"‘Ümmet’ kavramı, Anayasa tartışmaları yapılırken neye karşılık geliyor?"

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Politik'te Ali Bilge, barış sürecine ilişkin son gelişmeleri değerlendiriyor; dikkat edilmesi gereken konulara dikkat çekiyor.

""
Ekonomi Politik: 21 Temmuz 2025
 

Ekonomi Politik: 21 Temmuz 2025

podcast servisi: iTunes / RSS

Ömer Madra: Günaydın Ali Bey, merhabalar!

Ali Bilge: Günaydın Ömer Bey, merhaba Özdeş!

Özdeş Özbay: Günaydın!

A.B.: İyi haftalar, iyi yayınlar!

Ö.M.: Bu haftanın genel özeti, nelerden bahsedeceğimiz hakkında birazcık bilgi verir misiniz?

A.B.: Geçen haftadan intikal eden konulara değinmek istiyorum ama önce vefat eden duayen gazeteci Altan Öymen’i anmak istiyorum ki biraz önce siz de bahsettiniz. Öymen; hem siyasi kimliğiyle, hem gazeteci kimliğiyle bilinen bir kişi, çınarımız, büyüğümüz ve herkesin ‘Altan Abisi’. Ankaralı bir gazeteci, çok genç yaşta, 18 yaşında, 1950’de gazeteciliğe başlıyor. Biyografisini anlatmaya bugün vaktimiz yetmez ama iki hususu vurgulamak istiyorum; Altan Öymen ve kuşağı, daha sonra gelen gazeteci kuşakları ile kendilerinden önceki kuşaklar arasında bir bağ da kurdu. Öymen kuşağı, gazeteciliğe başladığı yıllarda Osmanlı döneminden Cumhuriyete intikal etmiş gazeteci kuşağı hala gazetecilik yapıyordu, bu yaşlı kuşakla çalıştılar. Çetin Altan, İlhan Selçuk, İlhami Soysal, Cüneyt Arcayürek gibi isimler gazeteciliğe başladığında, Falih Rıfkı’lar, Refi Cevat’lar, Yakup Kadri’ler de gazetecilik yapmaya devam ediyorlardı. Öymen ve kuşağı, böylesi önemli bir fonksiyonu da icra etmişlerdir. İkinci önemli husus ise Altan Bey’in (Müşerref Hekimoğlu’nu da anmak lazım) 12 Mart koşullarında Anadolu Ajansı’nın tekelini kıran ANKA Ajansı’nı kurmasıdır. Altan Bey saatlerce konuşulabilecek bir kişidir, en iyi tanıklarından biri de sizsiniz.

Ö.M.: Evet, ben de hapishane anılarından bir-iki kelime ile bahsetme fırsatı buldum.

A.B.: Melek Ulagay da yazmış; “Ülkenin gündemi can yakıcı olmasına rağmen Meclis tatile girdi”. İktidar-muhalefet diyaloğunun ne durumda olduğunu göstermesi açısından zaman zaman Meclis’te verilen kanun tekliflerinin akıbetine ilişkin istatistikleri programlar da paylaşıyorum. Meclis tatile girerken CHP sözcüsü Gökhan Günaydın, son dönemde verilen kanun tekliflerinin akıbetini açıklamış; Ekim 2024’ten tatile girene kadar olan dönemde CHP 774, DEM 331, İYİ Parti 114, Yeniyol grubu da 83 kanun teklifi yani toplamda bin 302 kanun teklifi vermişler. Muhalefetin bin 302 kanun teklifinden kanunlaşanı ise “sıfır”.

İşte diyalogsuzlukla çalışan bu Meclis tatile girdi. Muhalefet ile iktidar arasında diyaloğun olmadığı, sicili böyle bir Meclis’te, İmralı sürecine ilişkin bir komisyon kurulacak, bu komisyon barış ve çözüm üretecek, sürecin devamına çalışacak.!

Silahların yakılmasından sonra CHP’ye yönelik operasyonlar hız kesmiyor, hasta ve tutuklu siyasetçilerin içler acısı durumu devam ediyor. Yeni Anayasa meselesi tartışılırken, Erdoğan tarafından üçlü ittifak meselesi gündeme getirildi.

Erdoğan’ın “DEM, AKP ve MHP üçlü ittifakta devam ediyoruz” kurgusu gündeme oturdu. DEM buna itiraz etti, bir açıklık getirdi, “Bu bir süreç ittifakıdır” dedi. Erdoğan, hemen akabinde vatandaşlık tanımı için ‘ümmet’ vurgusu yaptı.

