"Yetimhanenin çatısını korumaktan aciz kalarak yıkılmaya terketmemiz gerçekten bizim utancımız olmalı"

-
Aa
+
a
a
a

Dünya Mirası Adalar'da Derya Tolgay ve Nevin Sungur, mimarlık ve kültür tarihçisi Nilay Özlü ile 'Yeniden Büyükada Rum Yetimhanesi' serisi kapsamında Büyükada Rum Yetimhanesi'nin mimari ve tarihi değerini masaya yatırıyorlar.

""
Yeniden Büyükada Rum Yetimhanesi
 

Yeniden Büyükada Rum Yetimhanesi

podcast servisi: iTunes / RSS

Derya Tolgay: Dünya Mirası Adalar programından herkese merhaba, ben Derya Tolgay.

Nevin Sungur: Ben Nevin Sungur.

D.T.: Uzun zaman sonra nihayet Nevin ile buluştuk değil mi Nevinciğim?

N.S.: Evet, denk düştük bu sefer.

D.T.: Evet, yaşasın. Bugün Büyükada Rum Yetimhanesi üzerine konuşacağız çünkü İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi Meclisi'nin Büyükada Rum Yetimhanesi'ni turizm odaklı bir tesis olarak yeniden işlevlendirmesine yönelik kararıyla dünyanın en büyük ikinci ahşap yapısı bir kez daha bizim gündemimize girdi.

Yetimhane, sadece mimari bir harika değil; aynı zamanda çok dilli, çok kültürlü, çok dinli İstanbul'un yaşayan bir hafızası. Hem Adaların, hem İstanbul'un kültürel peyzajı açısından da çok önemli. Yıllarca yetim çocuklara yuva olan bu yapı, aynı zamanda toplumsal vicdanın ve ortak belleğin de taşıyıcısı.

Neden yetimhane? Dünyada yetimhanenin açılış tarihine baktığımız zaman çok net olarak savaşları görüyoruz. I. ve II. Dünya Savaşı ve tabii Sanayi Devrimi ile birlikte Avrupa'da şehirleşme artarken fakirlik, hastalıklar ve savaşlar yetim çocukların sayısını arttırıyor. Tam da bugün her tarafımızı savaş kuşatmışken yetimhanesiz günler dileyerek başlayalım.

Nevin ile yetimhane konusunda bir seri yapalım dedik. Bu konuda 2017'den beri bir çok disiplinlerden konuklarımızla galiba 15-16 program yapmışız ve bugün de yeniden Büyükada Rum Yetimhanesi başlığı altındaki serimize mimarlık ve kültür tarihçisi sevgili arkadaşımız Nilay Özlü ile başlıyoruz. Hoşgeldin Nilaycığım.

Nilay Özlü: Hoşbulduk Derya ve Nevin. Teşekkürler davet için.

D.T.: Efendim ben birazcık bir giriş yapmak istiyorum çünkü burası 61 senedir tek çivi çakılmayan ve direnen bir bina, bunu hemen belirtelim. Bu program serimize başlamamızın üzerinden yedi sene geçmiş. Şimdi o dönem yaptığımız birkaç programı özellikle belirtmek isteriz, siz de bunlara arşivlerden ulaşabilirsiniz.

4 Aralık 2018'de Büyükada Rum Yetimhanesi'nin o günleri yaşayan, yazan, arşivleyen, araştıran yetimhanenin orijinal tapusu da kendisinde olan Dr. Akillas Milas ile bir program yapmış ve hem otel yapılışı, hem de yetimhane ile ilgili merak edilen soruların cevaplarını bulmaya çalışmıştık. Konu öyle ilginç bir yere geliyor ki otel olması planlanmış olmasına rağmen maliyetinden dolayı açılmaması kararı alınıyor. Bütün buralar son derece muğlak ve bunu şu nedenle açmak istedim. Bu otel kararı ne kadar doğru? Maliyeti ayrı konu, işlevsellik kazandırılması ayrı konu.

Bir diğer konuğumuz Nevzat Sayın ile ‘Yetimhaneden Öğrenmek’ serisi yapmış, kendisine ‘Yetimhaneyi kurtarmak için acil müdahale ne olabilir?’ diye sormuştuk. Sayın bize Akdeniz enstitüsü modelini önermişti - bu da haliyle ilginç.

