Bir Ada, Üç Kuşak: Aykaç Ailesi

-
Aa
+
a
a
a

Dünya Mirası Adalar'da Derya Tolgay ve Nevin Sungur, Kınalıada’da iz bırakan Aykaç ailesinin üçüncü kuşağı; ekonomi ve yönetim alanında uluslararası düzeyde önemli çalışmalara imza atmış duayen isim Prof. Dr. Ahmet Aykaç ile bir araya geliyorlar.

""
Kınalıada ve Türkiye tarihinde iz bırakan Aykaç ailesi
 

Kınalıada ve Türkiye tarihinde iz bırakan Aykaç ailesi

podcast servisi: iTunes / RSS

Derya Tolgay: Herkese merhaba. Dünya Mirası Adalar programında birlikteyiz, ben Derya Tolgay.

Nevin Sungur:Ben Nevin Sungur.

D.T.: Teknik masada arkadaşımız Andrei Gritscu’ya ve destekçimiz Leyla Celalyan’a çok teşekkür ediyoruz.

Bugün Kınalıada'da iz bırakan Aykaç ailesinin üçüncü kuşağı ekonomi ve yönetim alanında uluslararası düzeyde önemli çalışmalara imza atmış duayen bir ismi, Prof. Dr. Ahmet Aykaç'ı ağırlamaktan büyük mutluluk duyuyoruz. Hoşgeldiniz efendim.

Ahmet Aykaç: Çok teşekkür ederim.

N.S.: Hoşgeldiniz Ahmet Bey.

D.T.: Kınalıada ve Türkiye tarihine damgasını vurmuş Aykaç ailesinin üç kuşak boyunca biriktirdiği kültürel ve entelektüel mirası konuşmaya başlamadan önce Ada ile ilgili haberleri iletmek istiyorum size.

İlki, Burgazada'daki birinci derece doğal sit alanı Marta Koyu'nun Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından Adalar Belediyesi'ne kiralanmasına karşı çıkan Marta Koyu Dayanışması ve Adalılar birlikte eylem yaptı. Daha önce hukuka aykırı bulunarak iptal edilen ticari kullanım planlarının bu kez belediye eliyle hayata geçirilmek istendiği, geçmişte koyun korunması için dava açan belediyenin bugün izlediği tutumun çelişkili olduğu belirtilerek kira sözleşmesinin iptali istendi.

Bir diğer haberimiz de Adalar Belediyesi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve İSTAÇ ve İBB Çevre Koruma ve Kontrol Dairesi işbirliğiyle hayata geçirilen geleceğe dönüş İstanbul projesi konusunda. Adalarda atıkların türlerine göre ayrıştırılarak toplanması ve dijital olarak takip edilmesini hedefleyen bir proje bu. İstanbul'da da bir ilk olacak olan bu akıllı sıfır atık modeliyle Adaların doğal ve kültürel mirasının korunması amaçlanıyor. Büyükada'da pilot bir bölge olarak başlayacak bu projenin giderek tüm İstanbul’da uygulanacağı belirtiliyor.

Son haberimizle de Heybeliadalı arkadaşımız Volkan Narcı'yı kutlamak isteriz. Marmara Son Sığınak belgeseliyle Boğaziçi'nin Çevreci Belgesel Ödülü’nü aldı.

Şimdi dilerseniz konuğumuzu kısaca tanıtacağım.

N.S.: Zor olacak kısaca anlatmak ama...

D.T.: Efendim, kısalta kısalta gidiyorum. İstanbul doğumlu ama esasında Kınaladalı doğumlu - artık orayı açar anlatırsınız bize nasıl oluyor. Robert Koleji'den sonra Columbia Üniversitesi'ne uzanan akademik yolculuğu var. Sonrasında da dünyanın sayılı okullarında öğretim üyeliği ve yöneticiliği yaptı. Sabancı Üniversitesi'nin kurucu mütevelli heyetinde yer aldı. UNESCO başta olmak üzere uluslararası birçok kurumda görev aldı. Bugün ise uluslararası kuruluşlara ve özel sektöre danışmanlık yapmayı sürdürüyor. Akademik çalışmaları, yayınlanmış kitapları, makaleleri ve verdiği konferanslarla ekonomi ve yönetim alanında duayen isimlerden biri kendisi. Bu özeti hazırlarken burada duralım demenin hiç kolay olmadığını belirterek sözü sana veriyorum Nevin.

