Atık yok edilmesi, kurtulmak gereken bir şeydir. Neo-liberal süreç her türlü atığı dünyanın taşıyabileceği miktarların üstüne çıkardı. Tüm bunlara ek olarak atık miktarı arttıkça da refah, mutluluk ve hayattan zevk alma dediğimiz kavramların hiçbirinde bir yaygınlaşma ve iyileşme olmadı.
Ethem Özgüven ([email protected])
(Bu yazının bold bölümleri on, on beş yıl kadar önce yazıldı, o bölüme dokunmadım, aynen bıraktım.)
Yazdıklarıma sonradan okumak için veya düzeltmeler için tekrar baktığımda utanç içinde kıvrandığım oluyor. Bu yazıyı ele alın. İç odada, haylidir boyanmayan rutubetli odada ilacı alınamadığı için ağlayan bir yavrucağın sesini dinleyerek ve o ilacı parası olmadığı ve bu parayı bulacak hiçbir olanağı olmadığı için almadığının tam bilincinde ve çaresizliğinde, koyu lacivert çaresizliğinde bir babanın okuduğunu düşünün bu yazıyı. Ya da haftalardır makarnaya salça ekleyerek yemek zorunda kalan bir başka aileyi. Yemen’de onu da bulamayan çocuklar var. Ot yiyorlar üzerlerine bomba düşmesini bekleyerek bir yandan da. Almanya’da yapılmış, İtalya’nın güneyinden Azeri uçaklarıyla Suudi Arabistan’a iletilen son teknoloji bombalar. Bu yaz Afrika Kıtası’nın en kötü yazlarından biri olacak su ve gıda anlamında. Çocuğunun ilacını alamayan baba bu yazıyı okuduğunda en azından okkalı bir küfür edecektir bana hali kaldıysa. Ve çok haklıdır da. Kriz ve kötülükler üzerine yazmak başka bir eylemdir. O krizden büyük bir yara almak ve o yarayı bir şekilde sarmaya çalışmak başka bir şey. Belki bu nedenle de bu sırada bütün gücümüzle komşumuzun, en azından komşumuzun yaralarını sarmaya çalışmamız gerekiyor da demeyeceğim sarmaktan başka hiçbir düşüncede olamayız. Komşun açken tok yatamayacağın zamanların tam ortasındayız şimdi. Çünkü komşunun hiçbir imkânı kalmadı. Belli ki dünyanın da hiçbir imkânı kalmadı bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor.
“Dışarıda yağmur yağdıkça, kıytırık dispanserimin girişinde, eşiğinde tüm öğleden sonralarını, haftalarını umut içinde bekleşerek geçiriyorlar ve beklentilerini yüzdelerle, arzularını da bariz biçimde mikroplu balgamlarla besliyorlardı, gerçek balgamlar. ‘Yüzde yüz’ veremli balgamlar. O umutlarının arasında iyileşmenin de yeri vardı ama kuşkusuz, ama yok denecek kadar az, çünkü rantiye olabilme arzusu, azıcık ucundan, ne pahasına olursa olsun rantiye olma arzusu gözlerini öylesine kamaştırıyordu ki, öncelik sıralamasında iyileşmenin yeri aylık bağlanmasından çok sonralara denk düşüyordu. Bu kararlı, mutlak arzunun dışında, içlerinde ancak ikinci sınıf heveslere yer kalıyordu ve kendi ölümleri bile buna kıyasla neredeyse ayrıntı sayılabilecek bir şeye dönüşüyordu, neredeyse sportif bir risk. Aslına bakarsan ölüm alt tarafı birkaç saatlik bir iştir, hatta dakikalık, oysa bir rant tıpkı sefalet gibidir, ömür boyu sürer. Zenginler bambaşka bir biçimde kafa yaparlar ve bu çılgınca kendini güvence altına alma takıntılarını bir türlü anlayamazlar. Zengin olmak başka türden bir sarhoşluktur, unutmaktır. Zaten insan bu yüzden zengin olur, unutabilmek için.”
Louis Ferdinand Celine, Gecenin Sonuna Yolculuk, Yapı Kredi Yayınları (Sy. 345-346)
ABD’de üniversiteler ve medikal ticari alandaki önemli tıbbi araştırmaların temel yaklaşımı hastalığı tümden önlemek, yok etmek değil, hastalığa yakalananların iyileştirilmesine yönelik ilaç ve tedavilerin geliştirilmesi yönündedir. Tabii zengin hastaların yakalanacağı, en azından elinde ölmemek için verecek parası olan hastaları ve hastalıkları hedef alır bu çalışmalar. Afrika’daki salgınları değil. Tüm yaşantısı boyunca köpek gibi çalışmak zorunda kalan milyonların son birkaç yıllık yaşamları da biriktirdikleri birkaç kuruş ya da emeklilik ikramiyesinin ilaçlara ödenmesiyle ellerinden geri alınır. Hayli acımasız bir sistem desek bile az geliyor. Vicdansız bir sistem.