Nilaycığım, yedi sene önce Galata Rum Okulu'nda yapılan ‘206 Odalı Etkinlik'te Gündüz Vassaf ile sen konuşmuştun, moderatörü de bendim o toplantının ve konu başlığı da çok ilginçti. İstersen onu sen söyle.

N.Ö.: Evet, yıllar geçiyor ancak yetimhanenin kurtulması için çabalar, etkinlikler devam etse de, biz de ne kadar umutlansak da maalesef gelinen nokta çok da iç açıcı değil gibi gözüküyor. Bu durum, kültür ve mimarlık tarihçileri olarak bizi birazcık üzüyor açıkçası.

N.S.: Bir de göz göre göre yok olan bir bina hakikaten, kanayan bir yara diye bakıyorum oraya. Her kış bittiğinde yetimhanenin biraz daha çöktüğünü, özellikle çatısının her kış sonrasında yağmurdan, kardan etkilenerek eridiğini görüyoruz. Dediğin gibi, bir şey yapılamamış, yapılmamış olması gerçekten çok bir gönül yükü hepimiz için.

N.Ö.: Evet, bizim ‘206 Odalı Sessizlik’, Hera Büyüktaşçıyan tarafından düzenlenmişti. Büyükada Rum Yetimhanesi üzerine etütler sergisi ve bir panel yapmıştık. Bu konuyu enine boyuna sadece biz değil, pek çok uzman gelip tartışmıştı ve dediğiniz gibi maalesef gelinen noktada aslında bir parmak bal gibi git gide gözümüzün önünde eriyip giden bir yapıyla karşılaşmış durumdayız.

N.S.: Peki, en son alınan karar hakkında sizin fikrinizi soracağım. Biraz da tabii neden bu kadar önemli bu bina? Bu binayla ilgili neden bir şeyler yapılması gerekiyor? Bu konudaki fikirlerinizi de merak ediyorum ama öncelikle Rum Patrikhanesi'nin aldığı kararı ilk duyduğumuz zaman bir taraftan sevindik, diğer taraftan da çok soru işareti barındıran bir karar bu. Siz bunu duyunca ne hissettiniz?

N.Ö.: Açıkçası bu yapının yapılış amacı bir turizm tesisi. otel ve casino olmak üzere projelendiriliyor ve Hristos Manastırı'na çok yakın, adanın aslında en muteber, silüete en hakim tepesi olan İsa Tepesi'nde inşa ediliyor, 26 bin metrekarelik orman arazisine yapılıyor. Yapıldığı dönemde de büyük tepkiler çekiyor. Hem yangına müsait olması, hem de çok göz önünde olmaması nedeniyle güvenlik sorunları gündeme getiriliyor.

Prof. Dr. Mehmet Alper'in Büyükada Rum Yetimhanesi Prinkipo Palas İçin Araştırma ve Koruma Yöntemleri kitabından

Osmanlı arşivine baktığımızda yapının inşa edilmeye başlamasından sonraki süreçte de bir takım sıkıntıların sürekli dile getirildiğini görüyoruz. Sonuç olarak aslında otel ve casino olarak projelendirilen, 206 odalı bu devasa tesis açılamıyor. Açılamamasının arkasında çeşitli sebepler var; Kimisi diyor ki, II. Abdülhamid'in çok pimpirikli olması, kendisine karşı bir takım suikastlerin, Jön Türklerin girişimlerin olabileceğine dair çekinceleri olduğunu söylüyor ama ben meseleye farklı bir yönden yaklaşıyorum. “Acaba Rum cemaati ve Rum Patrikhanesi, manastırların arasında ve kendi teritorisi olan bir alanda böyle bir turizm tesisini istemedi mi? Bunun gibi çekinceleri oldu mu? Acaba Arap İzzet Paşa'yı araya sokarak Sultan nezdinde bir takım girişimleri oldu mu?” vb. gibi spekülatif yorumlarım da oldu. Aslında elimizde bir belge yok. Neden otele dönüştürülmedi? Neden buna engel olundu? Bunları bilmiyoruz ama bildiğimiz bir şey var. Yetimhaneye dönüştürülmesi konusunda da bir takım çekinceler var. Mesela yanlış hatırlamıyorsam Osmanlı arşivinde 1902 tarihli çok enteresan bir belge var. Özetle diyor ki; burası turistlerin gezinti mahalli, pek çok insan geliyor, buralarda vakit geçiyor ve orada zavallı yetimleri görmek acıklı bir görüntü ortaya koyacak, onların yüreğini burkacaktır. Aslında Büyükada'nın sayfiye, turizm, bir gezinme mahalli olması özelliğini ön plana çıkarıyor vs. Bana açıkçası yapı hasbelkader bir şekilde inşa edilmiş, kaderinin ne olacağı bir türlü doğru bir şekilde tayin edilememiş gibi geliyor.

