Doğaya yönelik güncelliğini koruyan beş farklı tehdit ve bunların biyoçeşitliliği ve iklim krizini nasıl tetiklediği üzerine Antroposen Sohbetler'in programcısı Utku Perktaş tarafından yazılmış olan metni sizlerle paylaşıyoruz.
Arazi kullanımına bağlı habitat kayıplarından istilacı türlere kadar, bilim insanları biyoçeşitlilik kaybının itici güçlerini net bir şekilde dile getiriyorlar. Artık tüm ülkelerin bu sorunlarla mücadele etmek için topluca hareket etmesi gerekiyor.
Biyoçeşitlilik yaşadığımız gezegen için oldukça önemli bir kavram ve çok yalın bir şekilde yaşamın çeşitliliği olarak tanımlanabilir. Biyoçeşitliliği aynı zamanda 3.8 milyarlık dünya mirası olarak da ele alabiliriz. Bizim dışımızda Dünya’da yaşayan her bir tür uzun bir evrimsel yolculuğun ürünü. Mesela memeliler 66 milyon yıl önce dinozorların ortadan kalkmasıyla çeşitlenmiş bir grup. Kuşlar aynı şekilde, dinozorlar sonrası yaşadığımız gezegende çeşitlenerek bugün 10 binden fazla türle temsil edilmeye başlamış. Kısaca tesadüfi olaylar, doğal seçilim ve evrimin diğer mekanizmaları bugünkü biyoçeşitliliğin kaynağı. Dünyanın evrimsel tarihini düşündüğümüzde de bu çeşitlilik bir miras ve kesinlikle korunması gerekir. Bu, gezegendeki canlı varlığı için, insan için, kısaca yaşadığımız gezegenin sağlığı için gerekli. Bugün insan eliyle oluşturulmuş altıncı yok oluş içinde olduğumuz söyleniyor, gerçekten de öyle ve buna dur demeliyiz. Aksi hâlde kaybettiğimiz biyoçeşitlilik bileşenlerini tekrar kazanmamız imkânsız ve sonuç derinleşen iklim ve biyoçeşitlilik krizi olarak karşımıza çıkmaya devam edecek.
Biyoçeşitlilik krizinin nedenleri neler?
Yaşadığımız gezegendeki biyoçeşitlilik bileşenleri 1970’lerden bu yana önemli ölçüde azaldı ve ne yazık ki bu düşüşün yavaşladığına dair de hiçbir işaret yok. Biyoçeşitlilik ve Ekosistem Hizmetlerine İlişkin Hükümetlerarası Bilim-Politika Platformu (IPBES) hükümetlerin biyoçeşitlilik kaybının beş temel itici gücü olarak tanımladığı faktörlerle mücadele etmelerini net bir gereklilik olarak görüyor. Bu itici güçler de kara ve deniz alanlarının kullanımındaki problemleri, doğal kaynakların doğrudan kullanımını, iklim değişikliğini, kirlilik sorununu ve istilacı türleri kapsıyor. Kirlilik başlığı altına özellikle plastik kirliliğinin önemli bir alt başlık olarak sokulması da ayrı bir önem taşıyor; zira mikro-plastikler artık büyükbaş hayvanların sütünden insan kanına dek hemen her yere sirayet etmiş durumda ve bu durum da esasında çok korkutucu bir gerçeklikle bizi karşı karşıya bırakıyor.
1. Dünya'nın kara yüzeyinin yüzde 75'i insan faaliyetleriyle önemli ölçüde değişti
Farkında olmadığımız bir yıkımla karşı karşıyayız. Amerika Birleşik Devletleri’nde yılda yarım milyon dönüm ekilmeyen ve sürülmeyen step alan kayboluyor. Ancak Türkiye’de bu yıkım için oran vermek pek mümkün görünmüyor. ABD genelinde konuyla ilgili somut değerler yayınlanmış durumda, uydu görüntülerine odaklanan çalışmalar neticesinde 2008 ile 2016 yılları arasında 4 milyon hektar alanın tahrip olduğu ortaya konmuş. Bu tür alanlar yüksek düzeyde biyoçeşitlilik içeren alanlar olarak kabul ediliyor fakat gıda ihtiyacı nedeniyle soya fasulyesi, mısır ve buğday tarımına yer açmak için dönüştürülüyorlar. Kara ve deniz kullanımındaki değişiklikler ise son 50 yılda eşi benzeri görülmemiş bir şekilde biyoçeşitlilik ve ekosistem kaybına neden oluyor. Karadaki çevrenin dörtte üçü ve deniz ortamının da yaklaşık yüzde 70’lik bir bölümü insan eylemleriyle önemli ölçüde değişmiş durumda. Sonuç olarak farkına bile varmadan onlarca türün popülasyonlarını kaybediyoruz, kimi türleri de yok olma riskiyle karşı karşıya bırakıyoruz. Ayrıca, çayırların kaybedilmesi tropikal ormanların yok edilmesine eşdeğer bir dönüşümü tanımlıyor, sadece ismi çayır olduğu için ne yazık ki daha az dikkat çekiyor. Yani arazi kullanımındaki değişimlere bağlı habitat kayıpları küresel ısınmaya bağlı iklim değişimini de şüphesiz tetikliyor.
