediğim bir şeyin tanığı oldum.
Ben aynı zamanda, Ruanda’daki soykırımı görmüş, onun hakkında okumuş bir kuşağın parçasıyım. Bosna-Hersek’teki soykırımı çok net hatırlıyorum. Şimdi de Filistinlilerin başına gelen bu yavaş ilerleyen soykırıma tanıklık ediyor ve bunu belgeliyorum. Bu görev beni onarılamaz biçimde yaraladı. Ama olsun.
Benim için tek iyileşme yolu, insanların uyanmasını ve bu yaşananların hepimizin parmak izini taşıdığını fark etmesini sağlamak. Bunu mecaz olarak söylemiyorum, bu gerçek. Çünkü Filistinlilere karşı yürütülen soykırımdan, Batılı ülkelerde kayıtlı şirketlerin nasıl kâr elde ettiğini gördüğünüzde, insanlığa olan inancınızı yitiriyorsunuz.
Ve evet, şu ana kadar hayat kurtarmayı başaramadık belki, ama bu konuda kesin bir şey de bilmiyoruz, Chris. Çünkü inanıyorum ki, eğer İsrail tamamen serbest bırakılmış olsaydı, çoktan Gazze’yi Filistinlilerden arındırmış olurdu. Oysa biz İsrail’in yaptıklarını ifşa ederek, Filistin’in haritalardan silinmemesine katkı sağlıyoruz.
İçimdeki his bana şunu söylüyor: Gazze’deki Filistinlilerin fedakârlığı, acısı devam edecek… Gerçekten de devam edecek. Ta ki bir silah ambargosu uygulanana ve abluka — yani kuşatma — kırılana kadar. Ve bu da ancak zorlayıcı önlemlerle mümkün. İsrail’i korumanın tek yolu, İsrail’i durdurmaktır. Çünkü İsrail, Filistinlilere zarar verdiği kadar bölgeye, hepimize ve kendisine, kendi halkına da zarar veriyor.
İşte İsraillilerin bunu anlaması gerekiyor. Biz insan hakları ve adalet için çalışanların hiçbiri… Kişisel olarak da söylüyorum; ben İsraillilere karşı büyük bir acı hissediyorum. Çünkü onların da bir o kadar travmatize olduklarını, insanlıklarını kaybedecek noktaya geldiklerini düşünüyorum. Hem Filistinliler hem de İsrailliler için büyük bir iyileşmenin mümkün olduğunu hayal edebiliyorum.
Ama tekrar ediyorum, evet, belki hayat kurtaramadık. Ama İsrail’in apartheid rejiminin gerçek yüzünü dünyaya göstermeye katkı sunduk.
C.H.: Zorlayıcı önlemlerden bahsettiğinde, aklıma Kuzey Irak’tan Irak güçlerinin çekilişini izlediğim günler geliyor. O zaman Irak ordusu Kürtlere karşı soykırım niteliğinde bir kampanya yürütüyordu. NATO güçleri bir ‘uçuşa yasak bölge’ ilan etti. Irak kuvvetleri geri çekilmek zorunda kaldı. O dönem yaşananlar, bugün Gazze’de Filistinlilerin yaşadıklarıyla kıyas bile kabul etmez.
Ama o zaman açıkça görülüyordu ki, yalnızca dışarıdan gelen zorlayıcı müdahaleler Kürtleri kurtarabilirdi. Ve senin de doğru şekilde vurguladığın gibi, bugün Filistinliler için de durum tam olarak bu. Eğer dışarıdan uygulanan zorlayıcı önlemler olmazsa, İsrail’in soykırım ve muhtemel tehcir kampanyası durdurulamaz.
F.A.: Kesinlikle. Ve beni asıl şoke eden şey şu: Üye devletlerle konuştuğumda — ki bunlar arasında “aydınlanmış” olarak görülen, yani insan hakları odaklı bir duruş sergileyen Batılı ülkeler de var, ki ben bu Batı’ya artık “küresel azınlık” diyorum, çünkü dünyada aslında coğrafi olarak çok küçük bir yeri temsil ediyorlar — onlara tavsiyelerimi sunduğumda, şöyle diyorlar: “Gerçekten İsrail’i boykot etmemizi mi bekliyorsunuz?”