N.S.: Bunların hepsi çok spekülatif tabii ama kumar oynanmasıyla ilgili bir sıkıntı olduğunu ve o yüzden II. Abdülhamid'in izin vermemesine dair bir şey de okumuştum. Bu da çok kesin olan bilgilerden biri değil herhalde değil mi?

N.Ö.: Açıkçası ben bununla ilgili bir belgeye rastlamadım. Çeşitli yazarlar bunlarla ilgili yorumlarda bulunuyor ama dönemin gazeteleri ya da arşiv belgelerinde kumarhane olması ya da olmamasıyla ilgili bir şeye rastlamadım ama şunu biliyorum; ben Summer Palace ve Pera Palace ile ilgili araştırmalar yaptım ki Tarabya'daki Summer Palace da aynı firmaya ait. Orient Express'i işleten Wagon Li firması aslında uluslararası bir taşıma ağının yani bir tren yolu şirketinin sahibi ve dünyanın dört bir tarafında hem otelleri var, hem de bu tren yollarını işletiyor. Dolayısıyla İstanbul bir istisna değil; Beyrut'ta, İskenderiye'de, Monaco'da, Paris'te, Cenevre'de otelleri ve tren yolu ağları var. İstanbul'da üç projeyle girişiyorlar ve birbirine çok yakın tarihlerde başlıyor bunlar: 1894'te Tarabya'daki Summer Palace, 1895'te bugün hepimizin bildiği Pera Palace, 1898’de ise Prínkipo Palace inşaatına başlanıyor ya da bir kısmı o tarihlerde açılıyor. Dolayısıyla aslında büyük bir kapitalist projenin de parçası yani yurt dışından zengin turistler gelecek ve onlar son derece lüks otellerde, İstanbul'un en gözde sayfiye ya da turistik mekanlarında konaklatılacak. Ancak Summer Palace'ın açılışında bir takım sıkıntılar oluyor. Alkol servis edilmesi ya da izin alınmadan bir parti yapılması, kendi konuklarını özel vapurlarla taşımaları vb. gibi meseleler sürekli işletme ile merkezi otorite ya da yerel otorite arasında bir çekişmeye sebep oluyor. Bir şekilde bunlar aşılıyor yani işin ucunda karşılıklı çıkarlar olduğunda bütün bunlar aşılmayacak meseleler değil. II. Abdülhamid gayet pragmatik bir lider ve pek çok şeye de göz yumduğunu biliyoruz. Dolayısıyla neden Büyükada’daki bu binaya göz yummadı, açıkçası ben net olarak bilmiyorum.

D.T.: Burada saydığın tüm yapılar Alexander Vallaury tarafından mı yapılmış?