N.S.: Apaçık Radyo’nun 30. yıl kutlaması için kısa bir süre önce Ömer Madra ve arkadaşları olarak sizi konuk etmiştik, ne güzel sizi burada yeniden ağırlamak, tekrar hoşgeldiniz.

Şöyle başlayalım isterseniz; siz üç kuşaktır Kınalıadalısınız. Ailenizde de hem Ada’da, hem de Türkiye'de iz bırakan isimler var. Dedeniz Fazıl Ahmet Aykaç eğitimci, milletvekili, şair, mizah yazarı. Babanız Eşfak Aykaç ise bir futbol insanı. Dedenizin ismi bir caddeye verilmiş durumda.

A.A.: Babamın da verildi.

N.S.: Peki Kınalıada aileniz üzerinde nasıl bir iz bıraktı?

A.A.: En başta iltifatlarınız için teşekkür ederim, beklentileri yükselttiniz, heyecanlıyım şimdi. Bizim ailenin üzerinde Kınalı'nın hakikaten çok ama çok büyük etkisi vardır ki şimdi bir takım hadiseleri anlattığım vakit ortaya çıkacaktır zaten. Ailenin yapısını ve birbirleriyle olan ilişkisini çok etkilemiş bir yerdir Kınalıada.

N.S.: Ailece Kınalıada’ya gitme nedeni neydi?

A.A.: Dedem Fazıl Ahmet Bey'in kardeşinin ciğerlerinde rahatsızlık vardı. Doktorlar hastalığına iyi gelir diye, arasında Adalar’ın da olduğu birkaç yerden bahsetmiş ve dedeme Adalar yakın gelmiş. Önce ailecek gidip Büyükada'ya bakmışlar ama “Burası ada mada değil, kocaman bir şehir,” demişler.

N.S.: Hangi yıllardan söz ediyorsunuz?

A.A.: 20. asrın başından. Dedem ve babaannem dışında ailenin tamamı orada doğma, dolayısıyla çok eski. “Adaya benzemiyor burası” diye Büyükada'yı beğenmemişler, Heybeli'ye gitmişler ama, “Yürüyorsun yürüyorsun bir türlü yokuşa varamıyorsun. Burası yapyassı, sevimsiz bir yer,”deyip Heybeliada’dan da vazgeçmişler. Burgazada'yı da çok dik bulmuşlar. Kınalı'ya geldiklerinde ise burayı tam ayar bulmuşlar.

Kınalı’da düz alan var. Adanın Burgaz'a bakan ucu Jarden dediğimiz bir bahçeydi, futbol sahası oradaydı. Öbür tarafına İstanbul'a bakan kısmına doğru giderseniz ise Küçükçukur, Büyükçukur oraları da yüksekti. Bu arada çok güzel güneş batar oralarda, harika güneş batar olur oralarda. Burayı beğenip yerleşmeye karar vermişler ve Ada’ya gitmeye karar vermişler. Daha doğrusu dedemle babaannem, bir de dedemin kardeşi Ada’ya gitmiş. Büyük amcam, Müşfik Aykaç, orada doğmuş. Ona Ada’da ‘Ulu Çınar’ derlerdi. Kasları masları yerinde, böyle ağaç gibi yürüyen, kocaman bir adamdı amcam.

Eşfak Aykaç 

Babam da orada doğmuş. Babam onun gibi güçlü kuvvetli değildi ama çok sempatik biriydi. Bundan birkaç yıl evvel galiba futbol federasyonun 100. kuruluş yılı içindi sanırım, İstiklal Caddesi’nde Tünel'e kadar her elektrik direğine bir meşhur futbolcu resmi koyup, onun hakkında bir takım bir şeyler yazmışlar. Ben Tünel'e doğru tam geldiğimde bir de baktım ki Eşfak Aykaç’ın da resmi var. Onunla ilgili de bir sürü güzel şeyler yazmışlar ama bir de şunu demişler, “Çelimsiz olması nedeniyle vücutla kavga edemeyeceği için ayağı çabuktu.” Ben de bunu babama anlattım; terbiyeli bir radyoda onun cevabını pek aktaramayacağım ama çok kızdığını söyleyeyim.