2. Doğal kaynakların doğrudan kullanımı
İnsanlığın yaşadığımız gezegendeki kaynaklara duyduğu doyumsuz iştah, avcılıktan ağaç kesimine, petrol, gaz, kömür ve su çıkarmaya kadar yaşadığımız gezegenin büyük bir bölümünü tahrip etti. Bu eylemlerin birçoğunun etkileri sıklıkla görülebilir olsa da sürdürülebilir olmayan yeraltı suyu kullanımı ayaklarımızın altında gizli bir krize; tatlı su biyoçeşitliliğinin yok olmasına neden olabilir. Aynı zamanda küresel gıda güvenliğini tehdit edebilir ve nehirlerin kurumasına yol açabilir. Türkiye’de Tuz Gölü çevresindeki obruk oluşumlarına da bu vesileyle dikkat çekmek istiyorum. Tuz Gölü’nün kurumasına neden olan en önemli neden, yer altı suyunun kaçak kuyular dahil açılan birçok kuyuyla dengesiz kullanılmasıdır. BBC Türkçe ekibi bu konuda bilgilendirici bir belgeselle duruma dikkat çekmişti.
Günümüzde dünya nüfusunun yaklaşık yarısı içme suyunu yer altı sularından sağlıyor. Ayrıca tüm dünyada tarımsal amaçlı yeraltı sularının yaklaşık yüzde 40’ı kullanılıyor. Çalışmalar tarım için yeraltı suyunun tükenmesine odaklandığından, gezegendeki en bozulmuş ekosistemler arasında yer alan tatlı su ekosistemlerinin gelecekte nelere sebep olacağı yeterince bilinmiyor. 2019 yılında yapılan bir araştırma, 2050 yılına kadar küresel olarak yeraltı suyu kullanan su havzalarının yüzde 42 ila 79’unun daha iyi bir yönetim olmaksızın ekolojik taşıma eşiklerini geçeceğini gösteriyor; yani bu ortamları geri dönüşümü mümkün olmaksızın kaybedeceğiz. Uluslararası Doğayı Koruma Birliği’nin (IUCN) küresel su programı direktörü James Dalton, “Yeraltı suyunun zorluğu, insanların onu görmemeleri ve kırılganlığını anlamamaları” diyor ve ekliyor, “yeraltı suyu, belirli karasal habitat türleri için en önemli , bazen de tek ve biricik kaynak olabilir.”
3. İklim ve biyoçeşitilik krizleri: İki problem de çözülmek zorunda
2019 yılında Avrupa sıcak hava dalgası, Montpellier’de 43 santigrat derece sıcaklığa neden oldu; bu bir rekordu. Bir araştırmaya göre, bu dönemde 30 yuva kutusundaki büyük baştankara yavrularının çoğu, yükselen kara sıcaklıkları nedeniyle ebeveynlerinden yeterince yiyecek alamadığı için açlıktan öldü. İki yıl sonra, 2021 yılında bu defa sıcak hava dalgası Ağustos ayında Sicilya’da sıcaklıkları 48.8 santigrat dereceye çıkararak bir başka Avrupa rekoru kırdı. Bu sırada orman yangınları da Türkiye dahil tüm Akdeniz havzasını etkisini altına almıştı.