Bunun temel sebebi de sağlıksız gıda ve sağlıksız çalışma ve yaşam koşullarıyla yaşamak zorunda kalan atık insanın da tüm diğer atıklar gibi değeri olmasıdır. Atık kıymetlidir. Bu sisteme atık gerekir. Atık ticareti milyar dolarlarla ifade edilen dev bir piyasadır. Gerçekten de neo-liberal ekonomi tamamen bir atık ekonomisidir. Ekonomistler ve istatistikçiler bunu çok kolay hesaplayabilirler. Son yüz yılda her türlü atık sistemin yapısı gereği akıl almaz derecede artmıştır. Ancak emekçinin ve toplumun yoksul kesimlerinin elinde hiçbir değeri olmayan atık -ki emekçi ve yoksulun kendisi de atıktır- büyük şirketlerin elinde çok değerli, neredeyse paylaşılamayan bir maden yatağı gibi değer kazanır. Atık miktarı ve bu miktarın geometrik artışını önlemek yerine toplumun önüne geri dönüşüm gibi amaçsız ve anlamsız kavramlar sürülür, logolar yapılır, kampanyalarda büyük isimler konuşur. Tüm argüman geri dönüşüm etrafında gelişir. Çünkü çokuluslu şirketler bundan da para kazanır. Tıpkı tıp ve medikal alanda hastalıkları önlemeye yönelik araştırmaların desteklenmemesi gibi, diğer alanlarda da atığı önlemek için tasarlanan araştırmalar da desteklenmez. Atığı nasıl geri dönüştürürüz, en fazla buna müsaade edilir.
Nükleer ve plastik atık gibi insan atık da günümüzde çok fazlalaşmıştır. Bu dünya nüfusunun artmasıyla paralel giden bir artıştan çok fazlasıdır. ABD, Türkiye, Bangladeş, Çin, tüm Afrika ve Orta Doğu bu atığın bitimsiz kaynaklarıdır. Bu insan atık büyük şirketler için büyük değer taşır. Sistem tarafından hastalandırılan bu atık insan kitlesi ellerindeki son paraları da tedaviye verir. Aslolan onların hastalanmaması değil tam tersine mutlaka bir şekilde hastalanması ve büyük bir endüstriye dönüşen, insaniliğinden tamamen sıyrılmış özel sektör tıbbı endüstrisine kazanç sağlamaktır. Emekçi ve alt gelirli kesim göçmenlerden daha kıymetli atık insan kaynağıdır. Bütün hayatı boyunca emeği sömürülerek çalışır ve bu arada da tamamen bilinen sebeplerden tersanelerde, fabrikalarda, madenlerde, tarlalarda hastalanır. Yapabildiği kadar birikimini de son yıllarında bu hastalığın acılarını azaltmaya harcar. Çünkü bu neo-liberal düzen tüm devletlerdeki sosyal devlet kırıntılarını da yok etmekle ve sosyal sigorta kurumlarını çürütmeyle uğraşmaktadır ve bunu da büyük oranda tamamlamıştır. Covid salgınını en az zararla atlatan ülkeler ya çok zengin ülkeler ya da bu sosyal devlet yapısını az çok korumuş ülkeler. On yıl sonraki salgın çok daha can alacak. O vakit özel okullardan mezun hayli eksik doktorlar ve tamamen özelleşmiş, banka veya kumarhaneyi andıran hastanelerle karşı karşıya kalacağız. Liberal dünyanın dev hastanelerine ve Küba’ya bakınız. Küba’da dev kent hastaneleri ve kaleye, saraya benzeyen özel hastaneler olmamasına karşın dünyanın tıp alanında özenilen ülkelerinden biridir. İtalya’ya ilk doktor ekibini de şu süreçte Küba yolladı. Ebola, Sars ve tüm diğer salgınlarda Küba kendine yettiği gibi diğer ülkelerle dayanışma içine girdi.
İş cinayetlerini düşününüz. Sigorta, özellikle emekçiye yönelik sigorta yapılarının çökmüş yapılarına bakınız. Bu bakışla insanın da toplu halde bir atık olarak sistem içinde değerli olduğunu görebilirsiniz. İnsan, insan olarak değersizleştikçe atık olarak değeri artar.