Ama mesele bu değil. Siz bir devletsiniz, bu sizin insafınıza kalmış bir tercih değil. Sizlerin İsrail’e yardım etmeme, destek olmama, ticaret yapmama, silah göndermeme, silah satın almama, askeri teknoloji vermeme ve satın almama gibi yükümlülükleriniz var. Bu bir hayır işi değil. Bu sizin hukuki sorumluluğunuz.
Ve bu üye devletlerin — hatta en “ilkesel” görünenlerin bile — sergilediği umursamazlık uluslararası hukukun açıkça hiçe sayılması anlamına geliyor. Üstelik bunu büyük bir rahatlıkla yapıyorlar.
Aklına gelen tek şey şu oluyor: “Siz gerçekten İsrail’i yalnızlaştıracağımızı mı sanıyorsunuz?” Evet. Evet, kesinlikle. Ve bu düşünceyle bile yüzleşmekte zorlanıyor olmaları, bu sorunun çözümünden ne kadar uzak olduğumuzun çok net bir göstergesi.
C.H.: Ne düşünüyorsun, yani açlık meselesi... Yarım milyondan fazla Filistinli şu anda açlığın eşiğinde. Bir de su sorunu var. Temiz su yok. Tıbbi malzeme, insani yardım da yok neredeyse. Filistinlilerin %90’ı ya çadırlarda ya açıkta yaşıyor. Bu durum nereye gidiyor?
Filistinlileri güneydeki bir tuzağa fareler gibi çekiyorlar... Yardım merkezleri ve verilen az miktardaki gıda, Filistinlileri korunaklı alanlara sıkıştırmak için birer yemden başka bir şey değil gibi. Ve tabii ki, yiyecek bulabilmek için umutsuzca çabalayan onlarca Filistinli her gün vuruluyor.
Onları Sina Yarımadasına mı sürecekler? Veya belki İsrail bile bilmiyor, sen ne düşünüyorsun? Bu işin bundan sonra nereye gideceğine dair bir fikrin var mı?
F.A.: Kesin bir fikrim yok ama şunu biliyorum ki, İsrail için uygun olan her türlü çözüm, önce Filistinlileri Gazze’den çıkarmak, sonra Batı Şeria’dan çıkarmak ve sonrasında büyük ihtimalle İsrail’den tamamen uzaklaştırmak olacaktır. Bu, tarihi Filistin’in planlı etnik temizliğinin üç aşaması.
Senin dinleyicilerin asla unutmamalı ki, İsrail, Filistin toprakları içinde kurulmuş bir devlettir. Yani Gazze Şeridi, Batı Şeria ve Doğu Kudüs, Filistin’den geriye kalan küçük toprak parçalarıdır. Ama burada bile Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin etme, yani halk olarak var olma hakkı özgürce tanınmıyor. İsrail’in amacı da bu; Filistinlileri kendi yolundan kaldırmak. Bu, onların gerçek zaferidir.
Çünkü nüfusun %80’i, özellikle şu anda açlıkla boğuşan, ellerinde sadece onurları ve hayatlarında kalan birkaç eşya ile sevdikleri olan Gazzeli Filistinlilere yönelik bu düzeydeki şiddetin sürdürülmesini destekliyorsa, bu hükümetin —ki İsrail toplumunun büyük bir kesimini temsil ediyor— tek zafer anlayışı Filistinlilerden kurtulmaktır.
Yani elbette, bunun Sina Çölü mü yoksa Kongo mu olduğu fark etmiyor; şu anda her ülkeye Filistinlileri alması için adeta yalvarıyorlar. Sorun şu ki, hiçbir ülke bunu zorlanmadan yapamaz — ya da Filistinliler kendileri yardım için yalvarmadıkça. Bu inanılmaz derecede zalimce ve şu anda yaşanan tam olarak bu.
Ama Filistinliler henüz böyle bir şey yapmadı. Forensic Architecture’dan Eyal Weizman’ın çok ilginç bir bakışı var. Almanya’nın Namibya’daki Nama ve Herero halklarına uyguladığı soykırımı incelemiş ve İsrail’in de insanları kendi başlarına hayatta kalamayacakları bir yere hapsetme yolunda olduğunu söylüyor.
