Çıkarılacak yasa ile baroların insan hakları ve hukukun üstünlüğünü savunmak gibi görevlere sahip olmamaları, sadece mesleğe ilişkin etkinlikler yürütmeleri isteniyor.
(Rıza Türmen'in bu yazısı T24'ün internet sitesinden alınmıştır.)
Sayın Cumhurbaşkanı’nın 4 Mayıs günü yaptığı konuşma, koronavirüs sonrası dönemde bizi nasıl bir Türkiye’nin beklediğini göstermesi bakımından aydınlatıcı oldu. Sayın Cumhurbaşkanı konuşmasında, ana muhalefet partisini ve muhalif basını "ikaz" etti. Koronavirüs sonrası dönemde siyasette değişim olacağını söyledi. Değişimin ne yönde olacağını kestirmek güç değil. Ayrıca muhalifleri düşmanlıktan, nefretten, korkudan, kargaşadan, acıdan beslenen mitolojik yaratıklara benzetti.
Bunun hangi mitolojik yaratıklar olduğunu bulmaya çalıştım. Acaba kendilerine ters bakanları taşa döndüren gorgonlar mı? Gorgon benzetmesi, muhalefet edenleri taş duvarlar arasında gönderen iktidar için daha geçerli olabilirdi. Yoksa nedensiz savaşlar çıkaran savaş tanrısı Ares mi? Ares benzetmesi de muhalefetten çok iktidara yakışırdı. Sonunda konuşmada hangi mitolojik yaratıkları kastettiğini bulamadım.
Konuşma yapılırken bir kamuoyu anketi AKP’nin kamuoyundaki desteğinin yüzde 34’e düştüğünü gösteriyordu. İnsanın aklına ister istemez, Sayın Cumhurbaşkanı’nın kamuoyundaki desteğini güçlendirmek için mitolojik yaratıklardan mı medet umduğu sorusunu akla getiriyor. Böyleyse, İskandinav mitolojisindeki troller uygun olabilir.
Konuşmasının arkasından Sayın Cumhurbaşkanı, barolar ve tabip odalarının seçim yöntemlerinin değiştirilmesine ilişkin yasa değişikliğinin hazırlanması ve haziran ayında TBMM açılınca bunun öncelikle ele alınması için talimat verdi. Bundan sonra sıra mühendis ve mimarlar odalarına gelecek. Arkasından da başka meslek kuruluşları. Amaç, muhalif sesler çıkaran meslek kuruluşlarının seslerini kısmak, susturmak. Türkiye’deki rejime hiçbir kuruluştan itiraz gelmemeli. Eleştiri yapılmamalı. Şarkı, türkü bile söylenmemeli. Türkiye’de bağımsız kuruluş kalmamalı. Bütün kurum ve kuruluşlar iktidara tabi olmalı. Tek bir güç merkezi, tek bir ses, tek bir söylem, tek bir lider. Ulusça liderin arkasında dizilip marşlar söylenmeli. Vatan haini muhalifler hep birlikte lanetlenmeli. Onları bekleyen polisimiz, savcılarımız, yargıçlarımız var.
Oysa demokrasinin vazgeçilmez bir koşulu, güç merkezlerinin çok olması, iktidarın bunlar arasında paylaşılması. Bağımsız basın, bağımsız üniversite, bağımsız sivil toplum kuruluşları, meslek odaları, sendikaların yarattığı çok sesli bir toplumda demokrasi yaşayabilir. Kamusal alanda bu bağımsız kuruluşlar arasındaki tartışma, diyalog ile demokratik karar alma mekanizması oluşur. Bütün gücü tek bir merkezde toplarsanız, bütün kararlar tek bir kişi tarafından alınırsa, bütün bağımsız kuruluşları da bu tek kişiye bağlarsanız, bu rejimin adı demokrasi değildir.
Demokrasi alanında etkinlikler yapan Bertelsmann Vakfı, Türkiye’deki rejimi otokrasi olarak tanımlıyor. Yani tüm siyasal yetkilerin bir kişinin elinde toplandığı otoriter bir rejim. Vakıf 2020 raporunda, Türkiye’yi otokrasi olarak nitelemesinin gerekçesini şöyle açıklıyor: "Basın özgürlüğüne getirilen kitlesel sınırlamalar, insan hakları alanındaki büyük ihlaller ve kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılması." Ayrıca raporda, "Türkiye’nin giderek daha fazla milliyetçi, İslamcı ve otoriter güçler tarafından biçimlendirildiği" görüşü belirtiliyor.