D.T.: Ama kendisi milli takımın beyniydi, bunu da belirtelim.

A.A.: Evet, evet.

D.T.: Sizin aile albümünden paylaştığınız çok kıymetli fotoğraflar var, onları sosyal medyamızda paylaştık, ilgilenenlere duyurulur.

N.S.: Kınalıada ve ailenizden devam edersek...

A.A.: Kınalıada hakikaten diğer adalara benzemeyen bir yerdir. Ada'nın nüfusunun çoğu Ermenidir, sonra da Ada Rumları gelir. Sayı olarak en altta Türkler vardır ve Ada içerisinde kimin ne olduğuna ilişkin bir gerginlik, bir kavga vaki değildir. Yani inanılmaz. Oraya geldiğinizde kafanızda olan bir takım varsayımlar ya da toplumdan duyduğunuz şeylerin hiçbiri tutmaz.

Sağ başta ağabeyi Çakıl, ortada Ahmet Aykaç, solda Erdal adlı adalı arkadaşı

Ben küçüklüğümde neredeyse her gün başı çıplak, ayağı çıplak çıkardım evden.”Yahu bu çocuğa bir şey mi oldu, öldü mü kaldı mı?” falan diye hiç kimse merak etmezdi çünkü ben boğuluyor olsam üç kişi atlar çıkarır beni dışarı. Yaramazlık yapsam azar işitirdim. Sonra babama da söylerlerdi. Hakikaten kocaman bir aile gibiydi orası. Adanın tepesinde Manastır dediğimiz yerde, esasında papazlarla, rahibelerle falan kalan yetim Rum kızları kalırdı. Tabii ben ve benim yaşımdakiler günün yarısını orada geçirirdi ama “Sen Türksün niye bizim kızlara asılıyorsun,” diye de hiç sorun yaşamadım.

Benim şu andaki karakterimin yapısının temel taşlarının atıldığı yer orasıdır diyebilirim ki babamın da öyle. O adada doğmuş zaten, ben İstanbul’da doğmuşum. Babamın en yakın arkadaşı Bartkev Abi Ermeni ustabaşı.

D.T.: Çok başka türlü, çok kültürlülük son derece olağan bir şey, zenginlik orada.

A.A.: Evet, çokdoğru.Mesela ailemin tamamı Ermenice bilir.

N.S.: Öyle mi?

A.A.: Evet. Ben de bilirdim fakat herhalde babamın devrinde insanlar birazcık daha terbiyeliydi. Bizim devrimizde benim öğrendiğim Ermenice, terbiyeli insanlar arasında konuşulamaz.

D.T.: Ailenin bu mizah yeteneği müthiş. Bunu sizde de, Fazıl Aykaç'ın şiirlerinde de görüyoruz. Şimdi müsaadenizle kendi sözleriyle okumak istiyorum. "Ben tıpkı obur bir adam gibiyim. İçtimai hayatta ne kadar pehrizkar isem fikri hayatımda da o kadar abur cuburcu bir adamım. Neler okumam ki felsefe, hukuk, riyaziyat, sanat..içtimaiyat, eski lisanlar, astronomi, sosyoloji… Fakat son zamanlarda daha çok siyasi, edebi, felsefi eserlere meyallim.” Çok güzel anlatmış.

A.A.: Çok güzel anlatmış ama şunu söylemek istiyorum; Kınalıada’da kimse bana “Git kitap oku,” demedi. Bir adım geri atayım. Yurtdışında yapılan pek çok analizlerde, araştırmalarda okulda çocukların başarılısı başarısızı arasındaki fark nedir sorusunun cevapı için IQ’suna falan bakılmıyor. Büyürken evlerinde kütüphane olup olmadığına bakılıyor. Kütüphanesi olan çocukların hemen hepsi meraklı. Zihnen çok da akıllı olmasa bile pek çok konu hakkında bilgi ve öğrenme zevki olan bir çocuk. Bizim evdeki kütüphane akıl almayacak bir kütüphaneydi.