Neo-liberal ekonomi dünyayı engebelerinden ve zorluklarından arındırır, düzleştirir. İşte ne yapar, en kötüsü her türlü sürprizi yok eder. Sürpriz yok olunca oyun biter. Sürünün başındaki koyun yardan atlayınca hepsi atlar, bu da iki. Bu ekonomik model hızı arttırmak için tüm alanı ve süreci düzleştirir. Büyük araçlarıyla yokuşları ve tepeleri tuzla buz eder, yok eder. Hız neden gerekir derseniz buna en iyi cevaplardan birini zaten Paul Virilio veriyor “Hız ve Politika” adlı eserinde ama ben bir tür esriklik yaratmasından dolayı demeyi tercih ediyorum kısaca. Hız algıyı bulandırır, bir tür uyuşturucu veya uyarıcı etkisiyle muhakemeler üzerinde yanıltıcı etkiler yapar. Bu etkiler hız arttıkça artar. Hız arttıkça azalan bir şey de kontroldür. Kontrolsüz ve amaçsızca tüketiriz. Sonuçlarını hiç bilmeden ve düşünmeden. Çünkü atık insan olarak daha büyük dertlerimiz vardır: İşten atılmamak, çocuğumuzun patlamış ayakkabısı yerine yenisini almak, kirayı ödemek, ilaçların parasını ödemek, kredi kartının borcunu ödemek…
Neo-liberalizm: (Neo-nazizm gibi çınlıyor kulakta)
-Dünyayı ve yaşamı sürprizlerden arındırır. (Kötü sürprizler hariç)
-Sürüyü uçuruma götüren liderler seçer.
-Hızı arttırır, algı ve muhakeme sistemlerini tahrip eder. (Böyle olunca da zarar görmüş bir algıyla sürüyü uçuruma götüren lideri seçer ve durmaksızın tüketir.)
Neo-liberal çağın temel olarak sorununun tüketim ve küçük bir azınlığın eline verilen özgürlükle büyük bir emekçi ve fakir kitlesinin köleleştirilmesine ek olarak ve bu iki sorundan da büyük olmak üzere bir atık sorunu olduğunu düşünüyorum. Köle olarak da yaşanabilir, ben kendimden biliyorum. Korku içinde yaşanabilir, bunu da kendimden biliyorum.
Ama atık yok edilmesi, kurtulmak gereken bir şeydir. Neo-liberal süreç her türlü atığı dünyanın taşıyabileceği miktarların üstüne çıkardı. Tüm bunlara ek olarak atık miktarı arttıkça da refah, mutluluk ve hayattan zevk alma dediğimiz kavramların hiçbirinde bir yaygınlaşma ve iyileşme olmadı. Aksine mutsuz, tatminsiz ve özellikle de hayattan zevk alma konusunda çaresiziz.
Atık iletişimde ve sanayide, bankacılık sisteminde, gıda üretim dağıtım ve tüketiminde son 25 yılda olağanüstü artmıştır. Nükleer atık ve fosil yakıt kullanımının getirdiği atıktan özellikle bahsetmiyorum. Onlar az kötü olduğu için değil, onlara gelemediğim için. Bu yazıda genel olarak bahsedeceğim atık bizatihi atık olarak insan ve biraz da iletişimdeki atık.
Daha önce de bahsetmiştim. Pakistan’da köle olarak yaşayan aileler var; bazıları kaçmasın diye ayaklarını kelepçeyle birbirine bağlayan elli santimlik bir zincirle çalışıyor, özellikle aile reisleri, babalar, sevgili babalar. Tuğla ve briket yapımında. Patrona borçlanmış durumdalar ve bu borç hiç bitmiyor. Kaldıkları insanlık dışı harabelere (ki bunların sahibi de doğal olarak patron) ödemeleri gereken kira ve yemek olarak adlandırmanın abartı olacağı bulamaçlar için kesilenlerden sonra ya geriye hiçbir şey kalmıyor ya da borçlarını on yıllarda kapatabilecek zavallı bir miktar kalıyor. O küçücük dünya güzeli kızların, oğlanların minnacık elleriyle elli derece sıcak altında güçlerinin zor yettiği briketlere şekil verip taşımalarını gördüğünde insan olma kavramını baştan düşünmeye başlıyor insan.
Hindistan’da yalnızca öldüğünde yakılması için yetecek kadar odunun parasını biriktirmek için bir ömür çalışan insanlar var. Dokunulmazlar bir Hollywood filminin adı değil. Hindistan’da dokunulmayacak kadar aşağılık insanlardan oluşan bir kastı anlatan bir kelime bu. Taciz, tecavüz, cinayet işledikleri veya insanlara iftira attıkları için değil, doğdukları andan itibaren aşağılık olarak damgalanmış insanlar bunlar. Birkaç kişiden bahsetmiyorum.
Çin benim için hep çok önemli bir ülke oldu. Çin Seddi’ni sıklıkla düşünürüm. Bugün ekolojik açıdan yarım yüzyılda Anadolu’ya yaptıklarımızı gördükçe Oğuz Kaan Destanı ve Türklerin batıya yönelişiyle ilgili anlatılan ve bildiklerimizden çok farklı senaryolar gelir aklıma. Oralarda her şeyi yok edip, talan edip bu tarafa yürümekten başka çare kalmamışmış gibi.
25 yıl önce “Çin’e Sakın Dokunma” adlı bir senaryo yazdım. Ha çektim ha çekeceğim derken bir baktım çekememişim. Aslında bana Çin’den biraz 8 ve 16.mm şu ya da bu footage gerekiyordu. Ama bunu da bulamadım. Hayatımın önemli bir kısmı yapamamak fiiline yakın yerlerde seyrediyor. Bu da böyle.