Bugüne kadar habitatların yok edilmesi ve doğal kaynakların pervasızca kullanılması biyoçeşitlilik üzerinde iklim krizinden daha önemli bir etkiye sahipti. İngiltere Kraliyet Topluluğu’nun (Royal Society) süreli yayınlarından birinde yayımlanan bir derlemeye göre, habitatların insan eliyle yok edilmesi ekosistemleri öngörülemeyecek bir şekilde parçalıyor. İklim krizinin habitatlar üzerine yıkıcı dramatik etkisini ise önümüzdeki 20 ila 30 yıl içinde belirgin olarak hissedeceğiz. Küresel ısınmaya bağlı iklim değişimi henüz insan eliyle yapılan doğal tahribatın önüne geçmedi. Fakat 30 yıl sonra ve belki de öncesinde iklim krizi ön sıralarda yerini alacak gibi gözüküyor. Son yıllarda yayımlanan çalışmaların sonuçlarının ortak noktası, iklim değişikliği ile biyolojik çeşitlilik krizi arasındaki bağlantının hafife alınmaması gerektiği yönünde. Bu durum sadece biyoçeşitliliği etkileyen küresel ısınmayla ilgili değil, aynı zamanda iklim krizini derinleştiren biyoçeşitlilik kaybıyla da ilgili. Yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre, “2 santigrat derece ısınma nedeniyle bugün bildiğimiz türlerin yüzde 5’i yok olma riskiyle karşı karşıya!” [1]
4. Kirlilik ve özellikle azotun gizli tehdidi
İskoçya’nın batı kıyısında eski bir yağmur ormanının kalıntıları bulunuyor. Bu orman bir zamanlar Britanya’nın Atlantik kıyısı boyunca uzanan bir yaşam ortamıymış. Nadir bulunan yosunları, likenleri ve mantarları ılıman sıcaklıklara ve doğal ormanlık alanların sarp kayalıklarını, geçitlerini kaplayan bölgelerine mükemmel bir şekilde uyum sağlamış. Ancak görünmez bir tehdit olan azot kirliliği, istilacı ormangülü ve kozalaklı ağaç dikimi nedeniyle geride kalan 30 bin hektarlık İskoç yağmur ormanının hayatı tehdit altında. Ayrıca, yoğun tarım faaliyetlerinin yanı sıra fosil yakıtlardan kaynaklanan azotlu bileşikler de İskoç yağmur ormanlarına havadan düşüyor, böylece havadaki suyu emen ve atmosferik koşullara karşı oldukça hassas olan liken ve briyofitleri öldürüyor. İnsanlar tarafından gıda üretimi, nakliye, enerji ile endüstriyel ve atık su süreçleri yoluyla kullanılan nitrojenin yaklaşık yüzde 80’i çevreye kirlilik olarak dönüyor. Bitki ekologları azot kirliliğine dikkat çekerek, ağız birliği yapmışcasına “Azot kirliliği büyük seller ve kuraklığa neden olmayabilir, ancak ekosistemlere gereğinden fazla girerek biyoçeşitliliğin yavaş yavaş tükenmesine neden olur” diyorlar.
Gelelim plastik kirliliğine… Özellikle denizlerdeki plastik kirliliği 1980 yılından bu yana on kat artarken, deniz kuşlarının yüzde 44’ünü olumsuz etkiliyor. Yaşadığımız gezegenin bazı bölgelerinde hava, su ve toprak kirliliği artıyor. Bu durum, kirliliğin biyoçeşitlilik kaybının dördüncü en büyük itici gücü olarak görülmesine yol açmış durumda.
5. İstilacı türler
Güney Atlantik Okyanusu’ndaki Gough Adası’nda her yıl çok sayıda deniz kuşu yavrusu fareler tarafından yenir. Bu kemirgenler 19. yüzyılda denizciler tarafından adaya getirilmiş ve sonrasında adadaki popülasyonları aşırı artmış. Öyle ki, en büyük deniz kuşlarından biri olan Tristan albatrosu bu küçük memeli yüzünden yok olma riskiyle karşı karşıya. Tristan albatrosunun yavruları, farelerin 300 katı büyüklüğünde olmasına rağmen, kraliyet Kuşları Koruma Birliği’ine (The Royal Society for the Protection of Birds - RSPB) göre, 2020’de üçte ikisi büyük ölçüde kemirgenlerden aldıkları yaralanmalar nedeniyle tüy değiştirememiş. Güney Afrika’dan 2.600 km uzaklıktaki bu adada yaşanan durum, istilacı türlerin biyoçeşitlilik üzerindeki insan kaynaklı etkilerinin sonuçlarına dair tüyler ürpertici bir kanıt ve uyarı niteliğinde. İngiliz zoologlar duruma yakın zamanda müdahale etmiş. Bu müdahalenin sonuçları ancak iki yıl sonra kendini gösterecek. Dünya yüzeyinin yüzde 20’sine yakını, yani neredeyse beşte biri bitki ve hayvan istilası riski altında. Peki, ülkemiz için durum nedir? Denizlerimizde ve karasal ortamlarımızda istilacı türlerin varlığı biliniyor, en bariz örneklerinden biri de yakın zamanda yoğun tartışmalara neden olan yeşil papağanlar. Ancak sorun şu ki, ülkemizde bu konuya dikkat çekecek uzun dönemli çalışmalar ne yazık ki yok. Umarım bu açık yakın zamanda kapatılır.
[1] Bugün yaşadığımız gezegende yaklaşık 1.9 milyon tür tanımlanıp literatüre girmiş durumda. Bilim insanlarına göre içinde olduğumuz biyoçeşitlilik krizinde birçok türü tanımadan, bilmeden kaybediyoruz. Bu nedenle 1.9 milyonluk sayı kimi bilim insanlarına göre 8 milyona, kimilerine göre de 12 milyona çıkabilir. Hatta bazı görüşler bugün Dünya’da 100 milyon farklı tür olduğunu bile iddia ediyor.
Not: Bu yazının kısa versiyonu yetkinreport.com sitesinde yayımlanmıştır.