Türkçe popun 60 yılı… İlk Türkçe pop şarkısı ‘Bak Bir Varmış Bir Yokmuş’ ile başlayıp, bugüne kadar gelmiş altmış yıllık bir hikaye… Öncesine giderek popu hazırlayan şartlar, türler ve ardından geri kalan her şey. Sırayla, hikayeler ve seçilmiş şarkılar eşliğinde. Dünya haftalarca, hatta aylarca pop tarihimiz ile dönecek.
İlham Gencer’in seslendirdiği ve sözlerini Fecri Ebcioğlu’nun yazdığı “Bak Bir Varmış Bir Yokmuş” adlı şarkı ile başlar pop maceramız. Bu şarkı yayınlandıktan sonra, İngilizce - Fransızca - İspanyolca - İtalyanca şarkılar söyleyenler dahi, esmeye başlamış bu rüzgara karşı duramamıştır zaten. Önce Alpay, ardından Tülay German, Erol Büyükburç, Ay-Feri, Gönül Turgut, Ayla Dikmen, Tanju Okan, Başar Tamer ve diğerleri gelmiş, Türkçe pop dört bir yanda yankılanmaya başlamıştır. Son nokta da, 60’ların ikinci yarısında, ‘caz kalesi’nin düşmesiyle konacaktır. Bu kalenin komutanı kabul edilen ve ortaya çıkmış bu yeni müzik türünü, “kısa dönemli bir moda; bugün yarın unutulacak, geçip gidecek bir moda” olarak görmüş İsmet Sıral, yanıldığını kabul edecek ve etrafına dizilmiş, onu yalnız bırakmamış kadroya, “Serbestsiniz, Türkçe söyleyebilirsiniz!” diyecektir. Bu fetva sonrası da, Ayten Alpman ve Özdemir Erdoğan başta olmak üzere, çok zengin, çok tecrübeli bir kadro girecektir pop dünyasına. Popun kanatlanmasını sağlayan da, bu son nokta olacaktır zaten.
60’lar: Altın mikrofonun olayım, dola beni bel yerine
İlk şarkı yapılmış ve yayınlanmıştır; üstelik sevilmiş ve dört bir yanı da sarmıştır. Ama işte, asıl zorluk da o zaman başlamıştır. Yönünü pop müziğine doğru çevirmeye karar verenler, bir zaman sonra “Batı müziği, demek ki yabancı şarkılar” ve “Batı müziği evet ama, bizden şarkılar” olarak özetlenebilecek iki kampa ayrılmıştır. (Başını Fecri Ebcioğlu ve birkaç başka DJ’in çektiği) birinci akıma dahil olanlar için, durum çok sarihtir. “Bu bizim müziğimiz değildir. Bizim müziğimiz, yıllardır yapılan şarkılar-türkülerdir. Bu dışarda doğmuş, dışarda gelişmiş bir müziktir. Bu nedenle Amerika’yı yeniden keşfetmenin bir alemi yoktur. Adamlar harıl harıl çalışıp şarkı yaratıyorken, biz kendimizi neden zora koşalım ki; alırız onların şarkılarını, oturur (üstelik bazen de, bizzat yabancı sözlerden çeviri yaparak) Türkçeleştiririz; alın size pop işte; istemediğiniz kadar pop…” İşi daha geniş bir çerçevede alan ve bugün ya da yarını değil, bir on hatta yirmi yıl sonrasını düşünen-planlayanlar içinse, iş bu kadar kolay değildir; “boyacı küpü” hiç değildir. Bu konuda düşünmek, yeni yollar, farklı alternatifler bulmak-önermek gerekmektedir.