Bu bir toplama kampı gibi. Size bir şeyler veren ama sürdürülebilir olmayan bir elin tam bağımlısı olmak gibi. Diğer her şey yok ediliyor. Gazze, çevresel zararlar, kirlenme ve bugünkü haliyle eski haline dönemeyecek. Ama önemli değil. Eğer Gazze’den Filistinlilerin taşınacağı bir yer olacaksa, o yer İsrail’dir.
Bu, Filistinlilerin kendi asıl vatanlarına dönmeleri için bir fırsat olabilir. Anlıyorum ki bu İsrailliler için büyük bir şok, kabul etmek zor. Ama er ya da geç bununla yüzleşmek zorunda kalacaklar. Diğer birçok yerleşimci toplum gibi yaşıyorlar. Özür dilerim ama siz çalınmış topraklarda yaşıyorsunuz.
Ve tıpkı Amerika’daki Yerli olmayan Amerikalılar gibi, Avustralya’daki Aborjin olmayan Avustralyalılar gibi, siz de çalınmış topraklarda yaşıyorsunuz. Bu hayatta alabileceğiniz tek kurtuluş, geçmişin hatalarını düzeltmektir. İşte vicdan sahibi İsraillilerin yapması gereken budur.
C.H.: Silinmeden bahsetmek istiyorum. İsrail sadece Filistin’i fiziksel olarak yok etmekle kalmıyor, aynı zamanda üniversitelerine, müzelerine, kültür merkezlerine saldırdı. Entelektüel sınıfını, yazarlarını, şairlerini, 200’den fazla gazetecisini, doktorlarını hedef alarak fiziksel olarak ortadan kaldırdı ya da suikastlarla öldürdü.
Sana karşı AIPAC ve İsrail lobisi tarafından yürütülen ağır kampanyalar hakkında da konuşmanı istiyorum. Sadece senin açık sözlü olman nedeniyle değil, raporlarının İsrail’in yaptıklarını ve devam eden bu soykırımı silmesini zorlaştırması nedeniyle de bu saldırılar arttı. Çünkü tüm soykırımcı katiller, yaptıklarını unutturmayı hedefler.
F.A.: Sıklıkla söylerim, bana yönelik saldırılar bu mücadelenin çeşitli yönlerinin sembolüdür. Bir yandan, bana yöneltilen suçlamalar — Hamas yanlısı olmak, terörizmi desteklemek, antisemit olmak gibi — aslında hiç de benzersiz değildir. Bu, Papa’dan Birleşmiş Milletler Genel Sekreterine, akademisyenlerden aktivistlere, gazetecilere kadar Filistin’deki korkunç gerçekleri cesurca dile getiren herkesin karşı karşıya kaldığı yalancı ithamlar listesidir.
Dolayısıyla bana yönelik saldırılar benzersiz değil. Ancak bence benzersiz olan, bu saldırıların amansızlığı ve giderek artmasıdır; çünkü ben asla pes etmiyorum. Sanırım bu yüzden oluyor. Ne kadar tehdit edilirsem, bir o kadar daha iyi işimi nasıl yapabileceğimi düşünüyorum. Ben onlara “havlayan köpekler” diyorum.
Onlar gerçekten havlayan köpekler ve hiçbir önemi yok; tek amaçları beni dikkatimi dağıtmak. Ama bunda başarılı olamayacaklar çünkü onları tanıyorum, ne olduklarını biliyorum. Sık sık söylediğim gibi, ben mafyanın kol gezdiği bir yerden geliyorum. Son aylarda kendimle ilgili de ne kadar çok şey fark ettiğimi bir bilseniz.
Neden böyleyim? Neden onlardan korkmuyorum? Neden her arabamı çalıştırdığımda korkuyorum? Tabii ki bazen kapıyı açmamaya karar verdiğim anlar oluyor, “Aman Tanrım, kim çıkacak arkamdan?” diye düşünüyorum. Ama ben hayatımı anlam dolu yaşıyorum. Ailemi seviyorum. Çocuklarımı seviyorum. Eşimi seviyorum. Arkadaşlarımı, meslektaşlarımı seviyorum. Bunlara değer veriyorum, her gün buna şükrediyorum. Her gece uyuyabildiğimde vicdan azabı çekmiyorum çünkü herkesin yapması gerekeni yapıyorum.
