Derya Tolgay ve Nevin Sungur, Türkiye'nin önde gelen hat ve cilt sanatçılarından Profesör Emin Barın’nın torunu Emir Barın’la aile hikâyesine ve Barın Han’ın geleceğine dair keyifli bir sohbet gerçekleştiriyor.
Derya Tolgay: Herkese merhaba. Yeni yayın dönemine başladık. Ben Derya Tolgay. Dünya Mirası Adalar Açık Radyo’da yedinci yaşına giriyor. Sevgili arkadaşım Nevin Sungur bizimle. Bundan böyle Dünya Mirası Adalar’ı Nevin’le birlikte yapacağız. Elbette Gündüz Vassaf ve Fahri Aral’ın bize uzaktan destekleri devam edecek.
Ben bugün kendimi ev sahibi gibi hissediyorum. Hoşgeldin Nevin. Şimdi bir küçük özet girmek istiyorum. Prens Adaları’nın UNESCO Dünya Miras Listesi'ne girmesini sağlamak ve bu doğrultuda bir kamuoyu oluşturmak, Adalar'ın dünya mirası özelliklerini ortaya çıkarmak ve anlatmak için bugüne kadar 350’den fazla konuk ağırladık. Programın başında duyduğunuz sesler yedi sene önce İstanbul kıyılarına çakılan kazıklar ve doldurulan alanların hazırlık sesleriydi. Ada vapurunun, denizin, martıların, insanların, bisikletlerin ve adanın o zamanki ritmi olan nal seslerinin hemen hemen çoğunu kaybettik.
Nevin Sungur: Çok şükür ki kazık sesleri gitti.
D.T: Onun yerine Adalar’ımızın her tarafı adeta dolgu alanı oldu, kıyılar işgal edildi ve dört tarafı deniz olmasına rağmen denizlerimize ulaşamadığımız yerler oldu. Bugün burada tam da bunu söylemek, yerel savunuculuk yapmak ve sahaya inerek programlarımızı devam ettirmek istiyoruz. Nevin Sungur sahada, sahanın ve savaş alanlarının ötesinde gazetecilik de yapmış çok cesur bir kadın. Sözü ona bırakmak istiyorum.
N.S.: Öncelikle burada olmaktan çok mutluyum. Bunu içimde hissederek söylüyorum. Açık Radyo çok kıymet verdiğim, çok önemli olduğunu düşündüğüm bir emek. Ömer Bey’e sevgilerimi, saygılarımı iletmek istiyorum. İlk bu teklifle geldiğin zaman kararsız gibi görünsem de Açık Radyo’da olmak, emek vermek ve bunu Adalar üzerinden yapıyor olmak benim için çok değerli.
D.T.: Adalısın, yaz kış Ada’da yaşıyorsunuz.
N.S.: Evet. Adalar benim hayatımda hep bir şekilde var oldu. Ben Yalovalıyım, Yalova’da büyüdüm. Yalova’ya eskiden Şehir Hatları’yla gidiliyordu. Hep durağımız Adalar’dı ve oralar benim için bilinmez, hayal dünyamda çok imrenerek baktığım yerlerdi. 2011 süreciyle biz de yavaş yavaş Adalı olmaya başladık, eşimle birlikte şu anda ikametimiz orada. Adalar çok büyük bir miras, o mirası korumak için ne yapılması gerekiyorsa ben de hep ona katkıda bulunmak istedim. Adalarda gözümüzün önünde bir sürü sıkıntılar yaşanıyor. Türkiye’nin bir ufak ölçeği gibi. Türkiye’de neler, nereden, ne kadar zarar görüyorsa Adalar da aynı şekilde. Yöneticilere, kanun koyuculara, Adalar'ın geleceğiyle ilgili karar vericilere sesimizi iletmek için bir şeyler yapılması gerektiğini düşündüğüm için buradayım.