Doruk Onatkut’un tarihi önemi çok çok büyük “Kara Tren”i de, işte bu tartışmalar yaşanırken yola koyuldu. Onatkut, kırk yıldır rayların üzerinde ve “saz”ın mihmandarlığında yollara düşmüş “Kara Tren”e yeni bir kılık biçmiş ve onu “gitar”ın ellerine teslim etmiştir. Önce gitarın, ardından da Alpay’ın ellerine. Ve bu ikli, sonraları, çok sonraları “Anadolu Pop” adını alacak akımın öncüsü olmuşlardır. “Kara tren” farklı bir kılık ile yollara düşmüş, pop daha daha zenginleşmenin başka bir imkanını elde etmiştir.
Devrim niteliğinde bir başka gelişmeye de, Erdem Buri ve Tülay German ikilisi sebep olur. Bu ikili, işi bir adım daha ileri çekerler. Onlar da, “Bu iki yol da gayet iyi; evet ama hiç mi yeni bestemiz olmayacak bu yeni türde?” diye sormuş ve bunun için “sıfırda şarkılar”a da ihtiyaç olduğunun altını çizmişlerdir. Çizmekle de kalmamışlar; Ruhi Su’dan Melih Cevdet Anday’a kadar uzanan yetkin bir kadroyla görüşmelere başlamış, yabancı ya da geleneksel ezgilerin dışında melodiler-dizeler aramaya koyulmuşlardır.
İşin devamı daha da parlak gelecektir. Dönemin en çok satan gazetesi Hürriyet’in düzenlediği Altın Mikrofon yarışması başta olmak üzere çok sayıda yarışma ya da festival, pop müzik alanında yol almak isteyenlere şans tanıyacak, Türkçe popun her evde çalınmasına-dinlenmesine sebep olacaktır. Fikret Kızılok, Cem Karaca, Moğollar gibi sonradan “en en en star” konumuna evrilecek isimler çıkacaktır bu tür yarışmalardan. Ve bu isimlere Barış Manço, Hümeyra, Selda ve Edip Akbayram gibi isimlerin katılmasıyla da, işin “bizden” tarafı başını alıp gidecek, plak satışları bir hayal, bir rüya olarak kabul edilen “milyon” barajını da aşacaktır.
70’ler: Büyüklük sende kalsın sonunda
Böyle zengin, böyle parlak bir biçimde girildi 70’li yıllara. Hümeyra “Olmasa” ve “Kördüğüm”, Selda “Tatlı Dillim” ve “Katip Arzuhalim Yaz Yare Böyle”, Barış Manço “Dağlar Dağlar” ve “İşte Hendek İşte deve”, Cem Karaca “Dadaloğlu” ve “Demedim mi”, Alpay “Fabrika Kızı” ve “Dağların Gözyaşları”, Fikret Kızılok “Yumma Gözün Kör Gibi” ve “Söyle Sazım” ile Türk popuna taklalar attırmaya başlamıştır. Her yeni plak ile müzik firmalarının kasaları para ile dolmakta, her yeni plak ardından onlarca başka plağı çekmektedir.
Ve derken, darbe oldu.
60’ların hemen başı ile birlikte, “Ordunun yönetime el koyması” gibi dudak uçuklatıcı bir gelişmeye alışmış-alıştırılmış bu topraklar, yeni bir “DARBE” ile yüz yüze gelmiştir. Siyasi ya da ekonomik durum ile her zaman paralel bir biçimde seyreden pop müziğini de, elbette etkileyecektir bu gelişme. Anadolu pop kulvarında koşmakta olanların büyük bir bölümü, eleştiri dozunu artıracak, işi iyice sertleştireceklerdir. Onlar sertleştirdikçe de, “Ben de istemediğiniz kadar hücre, istemediğiniz kadar hapishane var; buyrun içeri!” diyecektir darbeciler.
