Dünya Mirası Adalar’da Doç. Pelin Pınar Giritlioğlu’yla şehir planlama ve depremin ardından kamunun sorumlulukları üzerine konuştuk.
(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.)
Derya Tolgay: Merhaba. Dünya Miras Adalar programında birlikteyiz. Erdoğan'ın 2018 yılındaki imar affı konuşmalarının ses kaydını dinledik. 2018’deki son imar affına on yedi milyon kişi başvurmuştu. Depremden zarar gören on ilde toplam 294 bin kaçak yapı affedilmişti. Depremde yıkılan bu binaların çoğu af kapsamındaki binalardı. AKP döneminde sekiz kez imar affı yapılmış olup dokuzuncusu ise Cumhur İttifakı önerisi olarak şu anda Büyük Millet Meclisi'nde beklemektedir. Sevgili arkadaşım Nevin biliyorsunuz gazeteci aynı zamanda. O sahadaydı altı gün boyunca. Bize lütfen şehirlere, insanlara ne oldu anlat. On binlerce can veren, göçük altında kalan, hayatını kaybeden yurttaşlarımızın devridaim olsun. Herkese sabırlar diliyoruz.
Nevin Sungur: Evet gerçekten herkesin sabra mı ihtiyacı var? Başka ne? Yani çok üzerine konuşulması gereken, çok zor meseleler tabii bu. Çünkü insan yetersiz kaldığını hissediyor. Ne orada yaşananlara dair onu anlatacak bir kelime, bir cümle hiçbirinin hani yetmediğini düşünüyorum. Şöyle, ben Yalovalıyım.1999 depreminde yaşadım. Annemler oradaydı, abimler oradaydı ve hani nasıl bir korku, nasıl bir çaresizlik hissi olduğunu aşağı yukarı yaşamış bir insan olarak orada Antakya'da, İskenderun'da, genel Hatay bölgesinde dolaştık.
Onun üzerine acılar ve felaketler tabii ki mukayese edilemez ama hani Gölcük depremi korkunç bir şeydi ama bu yaşanan bambaşka bir boyut. Yani insan bir şehre girdiğinde o şehrin yok olduğunu idrak edemiyor gerçekten o anda. Gördükleriniz hemen Antakya'yı çok severim, çok da gittim daha öncesinde. Ama bu sefer gittiğimde öyle bir şehrin olmadığını gördüm artık. Çünkü sokağa, şehre girdiğiniz andan itibaren sağlı sollu yani giderek şiddeti artan ölçüde yıkılmış binalarla karşılaşıyorsunuz. Biz ilk gün İskenderun'a gitmiştik. İskenderun'da yine ana arterdi, böyle sağlı sollu yıkılan binaların olduğu bir yer vardı. İskenderun'da da yıkım çok büyüktü ama İskenderun sonrasında Hatay'a gittiğimizde onun başka bir boyutu olduğunu gördüm. Yani orada dediğim gibi mahalleler yok olmuş, siteler yok olmuş. Yani şöyle anlatayım; şehir merkezine vardık, zaten çok fazla trafik var, hem oraya akışın fazla olması, yani yardım gidiyor, insanlar gidiyor falan. Çok yoğun ve uzun süren bir yolculuktan sonra ulaşabiliyorsun. Şehir merkezinde de bir yerden bir yere gidebilmek için minimum bir buçuk saat falan dolandık. Çünkü nereye dönsen, nereye baksan ya enkaz kapatmış o yolu ya kurtarma çalışmaları devam ediyor. Gidebilecek bir yeri yok. Şimdi on beş gün geçti, şaka gibi bir taraftan da o kadar hızlı geçiyor ki ama yani on beş gün geçt bu depremin üzerinden ve dün akşam iki tane yeni deprem daha yaşandı Hatay merkezli. Dolayısıyla hem televizyonlardan hem radyolardan hem yazılı basında çok fazla konuşulduğunu gördük imajları.Tekrar tekrar bunları anlatmak belki önemli ama belki de bilmiyorum…
Sevgili Pelin Pınar Giritlioğlu hoşgeldiniz. Üniversiteden koşarak geldiniz, çok teşekkür ediyoruz. Hocam bir süredir ben oradaydım. Şu kelimeler hep kafamın içinde döndü. Rantçılık, adam sendecilik, boş vermişlik, hazırsızlık, organizasyonsuzluk ve sonuçta koca bir kaos. Yayın öncesinde Derya'yla konuşuyorduk. Ben orada İsviçreli bir ekiple çalıştım. Ve muhabire imar affını anlatıyorum. Şimdi okudu kız, tekrar okudu. Anlamıyor tabii. Yani dedi k, insanlar gerçekten bunun için mi para mı verdiler? Yani hani buna kendileri mi gönüllü olarak katıldılar falan dedi. Dedim, evet! işte seçim dönemleri. o zaman yani bu bir kolektif şey yani dedi. Burada tek bir suçlu aramak… Şunu da bilse ki o imar affında şu da yazıyor: “Yani tamam siz para verin, ben sizi affediyorum şimdilik ama bu arada deprem olur filan başınıza bir şey gelir. Beni tanımayın” diyor yasa. Bunu bilse artık iyice, kim bilir ne düşünür. Ben anlatamadım yani. Çok anlama şanslı gerçekten yok.