Devlet Bahçeli’nin bu gündeme eki oldu; Bahçeli’nin Kürt ve Alevi Cumhurbaşkanı yardımcısı olmasını istediği yazıldı. Haftaya intikal eden konulardan biri de, yine muğlak ve açıklanmaya muhtaç bir hususta şu; DEM Eş Başkanı Tuncer Bakırhan’ın “CHP masada olursa İmamoğlu çıkabilir” demesi. Bakırhan’ın bu vurgusu da tartışılması gereken bir konu. Ne demek istedi, neyi kastetti?

Çözüm sürecine ilişkin PKK’nın silahları yakması-bırakması devam ederken, ne operasyonlar durduruldu, ne atanan kayyumlar değiştirilip eski başkanlar görevlerine iade edildi, tahliyeler de olmadı. Üstelik Selahattin Demirtaş’a ilişkin AİHM’den üçüncü kez karar çıktı ama karar uygulanmadı. Haftaya intikal eden bir diğer önemli konu da Suriye’deki istikrarsızlığın had safhaya varması oldu. Dürziler ile merkezi Suriye yönetimi çatışması yaşandı, İsrail müdahalesi oldu. Suriye Kürtlerinin statüsüne ilişkin belirsizlik hâlâ devam ediyor.

Geçen haftadan bu haftaya gelen konuları bu şekilde toplamak mümkün, bu başlıklardan bazılarına değinme fırsatımız olabilir.

Erdoğan’ın bir vatandaşlık tanımı olarak ortaya attığıümmet’ kavramı, Anayasa tartışmaları yapılırken neye karşılık geliyor? İçinde yaşadığımız coğrafyanın 200 yıllık tarihine ilgi duyan insanlarız; 1839 düzenlemelerine, 1856 İslahat Fermanı’na kadar gidebiliriz. Kemal Karpat’lardan, Bülen Tanör’lerden öğrendiğimiz bilgilere müracaat edebiliriz. 1839-1856 öncesinde Osmanlı’da gayrimüslimler ikinci sınıf vatandaştır, bu düzenlemeler ile Osmanlı’da Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar eşitlenmek istenmiş, yeni ve eşit bir vatandaşlık tanımı gündeme getirilmeye çalışılmıştır. İnanın Erdoğan’ın ümmet teklifi II. Mahmut’un, I. Abdülmecit’in ve Mustafa Reşit Paşa’nın çabalarının gerisinde duruyor. Bu düzenlemeler ile millet tanımları getirilmiştir; Osmanlı ülkesine bağlı, Arap milleti, Ermeni milleti, Rum milleti tanımları yapılmıştır.

II. Mahmut’un, ‘Bütün milletlerime eşit mesafedeyim; birini havrada, öbürünü Kilisede, diğerini Camide görürüm’ sözleri zihinlerdedir. Ümmet teklifi, o dönemin/Tanzimat’ın gerisine düşen bir öneri oldu. Peki böyle teklifler neden oluyor?

Türkiye’de 1923 sonrası oluşturulan laiklik, otoriter bir laikliktir ancak laiklik, Cumhuriyetin en önemli öznesi olmuş ve kabul görmüştür. 1923 sonrası inşa edilen laikliğin tonu ve tanımı gözden geçirilebilir ama laiklikten vazgeçilmesi çok başka bir şeydir, İslami bir rejim demektir. İstenilen, Türkiye’nin laik ve demokratik bir ülke olmasıdır. Ümmet vurgusu aslında laikliğe karşı bir pozisyona işaret ediyor çünkü vatandaşlığı İslam dini esasına göre inşa ediyor. Yıllar önce Necmettin Erbakan da bunu gündeme getirmişti.

Laikmetreyi çalıştırdığımızda görüyoruz ki Türkiye’de gittikçe azalan bir laik düzen içindeyiz, bilhassa da eğitim alanında. Geçen hafta lise seçme sınavlarına ilişkin çok ciddi skandallar yaşandı, ona girmeyeceğim ama ülkede laik bir eğitimden, Türkiye’de devletin sunduğu laik bir eğitimden söz etmek mümkün değil.

Erdoğan’ın önerisine karşı bir öneride bulunabiliriz: “Madem öyle vatandaşlık için yeniden millet tanımı yapalım; Ermenileri, Süryanileri, Rumları vediğerlerini de katarak millet tanımını zenginleştirelim”. Osmanlı’da hepsi millet tanımının içindeydiler.

Devlet Bahçeli, “Cumhurbaşkanı yardımcıları Kürt ve Alevi olsun” demiş, şu ana kadar da yalanlama gelmedi. Öncelikle şunu belirtelim; Türkiye’de büyük çoğunluk, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen otokratik rejimin değişmesini ve demokrasiye geçilmesini, Yasama örgütünün güçlü olmasını istiyor. Mevcut rejimde başkan yardımcılıkları atamayla getiriliyor, atamayla gelen atamayla da alınır zaten. Türkiye’deki etnik mozaiğin demokrasi içinde demokratik mücadeleyle Meclis’e ve yönetimlere yansıması, temsil edilmesi lazım, doğru olan budur. Bahçeli’nin önerisi otokrasiyi onaylayan, devamını isteyen bir teklif olmaktadır.