Artık “aranjman” adı ile anılmaya başlamış “yabancı şarkıların üzerine Türkçe söz yazma” akımının, yeniden yükselişe geçtiği bir dönem olacaktır bu yeni dönem. Birkaç yıl sonra, Şanar Yurdatapan ve Melike Demirağ’ın emsalsiz bir şekilde dile getirecekleri-eleştirecekleri bir dönemdir bu: “Ye, iç, eğlen, gül, oyna; böyle gelmiş bu dünya, böyle gider üzülme, sen bak keyfine; şarkılar böyle söyler, böyle söyler masallar, gazeteler, antenler, renk renk sinemalar…” Bu “ye-iç-eğlen” dönemi, 60’lı yılları “orta karar bir yorumcu” olarak geçirmiş Ajda Pekkan’ı ve ona benzer birkaç başka ismi tepeye çıkaracaktır. Darbecilerle, darbecilerin içeri tıktıklarıyla zerre kadar ilgilenmeyen bu yeni “camia”, keyfine bakacak, bakmakla kalmayacak, bunu bize de önerecek ve “Aldırmayın; size ne, siz keyfinize bakın,” diyecek ya da demeye gayret edecektir.
80’ler: Her şeyin bir bedeli var, öde Firuze
80’lerin başında, aslında pek sıkıntı yok gibi görünmektedir. Sıkıntı vardır var olmasına ama TRT’nin başını çektiği Eurovision elemeleri-seçmeleri, popun bayrağının hala yükseklerde dalgalandığı yanılsamasına sebep olmaktadır. Giderek büyüyen sorunlar, ya dile getirilmemekte, ya da görmezden gelinmektedir. Ancak 12 Eylül ile birlikte herkes kış uykusundan uyanır, Hanya’yı-Konya’yı görmek zorunda kalır. Bir darbe daha olmuş, bir kere daha yaşam-huzur-düzen bozulmuş, aileler-arkadaşlar dağılmış, herkes ya saklanmak ya da başını kuma gömmek zorunda kalmıştır.
Böyle bir atmosfer ya da yaşamın hakim müziği de, elbette “şen şakrak pop” olamayacaktır. Herkesin sığınmak istediği dizeler-melodiler, günün anlam ve önemine binaen ağdalı ve acılı-acıklı olanlardır. Böyle olduğu için de Ümit Besen’in öncülüğünde “piyanist şantör”ler saracaktır ortalığı. “Şikayetim var!” diye söze başlayacaklar ve ufak ufak “Hoş geldiniz sayın bilmem nerenin genel müdürü ve kıymetli eşleri hanımefendi bilmem kim… Şeref verdiniz, teveccüh mü ne ettiniz, şu bu…” (Sıkı bir müzisyen olan ve 60’larla birlikte popüler müzik dünyamıza bir giriş yapan Ferdi Özbeğen hariç) piyanist şantörlerin tamamı, 60’larda uç vermiş ve son derece haysiyetli-sağlam bir müzik türü olan arabeskin adını yalnızca kötüye çıkarmakla kalmayacaklardır; günümüzü-gecemizi de değiştirmeye talip olacaklardır. Birkaç yıl sonra tavernalarını şenlendirecek bir İktidar ile el ele vererek de, bunu başaracaklardır zaten.
Değer yargılarımızı, davranış biçimlerimizi, vücut dilimizi, hatta hatta mantık ve düşünme biçimimizi bile değiştirecektir bu dönem. O güne kadar “erdem” adı altında öğrenilmiş her şey bir kenara konacak, bu kavramın yerine (tıpkı bizi biz yapan diğer kavramlarda olduğu gibi) “para” gelip oturacaktır. Herkes parası kadar konuşacaktır artık; parası olan yiyecek - içecek - gezecek - eğlenecek -konuşacaktır. Olmayanınsa yapacak bir şeyi yoktur; oturacak ve seyredecektir. Buna hem mecburdur, hem de zaten zenginimiz, artık seyredilsin de istemektedir.
Döneme uygun tellerden ilk çalmaya başlayan da Hakan Peker ve Aşkın Nur Yengi olacaktır. Peker ve Yengi yetişecektir imdadımıza; daha Yonca Evcimik “Abone”nin biletlerini cebine koymaya fırsat bulamamışken, bu iki genç aradan sıyrıldı ve birkaç yıl sonra “Patlama” olarak adlandırılacak bir dönemi açtı Türk popunda.