D.T: Kısaca sizi tanıtalım, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü, kentleşme ve çevre sorunları anabilim dalında doçent olarak görev yapmanın yanı sıra Türkiye Mimarlar Mühendisler Odası Birliği, Şehir Plancıları Odası 16. dönem İstanbul Şube Başkanı olarak görev yapmaktasınız. Kentsel Yenileme adlı iki baskı yapmış bir kitabınız ve içtihatlı imar mevzuatı adlı ortak editörlük yaptığınız bir kitabınız, yayına hazırladığınız ayrıca on iki kitap ve bilimsel dergilerde yayınlanmış çok sayıda ulusal ve uluslararası makaleniz de bulunmakta. Nevin'in dediği gibi gerçekten çok tuhaf. Hani binalarımız depreme karşı zaten sağlam olmalı. Bizim bunları konuşmuyor olmamız lazım filan. İnanılır gibi değil. 22 yıl her vatandaş her ay deprem vergisi ödedi hemen hemen ve bugüne kadar 38 milyar 227 milyon dolar otuz deprem vergisi toplandı sanırım. Bir de imar affından toplanan paralar var.
Pelin Pınar Giritlioğlu: Neredeyse 23 milyon lira sonra bir parti daha toplandı.
D.T: Yani baktığınız zaman çok büyük suçlar. Çok büyük paralar bunlar. Ve binalarımız depreme karşı hakikaten sağlam olması gerekiyor diyoruz. Kamusal alanların, açık alanların da bir rolü var. E binaların ötesinde de neler düşünmeliyiz? Şehir mahalle, ölçeğinde tasarım ve planlamalar neler olmalı? Siz şehir plancısınız. Genel olarak bu şekilde bizi aydınlatın.
P.P.G: Aslında şuradan başlayayım. Ben 2000’li yılların başlarıydı Doktora tezimi yazarken önce koruma çalışmaya karar vermiştim. Kentsel koruma. Sonra orada bir fırsat oldu İngiltere'ye gittim bursla. Kısa bir süre orada kaldım ve o sırada tabii bilgiye erişimin çok zayıf olduğu zamanlar internet, Google filan gibi dünyalar yok. Oraya gidince fark ettim ki aslında bütün dünya zaten bu koruma meselesini bitirmiş kentsel dönüşüm çalışıyor. Ben de döndüm dedim ki, ben konumu değiştireceğim, Kentsel dönüşüm çalışacağım. Türkiye'de daha hiç çalışılmamış. Neredeyse hiç konuşulmamış bir konuydu. Şimdi o zaman şu gerçeğin farkına vardım ki yani ülkelerin bir kere kentsel dönüşüm pratiği hep farklı deneyimlerle ortaya çıkmış. Biz de bir de deprem gerçeği var. Ve bu deprem gerçeği kentlerimizi dönüştürmeyi zorunlu kılıyor. Ve o zaman şunu da konuşmaya başladık. O zamanlarda da ben oda yönetimindeydim. Tamam bu dönüşüm olacak ama bizim kentlerimizin başka gerçekleri de var. Tarihi kentlerimiz var. Farklı iklimlere sahip kentlerimiz var. Farklı renkleri olan farklı dünyalar var. Bütün bunlar için nasıl farklı kentsel dönüşüm modelleri ortaya koymak lazım? Nasıl kamucu bir yaklaşımla bunu ortaya koymak lazım ki bu gerçekleşebilsin. Hani rasyonel bir dönüşüm nasıl olmalı meselesini. 