Hep bazı örnekler verilir, “Ferit Melen’den Kinyas Kartal’a Kürt kökenli Meclis Başkanları, Başbakanlar ve Bakanlar sayılır ama Kürt haklarının çiğnenmesi hep göz ardı edilir. Bahçeli’nin önerisi aslında otokrasinin tescilini öngörüyor.

Ö.M.: Evet, bu noktada ben de izninizle bir ilavede bulunayım; en büyük riyakarlık örneklerinden bir tanesi olarak da sayılabilir, sürekli olarak sizin de verdiğiniz örnekte olduğu gibi, “Meclis başkanlığına kadar yükselebilmiş, milletvekili de olmuş daha ne istiyorsunuz?” gibi bir üslup vardı. Sizin söylediğiniz, altını çizdiğiniz nokta çok önemli, demokratik temelli bir yapılaşma olmadığı zaman bunların sadece göstermelik bir anlamı olabiliyor, onu da bir kez daha belirtmekte yarar olabilir.

A.B.: 1923’ten sonra, çok partili dönemde de örneklerini görmedik mi? Musevi kökenli birisi milletvekili yapılırdı. Demokrasinin olmadığı, demokratik parlamenter rejimin işlemediği durumda bunlar tadımlık gösterilerdir.

Ümmet vurgusunda ve ‘Başkanlar Alevi ve Kürt olsun’ vurgularının da , ‘Masada CHP olursa İmamoğlu çıkabilir’ vurgusunun da çok fazla açıklamaya ve açıklığa muhtaç olduğunu düşünüyorum.

Bakırhan, ‘Masada CHP olursa Kürt sorunu çözülür, böylelikle demokrasi genişler, demokrasi genişleyince de İmamoğlu çıkabilir’ mi demek istedi, anlaşılmadı. İnsanların kafası zaten şüphelerle dolu, pazarlıklar sonucu mu tüm yaşanan gelişmeler?Erdoğan’ın görev süresinin uzatılmasına ilişkin Anayasa değişiklikleri için mi? Ver 400’ü al Kürt haklarını’ gibi mi? ‘Görev süremi uzat, yeniden seçilmemi sağla, ben de vatandaşlık tanımını değiştireyim’ gibi mi?Böyle pazarlıkların bir sonucu mu bu sözler sarf ediliyor? Bunlar dikkatle sarf edilmesi gereken hususlar. Bu tür yaklaşımlar çok tehlikeli olabilir, dikkat etmek gerekir. Bakırhan bu sözlerini açıklığa kavuşturmak zorunda.

Suruç katliamının 10. yıl dönümüydü, dündü değil mi?

Ö.Ö.: Dündü, evet.

A.B.: Suruç katliamı da diğer katliamlar gibi meçhulde kaldı. Meçhul 2015 yılında Haziran ve Kasım seçimlerini yaşadık. Haziran seçimlerinde iktidar çoğunluğu kaybetti, Kasım seçimlerinde Suruç, Diyarbakır, Reyhanlı, Ankara Garı gibi katliamların yarattığı toplumsal psikoloji ile aynı zamanda hükümet kurma oyunları sonucu erken seçime gidilmesiyle ibre iktidardan yana döndürüldü. Katliamlarla dolu vahim meçhul 2015 yılının katliam tablosu aydınlatılmadı. Ne Meclis, ne de iktidar tarafından bu aydınlatılmadı.

Suruç dosyası diğerleri gibi karanlık bir dosya; tutuklu tek bir sanık yok, sadece gar katliamından tutuklu bir sanığın bu katliamla da ilgisi olması nedeniyle tek bir kişi hapishanede bulunuyor ki o da mahkemelere getirilmiyor. IŞİD’in katliamları olduğu biliniyor, Suruç’ta 57 genç insan öldürüldü, pek çoğu da yaralandı. 2015 katliamları sonucunda yüzlerce insan öldü ve binin üzerinde insan yaralandı, sakat kaldı.

Ö.Ö.: Suruç’ta 33 kişi öldü sanırım.