D.T.: Bugün bu mirası sürdüren bir konuğumuz var. Türkiye’nin önde gelen hat ve cilt sanatçılarından Profesör Emin Barın’nın torunu Emir Barın. Barın ailesi beş kuşaktır hem kendi miraslarını devam ettiriyor hem de bir ada yaşamları var. Biz şu anda Burgazada’da Emir Barın’la birlikte arka fonda martı, vapur ve birçok doğa sesiyle beraber şahane bir sohbet yapmaya niyetlendik. Emir, Barın ailesinin, Barın Han’ın ve hat sanatının mirasını devam ettiren kişi. Bize biraz ailenden bahsedebilir misin?
Emir Barın: Geldiğiniz için çok teşekkürler. Dedem Emin Barın hat sanatına getirdiği yenilikler, cilt sanatında yaptığı üretimler, grafik tasarım alanındaki çalışmaları ve Mimar Sinan Akademisi’ndeki hocalık dönemiyle birçok alanda bilinen biri. Emin Barın'ın babası ve dedesi de hem mücellit hem hattat, babasının müderrislik geçmişi var. Bolu’da yaşıyorlar. Bolu’da tabii çok küçük bir yer. Bahsettiğim 1800’lerin sonu 1900’lerin başı. Emin Barın'ın babası müderris olunca birçok insana eğitmen olarak dokunma imkânı buluyor. Bu vasıflar Emin Barın’a da geçmiş ve küçük yaşta öğretmenlik yolunda ilerlemiş. Öğretmenlik okulunu bitirdikten sonra Gazi terbiyesinde Ankara’ya giderek resim-iş bölümünü bitirmiş. Bolu’ya dönerek 1933 yılında Berk Köyü’nde öğretmenlik yapmış. Öğretmenliğe 20 yaşında başlıyor. Sonrasında Almanya yıllarıyla beraber tamamen kendi üretimine odaklanıyor. Leipzig’de kitap sanatları üzerine eğitim alıyor. Weimar’da atölyelerde çalışıyor; cilt ve yazı üzerinde çalışmalar yapıyor. Sonrasında İstanbul’a gelerek hayatını burada kuruyor. 1950’lerden sonra hem atölyesindeki üretim yapmış hem de Mimar Sinan Akademisi’nde uzun yıllar emek harcamış biri.
N.S.: Barın Han’ı o dönemde, Türkiye’ye geldikten sonra mı kuruyor?
E.B.: İlk geldiğinde Barın Han çok küçük bir yer. Alt katında bir cilt atölyesi var. Üst katında da kayınpederi, kayınvalidesi ve onun annesi yaşıyor. Onlar da Bolulu bir aile. Bolu’dan gelenler üst katta kalıyorlar. Bolu'yla ilişki hep sürmüş. Barın Han 1949 yılında kuruluyor. 1960 yılında yan binanın da alınmasıyla beraber inşaat oluyor. Muhlis Türkmen'in gözetiminde ve Ünal Bey’in mimari yönetiminde bugünkü hâlini alıyor. Barın Han’nın mimarisi 1960’larda nihai hâline geldi diyebiliriz.
D.T.: Şu anda bienal mekânlarından biri olarak kullanılıyor. Biz de bir programımızı oradan canlı yayınla yaptık. Açık Radyo da bir sanatçı olarak bienalde yer aldı. Barın Han’ın devamıyla ilgili projeleriniz neler olacak? Bir de bienal süreciyle ilgili neler söylemek istersiniz?
D.B.: Bienal bizim için gerçekten yoğun bir dönem oldu. Bildiğiniz gibi Açık Radyo oraya geçici bir istasyon kurdu. Onun detayları, kurulumu ve sonrasındaki bütün performanslar ve etkinlikler çok yoğun geçti. Barın Han’da uluslararası projeleri ve uluslararası sanatçıları ağırlamaya devam edeceğiz. Türkiye’den sanatçılara alan açmaya da devam edeceğiz. İnisiyatiflere çok önem veriyoruz.
N.S.: Barın Han’da sanat vahası gibi bir ortam yaratmışsınız. Hem dededen gelen bir miras var orada hem de kültürel bir miras. Barın Han projesi nasıl gelişti? Orayı bir otel yapmak yerine kültürel bir vaha yaratmaya nasıl karar verdiniz?