2003 ve 2004 yılında iki tane de toplantı yaptık. İlki ulusaldı, ikincisi de uluslararası Küçükçekmece Belediyesi'yle ortak uluslararası toplantı yapmıştık ve bunları aslında tam da bugünleri konuşmayalım diye yaptık. Yani Batı da bir sürü hata yapmış. Hala da yapıyor ama en azından bu bu hataları yapmadan önden başlamanın yolunu açalım diye bu toplantıları yapmıştık. Ve bugün geldiğimiz noktada bir adım bile ileri değiliz ne yazık ki bu konuda. Halbuki bir sürü işte yasa çıktı, yeni kurumlar yaratıldı, yeni işte kanun hükmünde kararnameler çıkarıldı, binlerce plan yapıldığı, arka arkaya yasalar, kurumsal yapılar güçlendirildi. Ama kente dönüp baktığımızda, kentlere dönüp baktığımızda peki ne neredeyiz diye bütün bu hazırlıkların sonucunda, ne yazık ki bir arpa boyu yol gidemediğimizi fark ettik. Deprem vergileri toplandı, dediğiniz gibi imar barışı, 2 B alanları satıldı. Hepsinin arkasında ne vardı? Biz kentleri dönüştüreceğiz. Bunun için para lazım. Bunlar dönüşüme aktarılacak. Peki nerede? Ne yazık ki hep bunu şunu söylediler. Ay bu paralar ortak havuza gidiyor biz size nasıl bunun hesabını verelim? Tamam ama bizi bunu kentlerde görmemiz lazımdı ve bu deprem ne yazık ki bize gösterdi ki gerçekten de bu paralar bu işe harcanmadı.
“Kanunları iyi hazırlıyoruz ama uygulamıyoruz.”
D.T: Evet, New York Times'da 14 Şubat'ta çıkan mimarlık editörü Michael Kimmerman sanırım o da size işaret etmiş. Ve sizden de alıntı yapmış. “Kanunları iyi hazırlıyoruz ama uygulamıyoruz.”
P.P.G: Çok iyi değil mi? Çok güzel kanunlar hazırlıyoruz. Gerçekten bakın okuduğunuzda bunları harika kullanabiliriz. Hatta şunu söyleyeyim. Biz 2000’li yıllarda işte çok sayıda kanun yaptık. Onlar olmasaydı da biz eski belediye kanunlarımızla filan da bu işi çözebilirdik. Buna inanın. Bizde eksik olan ne? Bu adımı atacak siyasi iradenin olmaması. Üstence otokratik bakış açısıyla kentleri tek merkezden, tek sesle, tek ağızla dönüştürmeye çalışmamız ve bunu tamamen bir rant düzeni içinde yapmaya çalışmamız. Bizim kamumuz ne yazık ki 2000’li yıllardan beri müteahhit gibi çalışıyor. Bunu açık bir şekilde görüyoruz. Ve bugün geldiğimiz noktada bu bu politikanın bizi ileriye taşımadığını, bazı kesimlere bazı faydalar sağladığını ama toplumun kamusal anlamda toplumun bundan faydalanamadığını gördük. Ondan öncesinde de çok iyi durumda değildik zaten. Bizim işte 1945 sonrası dönemden itibaren doğru dürüst bir sosyal konut politikamız hiçbir zaman olmadı. Erken cumhuriyet döneminde biraz işte işçi konutları, memur konutları, lojmanlar gibi adımlar atıldı. Emlak Bankası deneyimimiz var o dönemde. Bir de işte 73 seçimlerinden sonra o sosyal demokrat belediyeciler yükseldiğinde ve orta sınıfı da hedef alan işte kooperatif modellerini hayata geçirdiler. Ama bunlar hep sınırlı kaldı. 80 sonrası dönem bizim tabii ülke tarihimiz de böyle kırılma noktalarıyla dolu. Darbeler var filan. Bütün bunlar tabii bütün bu kentleşme süreçleri üzerine doğrudan birincil etki yapan kırılma noktaları. 80 sonrası dönemde zaten tamamen neoliberal kent düzeni yeni yasalarla kuruldu. Arka arka ip kentleri neoliberal kent düzenini yaratacak yasalar çıktı. Dünya Bankası'ndan talimatlar geldi. Dedi ki işte kentlerinizi bu küresel rekabete sokacaksanız en az bir kentinizi küresel kent olarak inşa edeceksiniz. İşte alın size İstanbul.