N.Ö.: Evet, bildiğimiz kadarıyla öyle. Tepebaşı’ndaki Pera Palace'ın Alexandere Valllaury tarafından yapıldığını biliyoruz. Peki Alexandere Vallaury kim? Geç Osmanlı döneminin 1890'ların en ünlü, bugün Yıldız Mimar (Starchitect) diyebileceğimiz bir Levanten mimar. Paris'te Ecole de Beaux-Arts'da mimarlık eğitimi görüyor ve döndükten sonra da Sanâyi-i Nefîse Mektebi binasının hem tasarımcısı, hem de mimarlık muallimi oluyor yani kariyerine böyle yıldız bir noktadan başlıyor ve İstanbul içerisinde pek çok önemli binaya imza atıyor. Bugün Salt Galata olarak bildiğimiz bina ya da Marmara Üniversitesi olarak kullanılan Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane, Arkeoloji Müzesi, hemen karşısındaki Şark Eserleri Müzesi olarak kullanılan Eski Sanâyi-i Nefîse Mektebi, Cercle d'Orient, İstiklal Caddesi'ndeki birçok büyük yapı Alexander Vallaury imzasını taşıyor. Prinkipo Palace yani Rum Yetimhanesi ise ona ithaf ediliyor. Ben bir tarihçi olarak, açıkçası buna dair bir belge, bir çizim, bir gazete haberi vs. görmedim. Summer Palace'ı Vallaury'e ithaf etmemin sebebi, İstanbul Gazetesi'nde yayınlanan bir yazıda, “Vallaury yine harikalar yarattı. Summer Palace Tarabya Oteli’ni mutlaka görmelisiniz” gibi bir belge var. Ama Prinkipo için ithaf edilmiyor.

Raimondo D'aronco'nun 'Grand Hotel a Prinkipo' projesi, giriş katı planı, 1901-1903

Benim tecrübelerime göre bu tip kulaktan dolma bilgiler, genellikle çoğu zaman doğru çıkar ancak elimizde bir belge yok. Aslında elimizdeki tek belge, Raimondo D'Aronco'nun Udine arşivlerindeki bir çizim. Bu çizim, Prínkipo Palace Oteli'ne yani Príncipo Grand Oteli'ne dair ve Raimondo D'Aranco imzalı. Şeması, boyutları vs. bayağı örtüşüyor. Apostolos Poridis'in günümüzdeki yetimhane binası ile Raimondo D'Aranco'nun çizimi ne kadar örtüşüyor, ne kadar farklılaşıyor konusunda bir araştırması var ve bu çok enteresan bir araştırma, çok detaylı bir şekilde inceliyor. Raimondo D'Aranco ile Alexandere Vallaury'nin ortaklaşa projeler yaptıklarını ama aynı zamanda birbirine rakip olduklarını da biliyoruz ve diğer yandan da aynı dönemde ikisinin Adada olduğunu da biliyoruz.

Mesela Raimondo D’Aranco, Mizzi Palace’ı yani Mizzi Köşkü'nü tasarlamış. Biliyorsunuz, Giacomo Caddesi üzerindeki Lewis Mizzi'nin meşhur kuleli köşkü burası ve D’Aranco'nun eseri. Bir kolaborasyon söz konusu olabilir, biri başlayıp diğeri devam etmiş olabilir yani açıkçası bilmiyoruz neden böyle bir çizim var ama 1901-1903'e tarihleniyor bu çizim yani yapının inşasından sonra çizilmiş. Dolayısıyla gerçekten mimarı Vallaury mi ve D'Aranco ne kadar işin içinde bunu da tam olarak kestirmek zor yani biraz daha detaylı bir araştırma gerekiyor.

D.T.: Çok önemli bir bilgi, çok teşekkür ederiz. Senin bahsettiğin bu görselleri de Dünya Mirası Adalar’ın Instagram, Twitter, Facebooksayfalarında paylaşacağız. Apostolos Foridis bizim de konuğumuz olmuştu, o programın da linkini tekrar paylaşırız.

Acaba şöyle bir şey olabilir mi Nilay? Pera Palace sanırım 115 odalı ve Orient Express ile gelen seçkin turistlere bir sürpriz yaparak, onları oradan alıp Prinkipo'ya, o muazzam peyzajın içerisine getirerek şaşkına çevirmek. Anlaşılır gibi değil. Yassıada’nın şu andaki halini düşündüğümüzde de ‘206 oda işlevsel midir?’diye bir soru sorduruyor insana. Burada bir de şu soruyu da sormak istiyorum; acaba Pera'yı Vallaury yaptığı için burayı da onun yapmış olması gerekir diye bir düşünce mi var?

N.Ö.: Böyle bir düşünce olabilir ama Vallaury bu üç binanın da mimarı olmuş olabilir çünkü bu firmayla yakinen çalışıyor. Böyle düşünüldüğünü tahmin ediyorum. Diğer soruna yani yapının ölçeğine gelince neden anlamsız bir şekilde büyük ve neden ormanın ortasında?