Volkswagen CEO’su bundan otuz yıl kadar önce Almanya’da bütün çalışanlarına Çin’le yaptıkları anlaşmayı şöyle açıklamıştı: Yeni bir gezegen bulduğumuzu düşünün, yollar var ama otomobil yok.
Açık Radyo, Guardian, New York Times karbon salınımıyla ilişkilendirdiği çok mantıklı bir ekolojik felaket senaryosunu sıklıkla işliyor. Okyanuslar yükselecek ada devletleri ve sahil kentleri su altında kalacak ve mülteci ve göçmen ve bizim devletin sevdiği tabirle kaçak yüzbinler yola çıkacak falan filan. Alternatif ve anaakım medyanın bu yorumları beklenebilir, hesaplanabilir tehlikelerle ilgili olduğu için bana hayli eksik geliyor. Ben beklenmeyen ve aklımızın almayacağı, beklenenlerden çok daha yakın tarihlerde ve beklenenden çok daha büyük tahribat yaratacak tehlikeler olacağını düşünüyorum:
Çin ana akım medyanın baktığı yerden bakınca dünyanın ilk üç ekonomisi arasında olan bir ekonomi: ABD, RUSYA, ÇİN. Veya Çin, Rusya, ABD, Kaliforniya.
Benim baktığım yerden olan ve hâlâ olmakta olan şu: Volkswagen CEO’su bundan otuz yıl kadar önce Almanya’da bütün çalışanlarına Çin’le yaptıkları anlaşmayı şöyle açıklamıştı: Yeni bir gezegen bulduğumuzu düşünün, yollar var ama otomobil yok. Bunu bir yere kaydediniz lütfen. Tekrar yazdığımın farkındayım. Dünyanın en kalabalık ülkelerinden birini geleneklerinden, tüketim alışkanlıklarından koparıp kapitalist ekonomiye dönüştürüp eklemleyerek sömürmeyi amaçlayan bu ABD ve AB temelli kapitalist neo-liberal yaklaşım Çin’in olumsuz yönlerinden hiç birine (demokrasi, insan hakları, hayvan hakları, ekolojik tahribat vs. vs.) olumlu yönde bir müdahaleyi, etkiyi tasarlamıyor, düşünmüyor, aksine bu olumsuz özelliklerin tümünü insan hakları ve ekolojik sicili çok daha berbat bir hale getirecek bir anlayışı güçlendiren bir yaklaşımı yerleştirmeyi amaçlıyordu. Çin’e ihraç edilen bu batılı neo-liberal kapitalist kötülüklerin en büyüğü de kapitalist tüketim anlayışı olsa gerek. Peki, ne oldu geçtiğimiz yirmi beş yılda, otuz beş yılda. Şu oldu. Çin’de hiç de ana akım medyanın düzeysiz, boş, aslında artık kimseyi de kandırmayan ve sosyal medyanın karmaşasına, pisliğine ve yalanına söylem olarak çok yaklaşmış bayağı haber bültenlerinde söylenenlerin hiçbiri olmadı: “Çin şu kadar büyüdü, GSMH’si şöyle oldu, ihracatı şu kadar arttı, Ali Baba şöyle büyüdü, Gucci Pekin’de beş dükkân açtı” gibi haberlerin amaçladığı kandırmacanın hiçbiri gerçek ve olumlu sonucu olmadı. Olan şuydu: Eski aküleri sökerek ölüm ortalaması mı desem ömür ortalaması mı desem on sekiz yirmi olan on binlerce genç, adlarını Maykıl, Meri falan yapan bond çantalarla alışveriş merkezlerinde dolaşıp hamburger yiyen ve cep telefonunu kurcalayan kişiliksiz ve ruhsuz, geleneklerinden kopmuş yüz binlerce genç oluşturuldu. Otoban ve baraj inşaatlarında hiçbir güvencesi olmadan çalışan (dünyanın en uzun otobanları ve en büyük barajlarından bahsediyoruz) yüzbinlerce genç ve bu otoban ve barajların ve onların üstünde giden Volkswagenlerin yarattığı ekolojik yıkım ve madenlerde ve fabrikalarda insanlık utancı bir ortamda çalışan milyonlarca genç ve Apple telefonlarını, Nike ayakkabılarını, Adidas pabuçlarını, Lacoste tişörtlerini üretirken kendini fabrikanın bilmem kaçıncı katından atan binlerce genç ve binaların orta boşluğuna bu insanlar gidip başka yerde ölsün de tazminat ödemeyelim diye firmalarca gerilen ağlar. Olan şey bu işte. Apple’ın Çin fabrikalarının orta avlularında çok kalın bir balık ağı gerilmiş durumda.