90’lar: Kız hepsi senin mi, bizim mi?
Keyifler yerindeydi işte. Yerindeyse de neye itiraz edecek, kimi kime şikayet edecektik. “Memuru işini bilen” bir iktidarın, hiç şüphesiz (beyazı-mavisi dahil) her renkten “yaka”lısı da havalardaydı artk. Uçuyorduk. Yastık altlarındakini çıkararak başladık işe; ardından bankalarda biriktirdiklerimizi çektik, tükettik. Sonra, daha sonra da imdadımıza taksitli-taksitsiz kartlar yetişecekti. “Yerli Malı Haftası”nı unutabilirdik artık; “Tutumlu ol!” çağrılarına da kulak asmazdık, olur biterdi.
Yeni tavır ve tutumumuza uygun bir müzik arıyorduk ve biz aradıktan sonra, sunmaya meraklısı zaten çıkardı. Çıktı da; çok çıktı hem de. Her gün yeni bir ses, yeni bir yüz ile karşılaşır olmuştuk. Bir bolluk vardı; bu alanda da durum, diğer alanların aynısıydı: Her şey boldu. Güzel kızlar, yakışıklı delikanlılar görmek istiyorduk artık; derli toplu olsunlar, kendilerine baksınlar, bize kendilerini beğendirsinler istiyorduk.
Başta Tarkan, Serdar Ortaç ve Mustafa Sandal olmak üzere çok çok sayıda şarkıcı çıktı ortaya. Hemen hemen hepsi de, “imaj” denilen mühim şeyin hakkını vermiş oluyordu. Hatta bu konuda ifrata kaçıyorlardı; bu imaj ya da imaj değiştirme işi önce her yeni albüm fırsat bilinerek yoklanacak; ama bir zaman sonra bu yetmeyecek ve “her klipte imaj değiştirme” kademesine geçilecekti.
Bu “Postmodern Çağ”ın getirdiği bir başka mühim farklılık da, yaşanan beste ve şarkı patlaması oldu. Herkes şarkıcı olmak istiyordu ama, şarkı yazarlarımızın-yaratıcılarımızın sayısı o kadar da bol değildi. Bu daralma ya da kriz noktasında, bilgisayarlar imdada yetişti. oldu. Hayret; meğer herkes beste yapabiliyormuş da, haberimiz yokmuş! Herkes beste yapıyor, herkes şarkı yazıyordu. İşe “herkes”in karışması da, elbette “tek tip”leşmeyi, aynılığı-sıradanlığı getirdi. Her şarkı, bir başkasının içinden geçiyordu. Her dinlediğimiz şarkı karşısında aynı ruh durumuna kapılıyorduk: “Ben bu şarkıyı daha önce dinledim!”
2000’ler: Her şeyi yak
Tek tip müziği, hep aynı-hep birbirinin içinden geçip duran şarkıları red edenler, “Biz bu çocukları hep çok kolay kandırdık, yine kandırırız,” düşüncesiyle sırtları sıvazlanıp durulmuş, genç alıcı-dinleyici kitlesi oldu. Müziği satın alanların yaşı giderek düşmüştü artık; gelip 12-14 yaş sınırına dayanmıştı. Ama umulmayan bir gelişme yaşandı. Bu kuşak bilgisayar ve internet ile büyümüştü; bu nedenle de, farklı ve kolay kandırıl(a)mazdı. Zaten çok beklemeye gerek kalmadan, restini çekti bu kuşak: “Biz annemizin-babamızın-amcamızın-teyzemizin dinlediği müziği dinlemek istemiyoruz. Biz, tıpkı o bilgisayar oyunlarındaki gibi, taş üstünde taş bırakmama konusunda bizi motive edecek müziği istiyoruz. Biz daha sert bir müzik istiyoruz; anlayın işte, rock istiyoruz…”
Böyle olduğu içindir ki, Duman aldı başını gitti; “her şeyi yak”tı geçti. Duman’ın tepeye kurulmasını da, “geçici bir durum; bugün var-yarın yok,” olarak anlayanlar, öyle yorumlamak isteyenler çıkmadı değil. Ama öyle değildi elbette; sular yükselmişti ve yükselen bu suların içinde boğulmamızı engelleyecek, bizi o istek ve güçle dolduracak şarkılar arıyorduk artık. Bu nedenle “dünyanın yalan söylediğini” haykıran bir grup Duman’ı zirvede yalnız bırakmadı ve oraya yerleşti. Bu nedenle bir rock patlaması yaşandı ve bu hala da devam ediyor.