D.B.: Burada Emin Barın'ın vefatından sonra babam, halam, eniştem, babaannem, ablam, kuzenlerim ve ben devreye girdik. Büyük bir karardı. Yirmi sene boş kalan bir binadan bahsediyoruz. Çemberlitaş’a, bölgenin turistik bir bölgeye dönüşmesiyle beraber, endüstriyel üretim yapan firmaların taşınması söz konusu oldu. 2000’lerde de tamamen boşaldı. Her yer otel oldu. Barın Han’ı otele dönüştürmeyi ailede kimse istemedi. Tabii bu zaman zarfında çok sayıda proje geldi. Çünkü çok merkezî bir yerdeyiz. Divan Yolu’na bir dakika mesafedeyiz. Barın Han’ın kültür ve sanat alanı olarak devam etmesini babaannem çok istedi. 2019’da biz ilk sergimizi yaptığımız zaman, o zaman 93 yaşında olmasına rağmen bizi telefonla sık sık arayarak uzaktan desteğini hissettiriyordu. Ailenin tamamı buranın korunması için destek verdi. Dokusu olan bir yer, bu anlamda arka planda her zaman danıştığımız bir grup insan da var. Nasıl koruyalım, nasıl devam ettirelim? Ahşap, mermer, taş alanlar var. Bunların hepsi ayrı konservasyon tekniğiyle devamlı korunuyor. Temizliği bile özel olarak yapılıyor.
N.S.: İlk projenin ateşi birazcık senin harekete geçmenle ortaya çıkmış, değil mi?
E.B.: Evet, öyle söyleyebiliriz. 2018’in sonunda böyle bir dönüşüm başladığı anda ben bunu öne attım. Yurt dışında gittiğimiz örnekler ve gördüğümüz bütün projeler, sergiler, endüstriyel binalar artık bu tarz yerlere kayıyor. Gittiğimiz, görüşmeler yaptığımız bütün sanatçılar bundan çok heyecan duyuyor. Biz de bunu neden İstanbul'un en tarihi semtinde yapmıyoruz? Kültürel bir geçmişi olan bu binayı tekrar özüne döndürelim istedim. Herkes çok destek verdi. İlk başta bu büyük alanı nasıl yöneteceğimizi düşündük. Hâlâ da bunu düşünüyoruz.
N.S.: Yani bir devlet desteği almıyorsunuz.
E.B.: Devlet desteğinden ziyade halkın desteği var, Bütün sanatçılar buradan çok mutlu ayrılıyor. Bu da bizi daha da motive ediyor. Onların bu deneyimi başkalarına anlatması, buradaki projeleri de çeşitlendiriyor. Gerçekten herkesin desteği var. Ama devletin destek verdiği bir kurum değiliz. Bir ailenin kaynak ayırdığı, efor harcadığı bir kurumuz. Ama umarız ki destekler alırız. Manevi destek alıyoruz. “Herhangi bir ihtiyacınız var mı?” diye soruluyor. Bu bile Türkiye’nin bugünkü şartlarında sanat sektöründe bence önemli.
D.T.: Babaannen çok şanslı. Gezi kuşağından bir torunu var.
E.B.: 35 yaşındayım, Y jenerasyonu olarak adlandırılıyoruz. Biz eskiden hep şikayet eden, hep daha fazla isteyen bir jenerasyon olarak görünüyorduk. Ama bence Gezi’yle beraber bu algı bizim içimiz de değişti. Eğer aksiyon almıyorsanız, eylemde bulunmuyorsanız, şikayet etmeye de hakkınız yok diye düşünülüyordu. Şimdi eski İstanbul’dayız. Ben biraz daha şanslı bir insandım çünkü eski İstanbul’la çok sık gelme imkânı buluyor ve çok etkileniyordum. “İnsanlar niye buraya gelmiyor? Biz burayı terk etmişiz” diyerek hayıflanıyordum. Aileyle de bunu konuşurdum. Gezi’den sonra “Biz aksiyon almazsak, bir alan açmazsak, bunu söylemeye de hakkımız yok” diye düşündüm. Barın Han’nın tekrar kapısını açmasında motivasyon kaynağı olarak benim hissiyatım var. Çünkü gerçekten de bir alan açmayı, eski İstanbul’a insanların gelmesi için bir vesile yaratmayı istedim. Sonrasında yine de gelen olmuyorsa tabii ki şikayet etme hakkımız var. Ama önce bu aksiyonu almalıyız, bu eylemde bulunmalıyız diye düşündüm.