D.T.: Dededen devredilerek gelen bir kütüphaneydi değil mi?

A.A.: Evet, dedemin Fazıl Ahmet'in kendi seçtiği kitaplardan oluşan kitapları - hepsi değilse de çok büyük bir çoğunluğu bende duruyor onların. Felsefe kitabının yanında ayakkabıcının bilmem neyi nasıl yaptığı kitabı var yani ne istersen var orada ve dedem çok açık bir adamdı.

60’ların başı Kınalıada’da futbol ve basketbol sahalarının olduğu alan Jarden, lokanta ve kahve.

Bir hikayemi anlatayım çabucak; o size gönderdiğim resimde gördüğünüz arkadaşlarımın çoğu Ermeniydi. O kızlardan bir tanesiyle adı Tamara’ydı, biz büyük aşk yaşıyoruz o zaman ve Ada’da herkes de biliyor Ahmet ile Tamara'nın aşkını. Başka bir arkadaşın ablası bana geldi dedi ki, “Sen heveslenme. Tamara ile siz bir yere gidemezsiniz.” “Niye gidemeyiz?” dedim. “Siz bize ne yaptınız?” dedi. Eve gittim ve dedeme dedim ki, "Biz Ermenilere ne yaptık?” Dedem bana ders verir gibi yapmadı, “Böyle bir hadise var,” diye doğru kelimeleri kullanarak anlattı. Yani ben daha 13 yaşında o kelimeleri, ne anlama geldiklerini, ne yaptıklarını biliyordum. Bunu bildiğin vakit dünyaya başka türlü bakıyorsun.

Ada’ya baktığınız vakit, hakikaten oradan katı, ırkçı, mırkçı birileri çok ender çıkmıştır. Bir de insanları çok yaramazdı. Mesela bu Eşfak Aykaç, ismi kocaman bir adam. Bankanın müdürü, milli takımcı, Macarları yenmiş koskoca Eşfak Aykaç ama bunların en büyük esprisi, akşamüstü giderler eşekçilerin ahırından eşek çalarlar, gidip birinin kapısına bağlarlar, sonra da o evin kapısına taş atarlar. Ev sahibi dışarı çıkmak için kapısını açmaya çalışıyor. Eşek dışarıda bağlı olduğu için çıkamıyor. Küfür ediyor, bunlar da gülüyorlar. Kazık kadar adam bir de bunlar... Şimdi onları görünce bana da her şey mübah gibi geliyor tabii. Hakikaten böyle büyüdük. Orada çok başka türlü bir hürriyet havası vardı. Hele o yaşlarda, o hava içinde büyüdüğün vakit, ileriki yaşlarda dünyaya hakikaten başka türlü bakıyorsun ama iyi taraflarından bir tanesi, unutmuyorsunuz, hakikaten unutmuyorsunuz. Bir takım şeylere çok hassas oluyorsunuz o zaman; kullanılan kelimelere dikkat ediyorsunuz Bir şeyi tarif ederken düşman gibi tarif edebilirsin, olduğu gibi tarif edersin. O ırkçı söylemler, şunlar bunlar tırmalıyor o Kınalıadalıları, bir faydası olmadığını görüyorsun.

N.S.: 6-7 Eylül, Kıbrıs gibi sonraki kırılmalara siz şahit oldunuz mu? 