Dünya Bankası her yıl öyle raporlar yayınlar, sanıyorum 96 ya da 97 yılı raporu olması lazım böyle dedi. Ve biz bu süreci dış koşullara eklemlenmede çok istekli davrandık. Yani olabilir tabii eklemlenebilir. Bunda bir itirazımız yok ama bunu yaparken ne yazık ki biz doğal mirasımızdan, kültürel mirasımızdan, ekosistemimizden, toplumsal yapımızdan vazgeçtik. Kimliğimizden vazgeçtik. Ne pahasına olursa olsun küreselleşme modelini benimsedik. İşte mega projeleri çok sevdik. Büyük, güzeldir dedik ve bütün bunları yaparken de afeti hiç düşünmedik. Ama 99 depreminden sonra halbuki çok önemli adımlar da atılmıştı, işte bir İstanbul deprem master planı hazırlandı, 1344 sayfa filan. Dört tane üniversite bunları çok ciddi emek koydu. Sırf onlar değil, katılımcı bir şekilde hazırlanmıştı. Bütün sivil toplum kuruluşu hepimiz oradaydık. Meslek odaları, akademisyenler, o çalışmaya destek verdi ve orada önemli çıktıları da vardı o çalışmanın. Bu kararlar alındı ama hayata geçti mi bir iki tanesi sınırlı olarak geçti. Bir kısmı da unutuldu bundan sonrasında. Şimdi ondan sonraki süreçte de sürekli gene yasalar aynı 80’li yıllar gibi o yeni kamu yönetimi anlayışı modeli çerçevesinde, işte belediyelere görevler verildi. Arkasından Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kuruldu ki işte o bir milat tabii bizim açımızdan. Çünkü Bayındırlık ve İskan Bakanlığı böyle bir kurum değildi gene o eski bürokrasi geleneğinden gelen bir yapısı vardı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı böyle bir kurum olarak altı doldurulmadı, öyle inşa edilmedi zaten. Doğrudan adının şehircilik kısmına ağırlık vererek devam etti ve hemen işte arkasından Van depremi oldu.
Depremin arkasından deprem fırsat bilindi. 6306 sayılı Dönüşüm Kanunu yürürlüğe girdi. O kanun afet riskli alanların dönüşümü hakkında. Yazıyor afet riski altındaki alanları dönüştüreceğiz dedi. Peki yaptı mı bunu? İçinde iki kere geçiyor afet lafı zaten. Yıkıp yap müteahhitlik kanunu aslında. Yapmadı, yapmadığını da gördük. Zaten piyasayı da hızla özel sektöre, müteahhitlere bıraktı. Kontrolü de bıraktı. 2001’de çıkan yapı denetim kanunuyla o tamamen kontrolsüz yapı denetim firmaları da zaten üremişti, müteahhitler bu firmalar ve kamu kurumları aslında işbirliği içinde bu süreci inşa etti. İşte bugün kimse yerel yönetimlerden plan, proje onaylatmıyor. Direkt bakanlığa gidiyor. Neden böyle? Çünkü işini kolay yapıyor. Çünkü bu sistem buna olanak tanıyor. Bunun önünü açıyor ne yazık ki. Bunun sonuçlarını bugün görüyoruz. İstanbul'a bakın. İstanbul'un yüzde 40’nı bugün Büyükşehir Belediyesi yönetiyor. Çünkü 2019 seçimlerinden sonra bakanlık seçimle alamadığı yetkileri 6306 sayılı kanunu kullanarak aldı. Nasıl aldı? İstediği yeri rezerv alanı ilan etti. İstediği yeri riskli alanı ilan etti. İstediği yeri özel çevre koruma alanı ilan etti. İşte adalarda olduğu gibi. Ve bunun sonuçlarını da işte bugün görüyoruz. Yerelin içinde olmadığı bir afet yönetim sistemini düşünemiyoruz.
D.T: Burada tabii ben adalara da gelelim istiyorum ama Adalar derken Prens Adaları değil. Sonuçta daha bağımsız kendine yetmek durumunda kalan coğrafyalar olarak neler yapacağız? Depreme hazırlık açısından da zaten çoktan olmamız lazımdı ayrı konu ama ben de güçlendirme konusunu 2014 yılında çok ağır bir şekilde yaşayan ve evimi kaybeden bir insanım. Güçlendirme raporunu almıştık. Hatta Fatih Sütçü hazırlamıştı. Şu anda da oldukça kıymetli bilgilerini paylaşıyor kamuoyuyla. Benim raporumu o tutmuştu. Evim yığma bir binaydı. Bütün bunlara rağmen yıkıldı. Yani o kadar rant hesabı yapılıyor ve güçlendirilecek veya sağlam evlerde yıkılır hale geliyor ki adalar da tabii bu süreçte 84’den sonra neoliberalizmle korkunç bir inşaat, kötü inşaat ve tehlikeli stoka sahip şu anda. Şimdi bir kısmının yıkılması, bir kısmının güçlendirilmesi lazım. Siz genel anlamda bir şehir plancı olarak adalarda neler görüyorsunuz?