Bir yandan, eğer ben Gazze’de ya da Filistin’in başka bir yerinde biri olsaydım ya da sık sık iletişim kurduğum ve yaşananlar karşısında umutsuz ve yıkılmış hisseden pek çok İsrailliden biri olsaydım, beni anlayan, beni dinleyen ve noktaları birleştiren biri olmasını çok isterdim. İşte bu, eleştirmenlerimi çileden çıkarıyor.
Bir yandan beni susturmayı başaramamaları, aksine her saldırıya karşı bir destek fırtınası doğması. Nereden geldikleri ya da kim oldukları önemli değil, bu her seferinde benim üzerimde daha fazla destek oluşturuyor. Bu yüzden insanlar bana “Neden bu kadar nefret ediliyorsun? Kimler tarafından?” diye sorduklarında, cevabım şu oluyor:
Bu soykırımı savunan bir grup uşak ve dolandırıcı tarafından. Kim umursar ki? Kim umursar? Ama tüm dünya karışıklık içinde ve benim sesimin duyulması büyük bir ayrıcalık benim için. İnsan doğasının ne kadar aldatıcı olabileceğini çok iyi biliyorum.
Dayanağım, uluslararası hukuktur ve onu en iyi şekilde yorumlamaya çalışıyorum çünkü bu evrenseldir. Hepimiz için geçerlidir. Ben kendi inançlarımı ya da ideolojimi getirmiyorum, hepimize ait olan bir şeyi getiriyorum. Ve bu da eleştirmenleri rahatsız ediyor; çünkü ben gerçeklerin ve hukukun gücünü kullanarak onlara kim olduklarını söylüyorum, onları bir aynanın önüne koyuyorum. Sorun benimle değil, benim aracılığımla gördükleri kendi görüntüleri; soykırımcılar ya da soykırım destekçileri oldukları gerçeğidir.
C.H.: Bu durum küresel toplumu ne kadar değiştirdi sizce? Özellikle de, tabii ki, kendi Holokostlarını yaşamış olan Küresel Güney bağlamında düşünüyorum. Siz Herero ve Namakwa’dan bahsettiniz ama Ermeniler, Britanya sömürgeciliği altındaki Kenyalılar, özellikle 1943 Bengal kıtlığı sırasında üç milyon Hintlinin ölmesi gibi örnekler var.
Ve bu Holokostlar, failleri tarafından tanınmıyor. Aimé Césaire, Discourse on Colonialism / Sömürgecilik Üzerine Söylev’inde Nazi Almanyasının Yahudilere karşı gerçekleştirdiği Holokostun yankı bulmasının sebebinin, onun kelimeleriyle, Hindistan’daki işçilere (Coolies), Afrika’daki Siyahilere ve Cezayir’de Fransızların Cezayirlilere uyguladığı taktiklerin, diğer beyaz Avrupalılara yöneltilmiş hali olduğunu söyler.
Ve tabii ki, bu konuda yasa kuralını İsrail’e dayatmaya çalışan Güney Afrika’nın liderliğindeki Küresel Güney olmuştur. Peki, bu küresel toplumu yeniden şekillendiriyor mu?
F.A.: Bence evet, şekillendiriyor. Soykırımın hemen sona erdirilmesini gerektirdiği kadar hızlı değil belki ama kesinlikle şekillendiriyor. Fark ettiğim farklı eğilimler var. Öncelikle, dediğin gibi, belirli temel konularda bir birleşme söz konusu. Uluslararası hukuk dilini bu kadar çok insanın konuştuğunu daha önce hiç duymamıştım.
Ciddi söylüyorum, bir hukukçu ve insan hakları avukatı olarak, eğer bana bir anlığına soykırım olayını görmeme izin verilseydi, insan hakları misyonunun bir anlamda yerine getirildiğini hissederdim çünkü insanlar, Afrika’dan Asya’ya, Küresel Azınlık ve diğer pek çok yerden birçok kişi, Filistin’e ortak bir bakış açısıyla bakıp bunu fark ediyor.