A.A.: Olmaz olur mu? 6-7 Eylül'de bizim Ada karakolunun komiseri ve babam da dahil olmak üzere bir takım büyükler, İstanbul'dan bağıra çağıra gelen bir vapuru yanaştırmadılar iskeleye. Vapur geliyor, çımacı çımayı almıyor yani inmesine imkan yok ve kalktılar gittiler. Hafta sonları spor müsabakaları olurdu başka adalarla, İstanbul'dan gelecek ekiplerle. Futbol oynanır, basketbol oynanır. O futbol takımıyla beraber bir sürü hır gür çıkaran hırtlar da gelirdi. Gençler olarak bizim birinci işimiz Ada’nın kızlarının namusunu korumaktı. Dolayısıyla rahatsız edecekler diye biz yaklaştırmazdık çünkü bunlar İstanbullu hırtı, terbiyesiz falan ama Ada’da öyle bir sahiplik vardı, kimsenin kapısı kapanmazdı, kilitlenmezdi. Ben Ada’da kilitli kapı hatırlamıyorum.

N.S.: Siz Lefter'i oynarken izlediniz mi ?

A.A.: Lefter bizim Adalı değil, Büyükadalı.

N.S.: Biliyorum ama hiç futbol maçlarına falan denk geldiniz mi?

D.T.: Nasıl ayrımcılık yapıyorsunuz öyle o ada, bu ada diye. Adalar hepimizin.

AA: Evet, o kontekst içerisinde yaşasın ama size özetlediğim gibi, ben ilkokul falan dışarıda okudum. O maç 56 yılındaydı. Babam tek seçiciydi, stadyuma götürdü, soyunma odasına gittik. Şimdi ben böyle bakınıyorum, oradan biri geliyor, “Aa, Eşfak abinin çocuğu,” falan diyor - Metin Oktay. Öbürü geliyor, “Ne güzel bu böyle,” diyor - Lefter. Öbürü geliyor, seviyor - Turgay Şeren. İnanılmaz keyifli bir iş. Bir de bir maç olduğu vakitte insanlar, oradaki insanlar, kapıcılar beni tanıdıkları için açık ve hatta kapalı tribüne gittiğim vakit, "Geç abi, geç," derlerdi, ben tıkır tıkır maça girerdim. Böyle şeyleri vardı.

Fazıl Ahmet Aykaç dostu, grafiker-tasarımcı İhap Hulusi Görey ile. - İhap Hulusi Görey’e Kulüp Rakısı'ndaki şahısların kim olduğu sorulur. "Büyükada'da bir kulüpte oturmuş, Fazıl Ahmet ile rakı içiyorduk" der. "O an bir fotoğraf çekildik ve sonra bu resmi çizdim. Yüzü bize bakan benim, arkası dönük olan da şair ve yazar Fazıl Ahmet."

D.T.: Ben tekrar dedeye gelmek istiyorum; hem mizah, hem keyif, hem de entelektüel… Meşhur bir etiket var. Anasonlu üzüm içeceği etiketi - malum ancak bu kadar diyebiliyoruz. Bu etiket o zamanın önemli grafik ustası İhlap Hulusi'nin. Dedenizle çok keyifli sohbetleri var ve onu da resmetmiş etikete, o da böyle gelmiş günümüze.

A.A.: İki tane politik şiirini okuyayım ki bir tanesini herkes biliyor;

Hele var ki bir tablo
Görse şaşar Anibal,
Ördeklerden bir filo
Bir de kazdan amiral.

Devrin hükümeti. 

Sandım ki siyaset bir tatlı çörektir. 
Gördüm ki fakat nispi kireç nispi kepektir.  
Torbalarla yalanları birbirlerine atarlar. 
Tatarcıklar şahlanır, pirelere satışırlar.


Bu da bizim memleketin hükümet meclis kavgalarının... 

N.S.: Şimdi olsa yazamazdı bunları.

A.A.: Yok, ben bunu söyledim diye bile başım derde girebilir.

DT: Yahya Kemal ile de muazzam atışmaları, ona yolladığı şiirler var. Neyse bunları programa sığdıramasak da merak edenler için paylaşacağız. O da müthiş bir şey: Virenbağ şiiri.

A.A.: Orada da öyle bir grup var. Yahya Kemal'ler, Hasan Ali'ler... Şaka değil, her biri çok iyi şair olmasına rağmen hepsi der ki Fazıl bizden daha iyi hiciv yapar.