P.P.G: Şimdi Adalar’ın tabii kentlerin diğer parçalarından farklı özellikleri var. Bunu bütün adalar için aslında söyleyebiliriz. Birbirlerinden bağımsız olarak da bir farklı özellikler taşıyor olabilirler. Ama bunların hepsinin bir kere en ortak özelliği ana karadan uzakta bir yerde olarak kendi ekosistemlerini inşa etmiş olmaları. Dolayısıyla farklı kimlikleri var. Farklı sektörel özellikleri var. Farklı doğal özellikleri var. Ve biz aynı standart kanunlarla buralarda iş yapmaya kalktığımız zaman ne yazık ki bu adaların kimliğini kaybediyoruz. Benim de Marmara Adası'yla böyle bir ilişkim var ve biz 1980’li yıllardan beri yazları oraya gideriz. Hep her yaz gittiğimizde
üzülerek bir parçasının daha yok olduğunu adım adım izledim o yıldan beri neredeyse kırk yıldır. Çünkü biz Adalar'ı da kentlerin herhangi bir yeri, farz edin ki Bayrampaşa, farz edin ki Bağcılar'la aynı kategoride değerlendirerek buralara planlar yaptık. Buraların farklı işte tarihsel özellikleri olduğunu, farklı kimlikleri olduğunu, işte farklı sektörel ilişkileri olduğunu dikkate almadık ne yazık ki ve bunları yaparken de erişilebilirlik problemi gibi çok önemli meseleleri de aslında ihmal ettik. Ve erişilebilirlik dediğimizde de aslında deprem meselesi. Hemen öne çıkıyor. Bir erişilebilirlik ve lojistik meselesi var Adalar'ın. Bunu özellikle belirtmek isterim. Çünkü afet durumunda işte tahliye konusu kentlerin içinde de çok büyük bir problem ama tabii Adalar için bu daha büyük bir problem. Böyle bir durumda bu lojistik meselesinin nasıl çözümleneceği konusunda bir hazırlığımız ne yazık ki hiç yok.
D.T: Bir tek Heybeliada'da Mahalle Afet Gönüllülerinin bir konteyner var. Ne kazma, ne kürek vesaire hiçbir yok. Yani çok acil konteyner yerleştirilmesi gerekiyor. Burada biz bizi kurtaracağız.
P.P.G: 99 depreminden sonra işte deprem master planında bu konteynırlara karar verilmişti. Onları hatırlar mısınız bilmiyorum o yıllarda. Önce işte bazı noktalara yerleştirildi. Sonra bunların anahtarı kimde? Bunlar nasıl işte deprem anında açılacak dendi. Bir ara reklam panolarına dönüştü. Okulların içine çekildi. Şimdi hangisi nerede? Kim sorumlu bilmiyoruz. Aslında bu konteynırların gerçekten de Adalar'da olsun, kent içinde olsun mutlaka mahallelerin ortak erişebileceği noktalarda afet toplanma alanlarında özellikle bulunması gerekiyor ve bunun sorumlularının da belirlenmiş olması gerekiyor. Tabii bizim afet toplanma alanımız olmadığı için konteyneri koruyacak öyle bir alanımız da yok. Bunlar böyle bir dizi aslına bakarsanız. Adalar için tekrar konuşursak tabii afet dediğimizde sadece depremi de konuşmuyoruz. Yani adalarımızın büyük bir kısmı orman varlığına sahip yerler neredeyse yüzde 60 ki işte geçtiğimiz yıllarda biz neredeyse yangınlarla yüzde 15’ini kaybetmişiz toplam ada alanının bu orman yangınlarında.