Bu anlattıklarıma benzer bir rezalet ve çöküş zincirinin öyküsünü sayfalarca saatlerce yazabilirim ve bu yalnızca hepimizin depresyonunu arttırır. Çünkü daha susuzluk, erozyon ve hava kirliliğine girmedim ki bildiğiniz gibi değil Çin’in yüzde ellisini kapsayan bir susuzluktan bahsediyorum. Aklınızın alamayacağı, belki yedi katlı bir apartman diye hayal etmeye yaklaşabileceğimiz borularla Çin’in bir tarafından diğerine su aktarılıyor. Nereye kadar.
Su sorunu yalnızca Çin’le sınırlı değil Afrika’nın birçok bölgesinde içme suyu ve tarımda kullanılan su yetersiz. Dünya üstünde iki milyardan fazla insan içme suyu sorunu yaşıyor. Tüm nüfusun neredeyse dörtte biri. Hayvanlar haykırışlarını bize duyuramadıkları için onların kaçta kaçı bu korkunç sorundan ne şekilde etkileniyor bilemiyoruz. Susuz Afrika ülkelerinden Nijer örneğin Boko Haram’ın zulmünden kaçan Nijeryalıların ilk kaçtıkları ülke ve her taraf mülteci kamplarıyla dolu. Bu kamplara her gün binlerle sayılı insan ekleniyor, şartları anlatmamın, insani bir ifadeyle anlatabilmemin olanağı yok. Gelenlerin çoğu öksüz ve belli psikolojik sorunlarla, yaşamanın neredeyse imkânsız olduğu sınıra yakın mülteci kamplarında her an sınırı geçip onları katledecek Boko Haram katillerinin beklentisi ve derin korkusu içinde, tecavüze uğramış, yakınları gözlerinin önünde öldürülmüş olarak, dışarı çıkmanın da yasak olduğu bu kamplarda bekliyorlar. Gıda yok, hijyen yok, su yok, umut yok. Nijer aynı zamanda Libya üzerinden Avrupa’ya kaçmaya, girmeye çalışanların da yolu üzerindeki önemli bir istasyon ve Libya artık hiçbir kanunun, hiçbir insani değerin bulunmadığı bir kaos. Burada birçok insan öldürülüyor veya işkenceye maruz kalıyor, işkenceciler kurbanın ailesinden istedikleri fidyeyi alamazlarsa kurbanı öldürüyorlar. Kongo ve Merkezi Afrika Cumhuriyeti’ndeki iç savaşlarda ölen insanların sayısı beş milyondan fazla. Bu iç savaşlarda batılı silahlar kullanılıyor, çıkarılan madenler batılı ülkelere gidiyor. Afrikalılar birbirlerini öldürüyor. Victoria Gölü’nün levreklerini Parisliler tüketiyor, kemikler ve kelleler Afrikalıların şanslılarına gidiyor. Piller ve bozuk çamaşır makineleri Afrika’ya, Nikel, Elmas, Gümüş, Yakut Avrupa’ya. İşte benim bahsettiğim atık bu. İnsan, insanın ta kendisi.
Aslında tüm olumsuz özelliklerini de hesaba katarak bir dikdörtgen prizma gibi yere oldukça sağlam basan bir Çin’i piramit gibi bir yapıya çevirdi batının acımasız kapitalizmi ya da yatay duran dikdörtgen prizmayı dikine çevirdi. Ya da bir başka deyişle Çin eskisine oranla çok daha kendine yetemeyen, kendini sürdüremeyen ve dolayısıyla kendisi ve vatandaşları için ve dünya için çok daha büyük bir felaket potansiyeli taşıyan bir yapı şimdi. Piramit denen yapı dibine dikdörtgen prizmaya oranla çok daha fazla yük bindirir. Bu piramidin en tepesinde (atıyorum) beş yüz bin en zengin Çinli var ve bunlar keyfi istediğinde yedi tane birden Porsche alabiliyor (Mavi, yeşil, sarı, beyaz…) Peki dünyanın kalanında kalan tüm ülkelerdeki zenginler ne kadar Porche alabiliyor (ABD, İran, Belçika, Türkiye vs): Bu kadar değil, tüm Çin’in en tepesindeki kadar zengin beş yüz bin zengin yok. Onun altındaki atıyorum beş milyon zengin de Kaliforniya’da üç tane villa alabiliyor. Onun altındaki on milyon zengin de hayli zengin… Ama daha bir buçuk milyarlık nüfusun yüzde birini falan saydık. Piramidin en altında kalanlar da işte batının akülerin söküp on sekiz yaşında ölenler, evsizler, işsizler ve korkunç koşullarda çalışan işçiler. Buradaki süper zenginlik oranı tüm diğer ülkelerdeki orana yakın ama Çin’in büyüklüğü tehlikeyi derinleştiriyor. Çin artık kapitalist ekonomilerin bir dev sömürgesi, onları gelişiyorsunuz diye kandıran ve hâlâ iki milyon Suriyeli mülteci ile hesaplaşamayan batı korkunç bir ölüm hazırlıyor hepimize. Çünkü Çin batarken Suriye kadar küçük bir dalga yaratmıyor ve yaratmayacak. Çin bir Tsunami yaratacak ve yaratıyor, hepimizin altında kalacağı bir dalga bu, altında kalıyoruz da. Ardından Hindistan, Pakistan gelecek. Her iki ülkede de nükleer silah var. Neyse bu da böyle. Ve bu ülkeler neredeyse savaş halindeler.