N.S.: Peki, neden buradayız?
E.B.: Ben şu anda kedimle birlikte aile evinde yaşıyorum. Bugün hâlâ Burgazada’dayım. Babamla annem çok sık gelirler. Onların 35 yıllık bir geçmişi var Burgazada'da. Aslında Emin Barın'ın, Nejla Barın'ın Büyükada geçmişi var. Onlar 60’lı yıllardan itibaren Büyükadalılar. Daha sonra Ağaçlı’ya taşınmışlar. Ağaçlı dediğimiz yer Karadeniz kıyılarında. Babam ve annem Burgazada'yı daha sonra keşfediyor. 90’lardan beri burada yazlarımızı geçiriyoruz. Dört yaşımdan beri yazları Burgazada’dayım. İstanbul’daki ev kapatılır, her şey alınır ve Haziran ayında adaya taşınılır. Eylül ayında da İstanbul'a geri dönülür. Şu anda bu sistemi devam ettiriyorum. Doğalgazın gelmesi, ısıtma sistemlerinin artmasıyla beraber Burgazada’da yaşamak biraz da kolaylaştı. O yüzden belki ilerleyen yıllarda daha da uzun kalırım diye düşünüyorum.
N.S.: Ada’da çocukluğunu geçirmiş ve şimdi tekrar kalıyor olmanın sana etkisi ne oldu? Bu suyu, bu havayı, oksijeni düşündüğüne ne geliyor aklına?
E.B.: İstanbul gibi bir metropolde yaşayıp sonra bu kadar doğayla iç içe olabileceğimiz bir yerde yaşamak çok fantastik geliyor. Buraya gelmek bile bana çok haz veriyor. Vapurda o yolculuğu yapmak, deniz yoluyla farklı düşüncelere sevk ediyor insanı. Hem kendinizi dinliyorsunuz, hem düşünceye giriyorsunuz. Aklınıza projeler geliyor. Kendi girişimlerimde ve hayatımda bunun çok faydasının olduğunu düşünüyorum. O yolculuğun insanı iç huzura erdirdiğini düşünüyorum. O önümüzdeki senelerde her gün İstanbul’a git gel yapacağımı görüyorum ve bundan da hiç üşenmiyorum.
D.T.: Neoliberal yaşam politikaları içerisinde muazzam bir tarihi miras sürdürüyorsunuz. Bütün bunlara karşı direnerek var olmak, aidiyet duygularınızı taşımak çok kıymetli. Gelecekle ilgili hayal kurmuşsundur eminim. Barın Han’la ve Barın ailesiyle ilgili neler var hayalinizde?
E.B.: O hayaller hep aklımızda. Barın Han’ın kapısını açarken de hayaller kurduk. Bir arkadaşım geçen gün söyledi: “Daha Barın Han açılmadan İstanbul Bienali’nin bir parçası olmayı düşünüyordun” dedi. Ben bile unutmuşum bunu söylediğimi. Şu anda uluslararası alanda sözü geçen, yurt dışından sanatçıların gelip iletişim kurabildiği, hem geleneksel sanatlar hem de çağdaş sanatın bir arada bulunduğu, köprü görevi gören bir alan olmayı hayal ediyoruz. Bu bizim için çok değerli. Çünkü Emin Barın da, ailesi de, benim babam da bu yolda ilerlemiş: Gelenekle geleceği birleştirme yolunda. Barın Han’nın bu şekilde bir köprü kuracağını ve yurt dışında bilinen, Türkiye’nin geleneksel hafızasını ve geçmişini, kültürel mirası merak eden insanların ve üretim yapmak isteyenlerin bir araya geldiği bir merkez olmasını hayal ediyoruz.