D.T.: Bir çok ağaç kesilerek yapılmış muhtemelen.

N.Ö.: Bu çok belli. Zaten hava fotoğraflarına baktığınız zaman tamamen orman katledilerek yapılmış ve aslında bugün Marmaris’te, bir çok yerde yapılan ve karşı çıktığımız mega projelerden çok da büyük bir farkı olmayan bir proje ile karşı karşıyız bana kalırsa. O dönemin insanları acaba ne düşündüler? Acaba Adalılar ne düşündüler? Acaba Rum cemaati ne düşündü? Gerçekten ben bunları merak ediyorum ve umarım yazılı bir kaynak bulunur, dönemin gazetelerinde daha detaylı araştırmalar yapılır ve bunu öğrenmek bize nasip olur çünkü, “Ay harika! 206 odalı ve 26 bin metre kareye devasa bir tesis yapıldı” diye herkesin alkış tuttuğunu da pek zannetmiyorum. Dediğim gibi, zaten Osmanlı arşivlerinde bu konuya dair bir sürü kaygıların ortaya çıktığını görüyoruz. Daha sonra yetimhane olarak işletilirken de çok büyük zorluklarla karşılaşılmış. Yapının kuzey cephesi tamamen kapatılmış, kullanılmamış, ısıtamamışlar. Bir taraftan sürekli bir sorun çıkaran bakımı, kullanımı, yaşaması için gerekli fonların sağlanması gibi meselelerle müthiş sıkıntılar çıkaran bir yap ve öte yandan da dünyanın en büyük ikinci ahşap yapısı olması dolayısıyla çok özel bir yapı. Bir 19. yüzyıl Belle Epoque Extravagance’sı diyebiliriz yani bir yabancı sermayenin gelip buraya oturttuğu bu devasa yapıda neredeyse 19. yüzyıl küstahlığını görüyoruz.

Alexandere Vallaury’nin ne kadar buna dahil olduğu, ne kadar olmadığını bilemiyoruz ama bir yandan da yapı mimari olarak da hem kütlesiyle, hem de ahşap kullanımıyla, karkas yapısıyla çok özel bir yapı. Eğer Valaury ise bir Valaury yapısı olarak içindeki piyanosuna, merdivenlerine, kavlarına, mahzenlerine kadar her şeyiyle inşa edilmiş. Bir kültür varlığı ve tabii ki bir miras alanı olarak böyle bir binanın korunmaması tabii çok büyük bir ayıp ve yazık.

Neden miras alanı? Çünkü adanın bu çok kültürlü yapısı, bir yandan 19. yüzyılın vahşi kapitalizminden başlayıp casino-otel olarak projelendirilmesi, daha sonra filantropik bir yapıya dönüşmesi, 60 yıl boyunca binlerce çocuğun orada yetişmesi, aslında Türkiye Cumhuriyeti'nin dönüşümünü de yansıtması,1964'te el konulması, daha sonra 2010'larda Patrikhane'ye geri verilmesi, bütün bunlarla birlikte aslında bizim yakın tarihimizin de bir ifadesi, bir tezahürü. Şimdi tamamen turistik bir tesise dönüşmesi açıkçası bana şu anda acı veriyor. Burası bir kültürel miras, bir hafıza mekanı olarak saklanmalı. O yüzden sizin Instagram'da yaptığınız duyuruyu çok değerli buluyorum.

Prof. Dr. Mehmet Alper'in Büyükada Rum Yetimhanesi Prinkipo Palas İçin Araştırma ve Koruma Yöntemleri kitabından

Elbette gelir getirici ve binanın yaşaması için gerekli fonları getirici bir takım işlevler yüklenebilir ama mutlaka yapının en azından bir kısmının, bu yakın tarihimizi aynalayan hatırasını canlandıracak bir şekilde korunması, bir şekilde bir kültür mekanı, bir kültürel karşılaşmalar, araştırma mekanı olarak kullanılmasını açıkçası çok arzu ederim. Zannedersem ki Europa Nostra uzmanları da ve ICOMOS gibi uluslararası kurumların uzmanları, kültürel miras uzmanları da hem fikirler bu konuda.