Ö.M.: Evet, 33 kişi öldü. Ben de şunu ekleyeyim hemen; bu Suruç katliamı dolayısıyla yapılan bir toplantıda Tuncer Bakırhan da konuşuyor ve diyor ki, “Kmse demesin ki Suruç’taki 33 yoldaşımızı unutacağız. Bir tetikçi cezalandırılarak Suruç unutturulamaz çünkü Suruç bizim umudumuzdur, umut ışığımızdır. Suruç, Türkiye halklarıyla IŞİD barbarlığı arasında mücadele edenlerin dayanışmasıdır. Kürtler ve Türkler arasındaki barış köprüsüdür, demokrasi köprüsüdür. Emin olun ki her şeye rağmen o köprüyü ayakta tutacağız ve o köprü yaşayacak çünkü Rojava devrimi aynı zamanda 33 yoldaşımız gibi canını ve kanını vermiş, emek vermiş bütün yoldaşlarımızın sayesinde bugüne kadar ayaktadır”. DEM Parti basın bürosundan yapılmış bir açıklamadan bir bölüm okudum.

A.B.: Bu vesile ile dönemin başbakanı ve şu an Gelecek Partisi başkanı Davutoğlu’nun katliamlar sorulduğunda, “O dönemi bana anlattırmayın” açıklamasını hatırlamakta fayda var. Davutoğlu, defalarca tanık olduğu, bildiği şeyleri anlatması için davet edildi. Siyasi ibrenin dönmesine yol açan katliamlardı bunlar, HDP’nin en yüksek oy oranına sahip olduğu dönemdi, ülkenin kaderi ve rejimi değişti, çözüm süreci sona erdi, Dolmabahçe Mutabakatı yıkıldı ve katliamlar hala aydınlatılmadı.

2003 yılında El Kaide, İstanbul’da dört büyük eylem yaptı; iki sinagog, bir banka ve İngiliz Konsolosluğu bombalandı. Birinde ben de 150-200 metre mesafedeydim. Bu eylemlerde 60-70 kişi öldü, bine yakın insan yaralandı. Geçenlerde aklıma geldi, katliamların faillerine ve mahkemelerine baktım ve bir kişi hariç tüm bütün sanıklar salınmış, o bir kişiyi de kimse görmüyor. El Kaide, IŞİD’in dedesidir. El Nusra, El Kaide, İŞİD isimlerini almıştır. HTŞ’nin de amcasıdır. Hepi topu bir kişi hapishanede!

Ö.M.: Büyük bir adaletsizliğin yansımakta olduğunu rahatlıkla söylemek mümkün.

A.B.: Aydınlatılamayan katliamlar saymakla bitmez. AKP dönemi toplu katliamlara baktığımızda toplu bir karartmayla karşı karşıya kalıyoruz. İşte bu karartmaların olduğu ortamda barış süreci, İmralı süreci gündeme geliyor!

Çözüm komisyonu için toplantılar bu hafta mı başlayacak? Umarız hızlanır. Suriye Kürtleriyle, Mazlum Abdi ile ABD Ankara Büyükelçisi ve Suriye Büyükelçisi Barack arasında bir görüşme yapılmış ama yapılan açıklamalarda bir uzlaşmaya varıldığı belirtilmiyor. Geçen haftadan intikal eden hususlar kısaca bunlar.

Ö.M.: Sizin başlangıçta söylediğiniz, Meclis’e verilmiş kanun önergelerinden muhalefet partileri tarafından verilmiş olanların hiçbiri kanunlaşmamış. Buna karşılık madenciliğe açan Zeytinlikler Kanunu da hızlı bir oylamadan sonra hızla geçirildi ve bitti. Meclis de tatile girdi, o da büyük yankılar ve biraz da kavgalı bir ortam yaratmış.

A.B.: Verilen kanun tekliflerinin ve komisyonlardaki önergelerin nasıl değerlendirildiğine bakarak Meclis’in nasıl bir Meclis olduğunu anlarız. Meclis’in demokratik bir yapısı var mı? Partiler arasında diyaloglar açık mı? Böyle bir durum yıllardır yok , zaten Meclis’in gücü kaybolmuş durumda, sınırlı gücü var ama geçen hafta içinde yeni bir torba yasa ile cumhurbaşkanlığının yetkileri özellikle ekonomik kararlarda daha da arttırıldı.

Ülke Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle yönetiliyor, barış-çözüm sürecine ilişkin şüphelerin neden arttığını Meclis’e bakarak da anlamak mümkün.

Kürt siyasetinin çok uyanık olması gerekiyor. Ana muhalefet ile Kürt siyaseti arasındaki diyalog, kurulan köprü bombalanıyor, arasının açılması hedefleniyor, dikkatle yaklaşmak lazım.

A.B.: KKTC’yi ve cumhurbaşkanını ziyaret ettiğinde Erdoğan, “Bak barakada oturuyordun seni saraya taşıdık,” demiş.

Ö.M.: O bunun bağlantısı işte. Peki, çok teşekkür ederiz Ali Bey, hoşçakalın!

A.B.: Görüşmek üzere.

Ö.Ö.: Görüşmek üzere.