Tekrar dönelim Volkswagen CEO’sunun olağanüstü zeki belirlemesine: Yeni bir gezegen bulduğumuzu düşünün, yollar var ama otomobil yok. Bırakın otomobili ve yeni kapitalist tüketim anlayışına hayran ve teslim olmuş bir ana akım medya ve Çin gençliği yaratmanın tehlikesini, bir buçuk milyar nüfuslu bu dev ülkede tuvalet kâğıdı tüketimini başlatmak bile çok dikkatle hesaplanması gereken gerçek ve çok kapsamlı bir ekolojik değerlendirme gerektirir. Eskiden oldukça geniş bir kitlenin ulaşım aracı olarak bisiklet kullandığı, tabaklarında tek bir pirinç tanesi bırakmayan bir ulus düşünün. Nüfusunun çok önemli bir kısmı kırsalda kendine yeterek yaşayan, olabildiğince kendini besleyen, olduğu kadar bir dikdörtgen prizma ya da küpe benzeyen bir Çin’i piramide dönüştürüp sömürmeye kalkarsanız ya da yatay duran bir dikdörtgen prizmayı dik hale getirirseniz onu Türkiye, Şili, Nijer gibi sessizce sömüremezsiniz, onun yıkılışı bir aysberg gibi, gökdelen gibi olur ve herkes altında kalır. Çin’i sömüreceğiz derken (ki Çin de bu yeni ve çıkışsız yöntemde ayakta kalmak için mutlaka sömürgeler bulmak zorunda) dünyanın gelecek nesillere kalması gereken tüm potansiyelini ve insani değerlerini de tüketirsiniz. Hiç şüphesiz tamamıyla sömürü üzerine kurulu bu yeni sisteme soktuğunuz Çin de bir yerleri, birilerini sömürecektir. Bu bedava zorla çalıştırılan mahkumlar, tüm bir Afrika kıtası, Yeni Gine’nin bin yıllık ağaçları ve sömürülebilecek hemen her şeydir.
AB’nin ve ABD’nin veya kapitalizmin sömürgesi olduğunu savunduğumuz (Ki bu sömürge sömürgeci olma hali de bu kadar basit açıklanabilecek bir şey değildir, tıpkı Taliban gibi; ABD Taliban’ı yaratırken sonrasını öngörebilseydi vaz geçerdi herhalde, Volkswagen CEO’su da Çin’i sömüreceğim derken olanlar, Almanya’nın ve ABD’nin Rusya ile en iyi böyle baş ederim deyip Taliban’ı yaratır veya desteklerken başına gelen komplikasyonlar da aynı anlayışla düşünülerek kavranabilir) Çin kimi sömürecek İngiltere’yi, Fransa’yı değil herhalde, sömürülecek neresi kaldı, işte yine aynı kıta; Afrika, Çin kendi yurttaşlarını ve tabii ki Afrika’yı sömürecek.
Malezya’da “Happy Land” ülkenin en büyük slamlarından (Gecekondu mahallesi diyeceğim ama gecekondu demeye bin şahit ister. Bizim ve Brezilya’nın örneğin gecekonduları Happyland gecekondularının yanında saray gibi kalır) birinde, çok temiz ve güvenilir bir aşçının lokantası öğlenleri dolup taşıyor; günlük toplam kazancı iki avro civarı, en iyi günde üç avro kazanan bu aşçının en önemli yemeği daha hallice mahallelerin çöplerinden çıkan yenmiş tavuk parçaları ve sebzenin (sebzeyi taze olarak pazardan alıyor) vogda pişirildiği bir yemek ve müşteriler ne yediklerinin tam bilgisine sahip. Bu da olmasa açız diyorlar.
Meksika-ABD sınırında binlerce Meksikalı “Kayote” diye adlandırdıkları kaçakçıların onlara sınırı geçirmesini bekliyor ve bu arada örneğin esrar içmek gibi suçlardan önce Irak, Suriye gibi yerlerde savaştırılan gaziler (ki bazıları ABD’de o kadar uzun yaşamışlar ki İspanyolca bilmiyorlar) Meksika’ya iade edilmiş, yollanmış, sürülmüş ve onlar da ABD’ye geri dönmeyi bekliyorlar. Düşünün vatandaşlık vaadiyle Irak’ta hiç tanımadıkları insanları öldürmeye yollanan gençlere verilen vatandaşlığa kabul sözler tutulmuyor ve üstelik sınır dışı ediliyorlar. Çok farklı El Kaideler, çok farklı Boko Haramlar, çok sayıda yeni bireysel ve veya örgütlü intihar ve cinayet, toplu cinayet, kıyım hadiseleri bekleyebiliriz. Bunun ortamı fazlasıyla mevcut. Irak’ta savaştırıldıktan sonra Meksika’ya sınır dışı edilen ve İspanyolca bilmeyen eski Çavuş Rodriguez esrar içtiği için ordudan atılmış, ABD vatandaşı olma hakkını yitirmiş ve evsiz bir alkolik olarak sınır yakınlarında bir evsizler barınağında yerleri paspaslıyor. O artık birçok şey yapabilir artık daha doğrusu her şeyi yapabilir. Uğradığı haksızlık Afganlıların çilesine çok benziyor. Yıllardır ülkeleri İngiltere, Rusya, ABD ve aklınıza gelebilecek her tür sömürgeci ülkenin fiili işgali altında, her gün bombalar patlıyor ve yüzbinlerce anasız babasız çocuk hiçbir insani değerin olmadığı bir yolculukla Avrupa yolculuğuna çıkıyor. Sonra Edirne’de cinayete kurban gidiyor, Midilli sahiline boğulmuş zavallı bedeni vuruyor, Belgrad’da hapse giriyor, Budapeşte’de işkence görüyor.