Eh evet; bu rock patlamasını günübirlik şarkılarla paraya dönüştürmek isteyen, bu dalgayı da ceplerini doldurmak için bir fırsat kabul edenler çıkmadı değil. Ama sular yarım yamalak değil tam yükselmişti ve hemen hemen herkes “iyi” ile “kötü”yü çok kolay ayıklayabiliyordu. Kötü olanın tuzağına ancak kısa bir süre için düşülebiliyor, hal ve tavrın niteliği anlaşılır anlaşılmaz çöplüğe yollanıyordu.
Ama işte, bu güzel gelişmeye de “ekonomik bunalım” sekte vurdu. Sistemin, Marx’ın dahi hayal edemeyeceği kadar ağırlaşmış bunalımı, her şeyi önce yavaşlattı, sonra da tamamen dondurdu. “Buraya kadar!” dedi BüyükBaş ve Şürekası, “Artık para yok! Yatırım da, bütçe de yok. Ne haliniz varsa görün!”
Sonuç: Sağlam bir rövanş
80’lere benzer günlerden geçiyoruz. Stüdyolar boş. Yazan-yaratan vardır muhtemelen ama, hiç kimsede bu yazılanları-yaratılanları seslendirmek ya da kaydetmek için hal kalmadı. Stüdyolar boş demek, plak firmaları, prodüktörler, yorumcu ve müzisyenler oturuyor demek. Hele hele müzisyenlerin durumu, onların hali daha da içler acısı; parasızlık hüküm sürüyor o çevrede. Bir darbe daha mı demek bu? Bunun böyle olduğunu söyleyen çok. Çoğu “çizme düşkünü”, “kurtar bizi komutanım” çığlığı atıyor. Ama içinden geçtiğimiz günler, 60, 70 ve 80’lere paralellik gösterse bile, durum o kadar kolay değil. Bizi tepeden inerek yönetmekte gözü olanların, bu kadar çok televizyon, bu kadar çok radyo kanalı ile nasıl baş edeceğini bulması gerekiyor öncelikle. Yoksa, “Dar-be-mi-ih-ti-lal-mi-az-son-ra-ko-mu-tan-la-rın-ko-mu-ta-nı-az-son-ra-can-lı-ya-yın-da” çarkına kapıldılar mı, eski pozisyonlarını bile mumla arayacak bir hale gelebilirler. Elimizde tenekeler, arkalarından çalıp duracağız hepimiz: “Asmayalım da, besleyelim mi?” Rövanş, belki de böyle böyle alınacak.
Duman söyledi, Rashit söyledi, Mor Ve Ötesi söyledi bir yığın şey. Bunların tamamı bir kulaktan girmiş-diğer kulaktan çıkmış olamaz.
Usul usul birikti.
Bu nedenle, ne 12 Eylül’e benzer günlere dönmek kolay, ne de o günlerin ağır ve kanlı arabesk şarkılarına. Kapitalizm kendi kanında boğulduysa suç müziğin değil. Birileri nasılsa yazacak-çalacak-söyleyecek. Ve belki de Zardanadam’ın gördüğü (“Müzik bedava olsun!” diye özetlenebilecek) düş gerçeğe dönecek, biz bu şarkılara para vermeden kulak verebileceğiz.
Kara dağlar, çekilecekler aradan.