D.T.: Evet. 2019 Mayıs ayında hem Europa Nostro, hem de Europa Nostro Türkiye yetkilileri ve uzmanları ile Avrupa Yatırım Bankası Enstitüsü temsilcilerinden oluşan heyetin hazırladığı bir rapor var hatırladığım kadarıyla. Bu heyet sivil toplumla da bir araya geliyor ve mühendis Clive Dawson'ın hazırladığı teknik raporda yetimhanenin hem ada peysajı için, hem de denizden etkileyici bir görsellik sunmakta olduğu vurgulanmış. Estetik ve sanatsal değerinin yanı sıra yapının yapıldığı dönemin teknik becerilerine ve mimari tasarımına önemli bir örnek teşkil ettiği, yetimhanenin adanın mitolojisi için de önemli yeri olduğundan, ada sakinlerinin ortak hafızasında özel bir yere sahip olduğu vurgulanmış. Bir de vaktimiz kaldı mı bilmiyorum ama bir soru daha sormak istiyorum ki tam da senin konun, Osmanlı’nın modernleşme çabalarından da söz edebilir miyiz burada?

N.Ö.: Muhakkak, çok iyi değindin, belki de atladığım bir konuydu. Elbette ki bu yapı Osmanlı modernleşmesinin, globalleşmesinin, dünyaya açılmasının sembolü olabilir. Wagon-li nedir? İstanbul'u Paris'e, Londra'ya, Viyana'ya bağlayan network'ün yani uluslararası bir ulaşım ağının parçası olmasının sembolü. İstanbul'daki ilk uluslararası otel zincirinin, wagon-li otellerinin ya da palace otel’ler dediğimiz zincir olması teknik olarak modernleşmeye işaret ediyor. Mesela yetimhanenin ya da Prinkipo Palace’ın ahşaplarının Romanya'dan geldiği söyleniyor. Fransa'dan pek çok ekipmanı geliyor, piyanosu şuradan, seramikleri buradan geliyor.

D.T.: Ahşaplar Tuna Nehri üzerinden getiriliyor.

N.Ö.: Evet.

N.S.: Bir de mutfakta acayip bir teknoloji var, o da Paris'ten sanırım değil mi?

N.Ö.: Evet. Dolayısıyla aslında dönemin yüksek teknolojisinin ve modernleşmesinin de bir tezahürü, bir aynası adeta. Bu anlamda da gerçekten çok önemli ve korunması gerekiyor. Bu ölçekte bir ahşap yapının yapılmış olması, yapılabilmiş olması ama diğer yandan bunun çatısını korumaktan aciz kalarak çürümeye, yıkılmaya terketmemiz de gerçekten de bizim utancımız olmalı. Bunu da eklemeden geçemeyeceğim.

D.T.: Aynen. Zaten son olarak da raporda da, yanlış telaffuz etmiyorsam, ekolojik ve kültürel miras merkezi olarak işlevlendirilmesine yönelik bir fikir oluşmuş.

N.S.: Nilay Hanım, hep Avrupa'nın en büyük monoblok ahşap binası olarak tarif ediliyor, bu tanım doğru mu?

N.Ö.: Açıkçası ben ölçüp biçmedim ama kaynaklarda o şekilde geçiyor. Dünyanın en büyük ahşap yapısı Japonya'da, Avrupa'daki en büyük ahşap yapının ise bu yetimhane olduğunu - tabii ki çok daha büyük belki kompleksler vardır ama tek seferde tamamlanan bir monoblok yapı olarak bakarsak - Europa Nostra tarafından da tanımlandığı için ben doğru olarak kabul ediyorum açıkçası.

N.S.: Peki, vaktimizi doldurduk ve bir Dünya Mirası Adalar programının daha sonuna geldik. Konuğumuz mimarlık ve kültür tarihçisi Nilay Özlü'ydü ve kendisi Büyükada'daki Rum yetimhanesine ilişkin serimizin ilk konuğu oldu. Çok teşekkürler katıldığınız ve bu kıymetli bilgileri bizimle paylaştığınız için.

D.T.: Çok teşekkürler.

N.Ö.: Ben teşekkür ediyorum davet için, her zaman büyük keyif.