Tekrar Çin’e dönersek ki aslında konudan hiç uzaklaşmıyorum; konu özünde şu: AB, ABD, Kanada veya Brüksel’de yapılan güvenlik toplantılarının, sınır duvarlarının ve bütün tedbirlerin, parmak izi ve gözbebeği tanıma makinalarının hepsi boş. Bu korkunç sömürü düzeni sürdükçe gelecek hiçbir umut barındırmıyor. Çünkü AB ve ABD, Çin’i sömürmeye kalkarak bir ekonomik rakip yarattılar ki tüm bedeli çevre ve fakir milyonlar ödüyor. Bu korkunç sömürü düzenine Çin gibi bir devi eklemek demek onun da hammadde, tüketim malzemesi, gıda anlamında dönüşen ve korkunç derecede kabaran açlığını enerji ihtiyacını daha küçük sömürgelerden karşılaması demektir. Bu da zaten büyük oranda diktatörlerce yönetilen ve her anlamda felaketin içinde olan, yaşam ortamları gittikçe daralan, zaten bitik durumda olan Afrika’yı Çin’in ana hedefi yaptı, yıllardır Çin limanlar, demiryolları, okullar ve hastaneler yaparak Afrika’daki en büyük güç ve sömürücü olma yolunda ama Zimbabve’nin tüm ormanları ve tüm fildişleri ve Kongo’nun tüm panter pençeleri, bakır, boksit, petrol yetmeyecek Çin’e.
Ne olacak ve ne oluyor, olan şu: Çok daha büyük mülteci gurupları AB sınırlarına yürüyecek, ölümler, çocuk ve kadın ölümleri, insanlık onurunu yok edecek ortamların ve yaşantıların süreklileşerek normalleşmesi, olacak olan bu. Ve Afrika’nın son demokrasi ve kaynak kırıntılarını son içilebilir suyunu tüm vahşi doğasını bir asırdır yok eden Belçika, Fransa, Birleşik Krallık, ABD ve Rusya’ya eklenen Çin burayı tamamen tüketerek düze mi çıkıyor, şüphesiz hayır, kapitalizm kimi düze çıkarmış. İsviçre’yi mi. Hayır onlar bile Swatch üzerinde değil kanlı Nazi ve diktatör paralarının üzerinde yükselirler.
Çin’de bu kış bahsi haberlerde bir iki cümle olarak geçen hava kirliliği kaç kişiyi etkiliyor diye düşünürsünüz. Ben söyleyeyim dört yüz altmış milyon kişiyi. Çin’in zenginleri İsviçre’den Davos’tan yönetiyor şirketlerini ve hükümet toplantıları Skype üzerinden gerçekleştiriliyor. Onlara bir şey olmasın. Bir milyon zengin Çinli kendini kurtardı kalan dört yüz elli dokuz milyon Çinli ne yapacak? Onlar da hava kirliliğinden serçeler gibi yere düşmeye başlayınca yola çıkacaklar. İstikamet AB; beş yüz milyon kişi.
Açık Radyo’ya işte tam bu noktada katılmıyorum, onlar buzul erimeleri ve benzeri parametrelerden hareketle mantıklı ve matematikle açıklanabilir bir süreç belirliyorlar, bense hiç de beklemediğimiz, aklımıza bile gelmeyen dehşet senaryolarının on yirmi yıllardan çok daha kısa sürelerde insani ahlaki ve ekolojik felaketlerin çok daha yakında ve çok daha öngörülemez olduğunu düşünüyorum. AB’nin güvenlik merkezli tüm yaklaşımı ve ana akım medyanın söylemi son umutlarımı da yok ediyor. Sömürge coğrafyalarını sömürmekten vaz geçmek; adil, eşit, yaşanabilir bir dünya; insanların, hayvanların ve doğanın hakça, birlikte eşit yaşadığı bir dünya. Başka çözüm yok. Duvarlar çözüm getirmez.