Tsunami riski var, bundan belki on yıl önce biz tsunami diye bir şey duymamıştık bile. Nerede duyduk? İlk Kanal İstanbul projesiyle duyduk. Çünkü Kanal İstanbul'un ÇED raporu yani bakanlığın para vererek yazdırdığı raporun kendisi dedi ki, burada işte üç tane canlı fay hattı var, deprem riski gibi tsunami riski de var dedi. Biz sanıyorduk ki hep Uzak Doğu'da filan böyle karşımıza çıkan bir şey. Meğerse biz de böyle bir risk altındaymışız. Adalar'da zaten işte aynı fay hattı üzerinde ve tsunami riskiyle çok ciddi şekilde karşı karşıya olan yerler böyle baktığımızda. Özellikle Prens Adaları için konuşursak denizden yükseklikleri de çok fazla değil. Dolayısıyla büyük bir kısmının su altında kalacağı da bu tsunamilerde ve etkileneceği tahmin ediliyor. Dolayısıyla Adalar için aslında afet riskleri belki de kentin içinden çok daha fazla böyle baktığımız zaman. Onu da söylemek lazım.
N.S: Ben dönüp çalışıp hep aynı noktaya geliyorum demin bahsettiğim meseleyle ilgili. Sonuç itibariyle bundan birebir etkilenen vatandaşlar olarak, bir taraftan da bu işin buraya gelmesinde kısmen de olsa payı olan vatandaşlar olarak yani burada hiçbir şekilde şey söylemek istemiyorum tabii ki, sorumluları hafifleştirmek hafifletmek için söylemiyorum ama ne yapmak gerekiyor hocam? Yani hani nasıl bir kafa yapısına sahip olmak gerekiyor artık? Çünkü 99 depreminden sonra ben hep şey düşünmüştüm; bu ülkede hiçbir şey aynı şey aynı şekilde olmayacak diye ama bambaşka, daha da beter oldu galiba.
P.P.G: Şimdi bir kere kentlerimizin farklı özelliklerini de dikkate alarak, yani ana karada başka, adalar da başka, tarihi alanlarda başka riskleri ve bunların çözümlerini ortaya koymamız lazım ve bunlara uygun afet stratejileri geliştirmemiz gerekiyor. Katılımcı yöntemlerle bunu yapmamız gerekiyor. Bu biz bugün bilime inanmayı unuttuk. Uzmanlara inanmayı unuttuk. Meslek odalarını süreçten attık. Bundan on yıl kadar önce belki hâlâ belediyeler plan yaparken odalara gösteriyorlardı, danışıyorlardı. Yaklaşık on küsür yıldır bu süreçte bitti. İşte mesleki denetim uygulamaları ellerinden alındı. Şimdi böyle bir süreçte dediğim gibi, yeni baştan bir kere başlamak zorundayız. Bu bir seferberlik. Bunu bir adını böyle koymamız gerekiyor. Büyük bir kentsel seferberlik yolculuğuna birlikte çıkmamız gerekiyor. Ve burada adalar için ayrı, İstanbul'un farklı ilçeleri, farklı alt bölgeler için ayrı kimlikler, ayrı özelliklere uygun afet yönetim modellerini, eylem planlarını ortaya koymamız gerekiyor. Tabii bunları böyle konuşuyoruz ve güzel raporlar hazırlıyoruz. Hep söylüyorum, bunlar da ilk defa yapılmıyor. Aslında biz bunları defalarca konuştuk. İlk defa konuşmuyoruz. Bunları hazırlamak yetmiyor. ilk yapmamız gereken acilen hayata geçirmek. Bizim en büyük eksiğimiz bu, özetle bunu söyleyebilirim.
D.T: Ada da yıkılması gereken binaların listesi var. Sökülmesi gereken yerler var. Evanir Aqua Beach denilen bir yer var, söküm kararı var, hepsi biliniyor. Hepsi biliniyor ve bütün yetkilileri buradan göreve çağıralım hep birlikte isterseniz.
Ve siz buyurun kapanışı yapın.
P.P.G: Kamunun artık elini taşın altına koyması gerekiyor. Çünkü iş geliyor dayanıyor aslında bir finansal modele geliyor. Kamu artık müteahhit gibi davranmayı bırakacak. Elini taşın altına koyacak, sıfır karla konut üretme yoluna ve bu konuda destek verme yoluna girecek. Bizler de meslek odaları olarak uzmanlar, üniversiteler, akademisyenler olarak burada kamuya desteğimizi vereceğiz. Yapılması gereken bu.
N.S: Vatandaş olarak biz de talep edecek ve takip edeceğiz.
P.P.G: Çünkü hesap verebilir ve şeffaf bir sürecin burada ortaya konması büyük bir zorunluluk da teşkil ediyor. Çünkü artık kimsenin bu sisteme güveni kalmamış durumda
N.S: Çok teşekkürler hocam. Sağ olun. Bir daha yaşanmaması dileğiyle diyeceğim ama.