Bazı ortak noktalar var. İnsanlar insan hakları dilini konuşuyor. Bu olağanüstü, değil mi? Bir diğer uyanış yönü ise, hiç bu kadar çok kişinin geçmişle bugünü, sömürgeci geçmişle bugünü birbirine bağladığını duymamış olmam.
Katılıyor musun bilmiyorum ama en azından benim hissettiğim, uzun zamandır küresel çoğunluğun, yani Küresel Güney’in, acı verici bir ayrıcalığı olan sömürgeciliğin acısını ve yaralarını fark eden küresel bir bilinçlenme var.
İsrail bir yerleşimci sömürgeci sınır bölgesi, Batılı bir yerleşimci sömürgeci sınır bölgesi olarak, yerleşimci sömürgeciliğin ne olduğunu ve ne yaptığını anlamak için bir fırsat sunuyor.
Üçüncüsü, bu uyanış noktaları birleştirmekle geliyor. Bakın, raporum yayınlandığında bunları daha detaylı konuşma fırsatımız olacak.
Ama son altı aylık araştırma bulgularım üzerinden ortaya çıkardığım iki şeyi sürekli söylüyorum: Gazze’deki soykırım durmadı çünkü bu çok kârlı, çok kazançlı. Bu bir iş. İnsanlar bundan faydalandı; içinde Filistin dostu devletlerin de bulunduğu kurumsal yapılar, onlarca yıldır işgal ekonomisinden kazanç sağladı çünkü İsrail her zaman Filistin topraklarını, kaynaklarını ve yaşamını sömürdü.
Ama demek istediğim, işgal ekonomisi soykırım ekonomisine dönüşürken kârlar devam etti ve hatta arttı. Yine, insanların anlaması gereken şu: Filistinliler, üzülerek söylüyorum ve kesinlikle saygısızlık etmek istemem ama, adeta sınırsız bir deney sahası oldular. Teknolojilerin, silahların, gözetim tekniklerinin test edildiği bir saha. Ve şimdi bu teknolojiler hem Küresel Güney’de hem de Küresel Kuzeydeki insanlara karşı kullanılıyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nde ya da Almanya’da neler olduğuna bakın. İzleniyoruz, gözetleniyoruz. İnsansız hava araçları, biyometrik sistemlerin kullanımı… Bunların hepsi ilk olarak Filistinliler üzerinde deneyimlendi. Bu yüzden, kontrolsüz, sınırsız kapitalizmin, ki Filistinliler için aynı zamanda sömürgeci ırkçı kapitalizm de var, hepimiz için zararlı olduğu bağlantısı ortaya çıkıyor.
Peki buna nasıl yanıt verilir? Bir hareket görüyorum, bir devrim kaynamakta, ben buna “karpuz devrimi” diyorum ve bu gerçek. Gençler, işçiler, anti-Siyonist Yahudiler ya da kendilerini anti-Siyonist olarak tanımlamayan ama İsrail’in suçlarıyla ilişkilenmek istemeyen Yahudiler var.
Ülkeler düzeyinde de örneğin, öncelikle Küresel Güney ülkelerinden oluşan Lahey Grubu’nu görüyorum. Aslında durum böyle olmamalı. Bu ülkeleri destekliyor, cesaretlendiriyor ve Asya’dan Afrika’ya, özellikle Batı’dan diğer devletleri de Lahey Grubuna katılmaya çağırıyorum. Grup, uluslararası hukuka uyum için asgari adımlarla başlamayı öneriyor.
Ceza muafiyeti yok, İsrail için sığınma yok, silah yok. Bunlar çok temel talepler ama şu an geldiğimiz nokta bu. Küçük adımlar.
C.H.: Çıkacak olan raporda soykırımdan kâr eden bazı küresel şirketlerden ve nasıl kâr ettiklerinden bahsedebilir misin?