Bir hikayesini daha anlatayım Fazıl Bey’in; 90'lı yılların başında hastalanmış ki artık zaten asrın başında, 1884'te doğmuş. Biri, dedemin yaşgününde Dante'nin Inferno’sunun İtalyanca orijinal kitabını getirmiş, Dedem yedi lisan konuşur ama İtalyanca bilmezdi. O yaşında oturdu, İtalyanca öğrendi. Dante'nin Inferno'sunu orijinalinde okudu.

D.T.: O zaman hemen ben şair ve yazar Ali Canip Yöntem'in kendisiyle ilgili söylediklerini eklemek istiyorum; "Şahsına münhasır, özgün, seçkin bir ediptir. Nazmında ve düz yazısında ince ve temiz bir mizah vardır. Burada şunu da eklemeli ki Fazıl Ahmet Bey yalnızca bir şakacı değildir. Mizahı ahlak üzerine dayalıdır. Zaten mizah edebiyatın ahlakla en ilişkili türüdür. Fazıl Ahmet Bey fantezi olarak yazdıkları dışında güçlü kalemiyle hep insanın ve yaşamın güçlüklerini yermiş, erdemi elçiliği aşılamıştır başkalarına.”

A.A.: Dedem diye söylemiyorum, hakikaten öyle bir adamdı yani şaka değil. Koskoca Fazıl Ahmet Ada’da çöpçüyle yanyana oturur, yarım saat konuşur ve dinlerdi. Sırf konuşmaz, o da ona kendisinin bilmediği bir dünyadan bir bilgi getiriyor diye konuşurdu, dinlerdi.

N.S.: Güzel zamanlarında yaşamışsınız Ada’nın.

A.A.: Hakikaten lüks bir hayat oldu o. Bir de üstelik ailemin içinde hiç kimse para nedir bilmez. Fazıl Ahmet'i Atatürk dört bir tarafa gönderirdi. Yedi lisan biliyor, nereye gitsek bir şeyler anlatıyor ve sürekli gelip dermiş ki, “Fazıl Bey, bak devletin sana verecek parası yok ama sen bütün bu işleri yapıyorsun. Hiç değilse Ada’da bir arsa beğen, sana o arsayı devlet hediye etsin. Orada bir bina yap, içine gir otur.” “Yok paşam, devletin işi bu yapılır,” diye de kabul etmezmiş dedem. Biz sonra “Dede niye öyle yaptın ya?” diye dalga geçerdik.

N.S.: Çok sağolun, gerçekten çok güzel günlere götürdünüz.

D.T.: Süremiz de bitmiş.

A.A..: Hakikaten başka türlü keyifliydi.

N.S.: Şanslıymışsınız.

A.A.: Evet, hakikaten bir iki hadiseyi bir kenara koyarsanız, bizim büyüdüğümüz o devir Türkiye'nin bir masumiyet devriydi yani kızılması gereken şeylere kızıyordu insanlar, saçma sapan şeylerle uğraşmıyorlardı. Bir hikaye daha anlatayım.

D.T.: Programımız bitmiş, biz sonra devam edelim.

A.A.: Bitti mi?

D.T.: Bitti maalesef, kesiyorlar.

N.S.: Andrei hiç affetmez.

A.A.: İstediğiniz gibi oldu mu?

D.T.: Bizim için yeni yıl hediyesi gibi oldu. Bizi dinlediğiniz için çok teşekkür ederiz. Bugün konuğumuz üç kuşak Kınalıada'da iz bırakan Aykaç ailesinin kıymetli üyesi Ahmet Aykaç'tı.

Nevin Sungur, Meral Mutlu Madra, Ömer Madra, Ahmet Aykaç ve Derya Tolgay

NS: Bugün Kınalılığı bir tarafa bırakalım ve beraber Adalar hepimizin diyelim. Adalar hepimizin!

A.A.: Adalar hepimizin! Adalar hakikaten çok güzel yerler. Şaka değil, çok güzel yerler. UNESCO ile ilgili de bir şeyler yapıyorsunuz galiba, çok faydalı.

D.T.: O konuda da bir başka programda sizin tecrübelerinizden yararlanacağız. Böylece bir program sözünü almış olduk. Hoşçakalın, çok teşekkürler.