Meslek kuruluşlarının bağımsızlıklarını kaldıracak yasayla Türkiye, otoriter-totaliterlik yolunda yeni bir aşamaya geçecek. Muhalif medyanın önemli bir bölümünün türlü yöntemlerle yandaş medyaya dönüştürülmesi ya da üniversitelerin ve sivil toplumun sindirilmesi gibi meslek kuruluşları da yandaş statüsüne geçecek ya da susturulacak. Böylelikle yeni Türkiye’de, zaten cılız çıkan muhalif sesler büsbütün cılızlaşacak. Neredeyse hiç duyulmayacak.
Bütün bunları tetikleyen Ankara Barosu’nun, bir grup insanı hedef alan sözleri nedeniyle Diyanet İşleri Başkanı’nı eleştiren açıklaması oldu. Baro bu açıklamasıyla İslam’a karşı bir söylemde bulunmamış, sadece insan hakları savunuculuğu yapmıştı. Açıklama, Avukatlık Yasası’nın barolara verdiği bir görev ve yetkinin kullanılmasıydı. Yasa’nın 76. Maddesi barolara "hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmak ve korumak" görevini öngörmekte.
Çıkarılacak yasa ile baroların insan hakları ve hukukun üstünlüğünü savunmak gibi görevlere sahip olmamaları, sadece mesleğe ilişkin etkinlikler yürütmeleri isteniyor.
Oysa, baroları eski loncalara indirgemek günümüzdeki avukatlık anlayışına uymayan, çağ dışı bir yaklaşım. Avukatlık, hukuk alanında icra edilen bir meslek. Avukatlık mesleği hukukun varlığına bağlı. Hukuk devleti ya da hukukun üstünlüğünün var olmadığı durumlarda, avukatlık mesleği içi boş bir formaliteye dönüşür. Hukuk devleti ise demokrasiyle yakından bağlantılı. Çağdaş dünyada avukatlar "bireylerin haklarını" savunur. Bunun başında insan hakları gelir. Avukatların ve onların mesleki örgütleri olan baroların, insan haklarını savunmalarını engellemek, mesleklerini icra etmekten vazgeçmelerini istemekten farklı değil.
Almanya’da 1933’teki Reichstag yangınından sonra, Nazi iktidarı, barolar dahil bütün bağımsız kuruluşları Nazi Partisi’ne bağlamıştı. Baroların kendi kendilerini tasfiye etmeleri için fiziksel güç bile kullanılmıştır. Bu gelişmelere barolardan hiçbir itiraz gelmedi.
Zaten kurulan Halk Mahkemeleri’nde savunma hakkı yoktu. Sanık, Nazi Partisi bayraklarıyla donatılmış mahkeme salonuna polis eşliğinde getirilir, yargıç atılan suçu okuduktan sonra sanığı sorgular, sorgulama sırasında sanığı azarlar, ona hakaret ederdi. Avukata soru sormak isteyip istemediği sorulurdu. Avukatlar genelde konuşmazdı. Avukatın varlığı bir formaliteden ibaretti. Yaklaşık 15 dakika süren bir duruşmadan sonra sanık suçlu bulunur ve çoğunlukla ölüm cezasına mahkûm olurdu.
Bu tarihsel olayda üzerinde durulması gereken iki husus var: Birincisi, Nazi Almanya’sında bağımsız baroların ortadan kaldırılmasıyla bireyin savunma hakkının ortadan kaldırılması arasındaki yakın ilişki.
İkincisi, bütün olup bitenlere baroların direnmemesi, başlarına gelenlere itiraz etmeden mesleklerini yapabileceklerini sanmaları.
Türkiye’de baroların ve avukatlık mesleğinin bu duruma gelmesini önlemek için yasa teklifinin TBMM’de görüşülüp yasalaşmasını beklemeden bir kampanyanın başlatılması ve bir toplumsal itirazın yükseltilmesi önem taşıyor.
Timothy Sayınyder’in otoriter yönetimler için ortaya attığı, "önceden itaat" diye bir kavram var. Buna göre otoriter rejimlerde, insanlar olay meydana gelmeden önce, olayın gerçekleşeceğini düşünerek kendilerini teslim ediyorlar. Böylelikle olayın gerçekleşmesini kolaylaştırıyorlar.
Barolar konusunda bu yanlışa düşmemek gerek. O nedenle bu aşamada, "önceden itaat" değil, "önceden itiraz" ve bu itirazın yaygınlaştırılması önemli.