F.A.: Henüz rapor yayınlanmadığı için çok detay veremem. Ancak yaklaşık 50 şirketi listelemeye karar verdim; bunlar arasında silah üreticileri, büyük teknoloji firmaları, işgal altındaki Filistin topraklarından inşaat malzemesi sağlayan ya da çıkaran şirketler, turizm sektörü, mal ve hizmet tedarik zinciri yer alıyor.
Ayrıca, Filistinlilerin zorunlu yer değiştirmesi ve yerlerinin değiştirilmesiyle doğrudan ilgili bu iki ana sektör dışında; sigorta şirketleri, emeklilik fonları, varlık fonları, bankalar, üniversiteler ve yardım kuruluşlarından oluşan bir destek ağı var. Bu, bu yasadışılığı sürdüren bir ekosistem.
Biliyorsunuz, özel sektör genellikle denetimden kaçmayı başarır, çünkü çok akıllılar. Aslında tarih boyunca özel sektör ya yerleşimci sömürgeciliğin doğrudan itici gücü olmuştur ya da onun destekleyicisi. Örneğin 1600’lü yıllarda, Hindistan Şirketlerini düşünün — Hollanda limanlarından yola çıkıp Batı Hint Adaları’nı ya da Güneydoğu Asya’yı birlikte sömürgeleştirmek için gidiyorlardı. Yani neden? Neden? Neden böyle bir şey olur? Ama oldu.
Ama aynı zamanda, bazı durumlarda şirketler ya da özel kuruluşlar doğrudan sömürgeciliğin itici gücü olmasalar da, bu düzeni mümkün kılan araçları ve finansmanı sağlayan destekçiler oldular ve sonuçta bundan kâr elde ettiler. İşte bu yüzden büyük şirketler ve kurumsal çıkarlar, kendilerini denetimden muaf tutacak şekilde yasaların şekillenmesinde etkili oldular.
Şirketlerin soykırımlardan kâr etmesi yeni değil. Holokost sanayici duruşmaları bu konuda önemliydi; milyonlarca Yahudi’nin trajedisinden şirketlerin nasıl kâr ettiklerini ortaya koydu.
Ve en sarsıcı olan şey şu ki, Holokost sanayicileri davalarında sorumlu tutulan bazı şirketlerin bugün hâlâ Filistinlilere yönelik soykırımda rol alıyor olmaları. Ardından Güney Afrika’daki deneyim var — Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu çalışmalarını tamamladıktan sonra bazı şirketler tazminat ödemeye mahkûm edildi. Yani tarihte, şirketlerin daha sıkı denetlenmesini ve düzenlenmesini teşvik eden önemli anlar oldu.
Ama örneğin, Birleşmiş Milletler’in şirketlere yönelik getirdiği “due diligence” yani gereken özeni gösterme ilkeleri, Güney Afrika deneyiminin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Yine de bu yeterli değil, kesinlikle yeterli değil çünkü şirketler hâlâ devlet sorumluluğunun gri alanlarında faaliyet göstermeye devam ediyor.
Örneğin, ben 48 şirketi resmen uyardım ve aldığım yanıt şu oldu: “Evet ama bu bizim suçumuz değil, bu İsrail’in suçu. Bize ne yapmamız gerektiğini siz söyleyemezsiniz, bunu devletler belirler.” Hayır, üzgünüm. Bugün bu işgal hukuka aykırıdır. İsrail resmen uyarılmış durumda; soykırım, insanlığa karşı suçlar ve savaş suçlarıyla ilgili en az üç ayrı soruşturma kapsamında doğrudan ya da dolaylı olarak inceleniyor. Bu koşullarda işler eskisi gibi devam edemez.
Eğer ederseniz, adaletin önüne çıkacaksınız. Sanırım onlara karşı başlatacağım kampanyanın fırtınası bu olacak: Her ülkede bu işlerle bağlantılı sivil toplum ve avukatların aktif olmasını sağlamak; tüketicilerin ise ne yaptıklarını bilerek tepki vermelerini, boykot etmelerini sağlamak. Örneğin, yerleşim yerleri için turizm şirketleri tavsiyede bulunuyor, ya da Ürdün ve Samiriye’nin kalbinde İngilizce konuşulan güzel semtlerde emlakçılar gayrimenkul satıyor.