Bugünkü şartlar altında, onların maruz bırakıldığı bitmeyen çilenin sonucunda Mohammed, Han Dong veya Jafar’dan her şey bekleyebiliriz artık. İşte Avrupa’nın eksi yirmi derecelik soğuğunda aç ve ayağında çorap da olmayan terliklerle kameraya konuşuyor bir Suriyeli kardeşim ki ben yaşlardaydı: Ben bir centilmendim, şimdi bir orman adamı oldum. (I was a gentleman, now I am a Jungleman)
Ama her şeye rağmen inanılmaz bir şekilde hâlâ gülümsüyor. Dolayısıyla, ABD ve AB sürdürülemez kapitalizmi ve sürdürülemez, şımarık doymak bilmez tüketim aşklarını bir nebze olsun yatıştırmak için sömürdükleri alana yeni coğrafyalar ekleyerek bu işi çözemezler, her bombalamadan sonra Paris ve Berlin’in Arap ve Türk mahallelerine iki çocuk parkı ekleyerek de bu işi çözemezler, gereksinim duyduğumuz şey insanca bir yaklaşımla adil insani bir çözüm. Herkes için çözüm olmadan bazılarımız için çözüm sürdürülebilir bir durum değil.
Gerçekten de bu kadar sürekli ve büyük acılar yaşayan sömürge coğrafyasının insanlarından her şeyi bekleyebiliriz. Doğadan da öyle. Bu zulmü doğa ne kadar daha taşıyabilir…
Tüm bunlara karşın bir bahar günü Türkiye’den Tahran’a doğru çok tehlikeli bir yolculukla ölmek üzere olan babasını görmek için ayrılmadan önce Taksim’de bir kafede otururken, ayrılık öncesi bana baktı Jafar ve el ele tutuşmuş gençleri gözüyle işaret ederek çok sakin ve sessiz bir şekilde: Niçin ben Ethem, demişti. Dünya hâlâ duruyorsa Jafar gibilerin yüzü suyu hürmetine duruyor. Gözlerinden öpüyorum Jafar.
Eski yazıyı birkaç nedenden dokunmadan buraya koydum. Birincisi tam da anlatmak istediğim atık ile ilgili temel belirleyenlerin hepsi yazıda var. İkincisi de ben de öngörememişim, mülteci akınından önce virüs geldi. Peki, neo-liberal yaklaşım niçin bu kadar atık yaratır. Yazının başındaki sürat, hız ve tüketimin arttırılması ile ilgilidir bu. Ne kadar hız varsa algı o kadar bulanmakla kalmaz, tüketim de iki nedenle artar. Birincisi algısı bulanan daha çok tüketir, ikincisi atık temelli neo-liberal sistem ürünü tüketiciye çok daha hızlı ulaştırır. Depozitosuz sistemde alıcı ve satıcı daha esnek bağlarla birbirine bağlıdır. Malı alırsın ve iş biter. Pizza kutusunu atarsın. Bu yeni sistemin en sevmediği şeylerden biri de onarım, tamir kelimeleridir. Tamir yeniden almaktan daha sorunlu ve pahalıdır. Dolayısıyla fön makinesi bozulduğunda çaydanlığın sapı koptuğunda atarsın. Yenisini alırsın. İnsan da böyledir. Gana ve Fildişi Sahili’nin en yakışıklı ve güçlü erkekleri Güney İtalya’da günde 15 avro karşılığında domates toplarken (ki bunlar şanslı ve mutludurlar, bu paranın neredeyse tümü ailelerine yollanır) sıcaktan ölürler, Gana’da değil Calabria’da ölürler. Ama yenisi o gece batmaktan kıl payı kurtulan botlarla gelmektedir. Çin, akü temizleyen ve Kongo yer altında her an çökecek deliklerden maden çıkaran binlerce atık için hiçbir çare düşünmemektedir. Çünkü serbest piyasa böyle buyurur. Bunlar insan değil atıktır. Bunlar atık olarak doğmaz, senin benim gibi bir ananın sevgili kızı ve oğludur. Ama çok uluslu sermaye orada ya bir tarla açacaktır ya bir altın madeni kuracaktır ya bir baraj inşa edecektir ve o coğrafyayla ilişki kurar ve o andan itibaren, dev AB balıkçı gemileri Senegal kıyılarına yanaştığı andan itibaren aniden bir metamorfoz olur ve kıyıdaki çocuğunu da bir yıl sonra üniversiteye başkente yollamayı düşünen balıkçı bir baba aniden bir anda kıyıda dikilirken bütün heybetiyle ve bütün güzelliğiyle, bütün becerileriyle ve geleceğe gülümseyerek bakan kenarları kırışmış güzel balıkçı gözleriyle birden atığa dönüşür.
Çünkü o dev gemiler iki sezonda Senegal balıkçısının yüz bin yıldır koruduğu tüm yatakları kurutur, tüm balığı bitirir ve o soluğu Libya yolunda alır.
------------------------------------------
Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali'nin YouTube kanalına buradan ulaşabilirsiniz.