Yani bu bir klikin işgali normalleştirme çabasıdır ve bunun bir bedeli olacak. Belki mahkemede değil ama insanlar ne yaptığınızı öğrendiğinde çok sayıda müşterinizi kaybedeceğiniz kesin.
C.H.: Son olarak, uluslararası kuruluşlardan, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nden, Birleşmiş Milletler’den bahsedelim. Kesinlikle soykırıma karşı seslerini yükselttiler, İsrail’i sorumlu tutmaya çalıştılar ama bir yaptırım mekanizmaları yok. Bu uluslararası örgütleri ve soykırımdaki rollerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
F.A.: Şunu tam anlamıyla kabul etmiyorum: “Yaptırım mekanizması yok” iddiasını. Yaptırım mekanizmaları var ve bunlar üye devletlerdir. Üye devletlerin Uluslararası Adalet Divanı’nın (ICJ) kararlarını uygulama yükümlülüğü var.
Hatta Güvenlik Konseyi var. Geçen yıl Güvenlik Konseyi, Gazze’de ateşkes çağrısı yapan bir karar aldı ama bu karar uygulanmadı. Yani bugün İsrail’in cezasızlığını sınırlandırmayı amaçlayan hiçbir şeyin uygulanmadığı bir dönemdeyiz.
Ve bir anlamda, önce söylediğinize katılıyorum. İsrail, Batılı yerleşimci sömürgeciliğin bir parçası gibi görülüyor. İsrail, Batı’nın geri kalan dünyayla yüzleşmesinin bir parçası olarak görülüyor ki bu gerçekten utanç verici. Artık bu ırk temelli, ırksallaştırılmış bakış açısıyla birbirimize bakmamalıyız.
Hepimiz aynı ailenin parçasıyız. İşte insanlık budur. Ten renginiz, inandığınız ya da inanmadığınız Tanrı önemli değil. İnsan yapan şey budur. Ve biz dünya üzerindeki tüm canlılar arasında en acımasızlarız çünkü aramıza çok sayıda bariyer koyduk ve bunları kaldırmamız gerekiyor.
Şu an bir fırsat var, bilmiyorum bir başka soykırıma daha mı ihtiyaç var ama bu soykırım, Chris, başka bir şeyi tetikliyor. İran’daki savaşı görüyor musun? İran’a karşı başlatılan savaşı? Bu tamamen öngörülebilir bir şeydi. Çünkü İsrail onlarca yıldır bu bölgede savaşların tohumunu ekiyor. Önce Irak’tı, sonra başka ülkeler — Libya ve Suriye de yerle bir edildi. Elbette her şey için İsrail’i suçlayamazsın, bu doğru.
Ama İsrail kesinlikle bölgede tüm rakiplerin yok edilmesinden faydalandı. İran’a yönelik bombardıman bir iblise yem vermek gibiydi. Bu, birkaç İsrail hükümetinin uzun vadeli hedefiydi ve sonunda gerçekleşti.
İsrailliler bundan gerçekten ne kazanacaklar? Masum insanların — ister İranlı ister İsrailli olsun — ölümünden ne çıkarları olabilir? İşte bu yüzden diyorum ki, bu artık durmalı. Ve aslında yaptırımı uygulayacak mekanizmalar var, ama bunlar üye devletlerin sorumluluğunda. Ne var ki, üye devletler sürekli topu taca atıyor, sanki bir “deus ex machina” — bir mucize el — gelip müdahale edecekmiş gibi davranıyorlar; bu Avrupa Birliği olsun, Birleşmiş Milletler olsun fark etmiyor. Hayır! Böyle olmaz.
Bu, başlıca üye devletlerle başlar ve işte bu yüzden Lahey Grubunu bir kez daha büyük bir takdirle anıyorum. Çünkü onlar bölgesel ya da bölge-ötesi bir örgüt gibi değil, benzer değerleri taşıyan ve ilkelere bağlı devletlerin oluşturduğu bir koalisyon olarak hareket ediyorlar.
* Chris Hedges'ın Scheerpost'ta yayımlanan "The Chris Hedges Report: Starvation and Profiteering in Gaza (w/ Francesca Albanese)" adlı makalesi Nil Sarrafoğlu tarafından çevrilmiştir.