Yeni Şarkı-Nueva Cancion

-
Aa
+
a
a
a

Latin Amerika’yı önce edebiyatıyla tanımıştım. Ülkü Tamer’in güzel Türkçesiyle dilimize kazandırdığı şiir çevirilerinin yer aldığı Çağdaş Latin Amerika Şiiri Antolojisi 1980’lerin başında yayımlanmıştı. Bu hafta da Latin Amerika tutkunu- gezgini Hakan Şengün ile Latin Amerika’yı sınırlı bir sürede de olsa birçok farklı yönleriyle konuştuk, getirdiği müzikleri dinlettik.

Latin Amerika’yı önce edebiyatıyla tanımıştım. Ülkü Tamer’in güzel Türkçesiyle dilimize kazandırdığı şiir çevirilerinin yer aldığı Çağdaş Latin Amerika Şiiri Antolojisi 1980’lerin başında yayımlanmıştı. Nicolas Guillen’i, Miguel Angel Asturias’ı, Cesar Vallejo’yu, Ruben Dario’yu, Pablo Neruda’yı, Octavio Paz’ı, Rahip Ernesto Cardenal’i ve daha birçok adını bilmediğim şairi o kitapla tanımış ve sevmiştim.

Tabi öncesinde, ortaokul yıllarımda, birçok çocuk gibi Vasconselos’un Şeker Portakalı kitabı ile Brezilyalı küçük Zeze’yi tanımıştım. Hayal gücümün tıpkı Zeze gibi dizginlenemez bir hızla çalıştığı yaşlardaydım. Aslında Latin Amerika tutkusu, Zeze ile hayatıma girdi desem yalan olmaz. Sonra diğer edebiyatçılarla bu tutkum gelişti. Latin Amerika edebiyatının bana göre zirvesi Gabriel Garcia Marques’dir.

Edebiyat, kıtanın tarihine olan ilgimi de beraberinde getirmişti. 1971’de Uruguaylı gazeteci Eduardo Galeano’nun edebi dil ustalığını da kullandığı, adeta bir aşk romanı sürükleyiciliğinde, her okuyanın rahatça anlayabileceği bir tarzda kaleme aldığı Latin Amerika’nın Kesik Damarları kitabı 1983 yılında ülkemizde de yayımlanmıştı. O kitap bugün yaprakları sararmış da olsa hala başucumda duruyor. Yeni baskıları yapılmış da olsa aynı kitabı kaç kez okuduğumu hatırlamıyorum. Genellikle bugün de çok gerekmedikçe yeni kitap almıyorum. İkinci el kitap satan sahafları arşınlıyorum. Hem okunmuş kitabı daha çok seviyorum ve hem de bir tür dayanışma ekonomisinin yaşatılmasına katkıda bulunmaya çalışıyorum.

Yarın dergisinin 1980’lerin sonunda dergiyle beraber verdiği kasetler Latin Amerika müziğiyle tanışmamı sağladı.  And müziği, Latin Amerika folk müziği, İspanyol müziği ve rock müziği karışımlı müzikal rengi; değişim, demokrasi, yoksulluk- sömürü- eşitsizlik- sosyal adalet, insan hakları, emperyalizm, din, cinsiyet ayrımcılığı ve ırkçılık gibi konuları içeren politik sözleri-şiirleri ile insanın kanını kaynatan farklı bir müzikti.

Ağırlıklı olarak gitarın öne çıktığı şarkılarda quena, zampoña, charango ve cajón çalgıları da kullanılıyor. Şarkı sözleri çoğunlukla İspanyolca olmakla birlikte zaman zaman bazı yerel dillere de rastlamak mümkün.

Sonradan adının Yeni Şarkı-Nueva Cancion olduğunu öğrendiğim bu müzik 1950’li yıllardan sonra Güney Amerika’nın güneyinde, Arjantin, Şili ve Uruguay’da ortaya çıkmış. Özellikle Şili kırsal şarkı biçimi olan Cueca bu tarz müziğin en önemli kaynağı olarak gösteriliyor. En çok sayıda müzisyen Şili’den çıkmış olsa da, Nueva Cancion, İspanyolca konuşulan hemen tüm ülkelerde ve İspanya’da yaygın bir müzik tarzı olarak benimsenmiş. Bu tarzın öne çıkan isimlerine örnek vermek gerekirse Atahualpa Yupanqui, Mercedes Sosa, Victor Heredia (Arjantin), Violeta Parra, Victor Jara, İnti İllimani, Quilapayun, Patricio Manns, Angel Parra, İsabel Parra, Horacio Salinas (Şili), Daniel Viglietti, Alfredo Zitarrosa (Uruguay), Tania Libertad (Peru), Sembrador (Paraguay), Soledad Bravo, Ali Primera (Venezuela), Silvio Rodriques, Pablo Milanes, Carlos Puebla, Noel Nicola (Küba), Oscar Chavez, Eugenia Leon, Julio Soloranzo, Guadalupe Pinera (Meksika), Gilberto Gil, Caetano Veloso (Brezilya), Luis Lopez (El Salvador), Alex Nahuel (Guatemala), Carlos Mejia Godoy, Luis Enrice (Nikaragua), Andres Jimenez, Nicole Perez, Lourdes Perez (Porto Rico), Pedro Guerra, Caco Senante, Manolo Almeida (Kanarya Adaları), Joan Manuel Serrat, Lluis Llach (İspanya- Katalonya), Sangre Machehual, Sabia (California-ABD) bildiğim ve dinlediğim isimleri sayabilirim. Bugün de o yıllardaki kadar olmasa da bu ustaların yolundan yürüyen genç müzisyenlere ve müzik gruplarına rastlamak mümkün.

Sadece İspanyol dilinin konuşulduğu ülkelerde değil dünyanın birçok ülkesinde farklı dillerde bu müzikal form kullanılmış. Yeni Türkü de 1970’lerin sonlarında bu tarz müziğin bizim topraklarımızdaki ilk örneğiydi. Pablo Neruda’nın bir şiirinden adını alan Buğdayın Türküsü albümü 1979 yılında kaset olarak yayımlanmıştı. 12 Eylül darbesiyle tezgâh altına inen bu kaseti Karaköy’de bir kitapçı tezgâhında bulduğumu anımsıyorum. Sonra bu albüm CD olarak da yayımlanmıştı. Grup Yorum ve benzeri bazı grupları Yeni Şarkı tarzının ülkemizdeki temsilcileri olarak bugün de dinleyebilmek mümkün.

Uzun yıllar önce Brezilyalı küçük Zeze ile tanıştığım bu görkemli, gizemli ve görece yoksul kıtayla olan tutkulu ilişkim edebiyat, tarih ve müzikten sonra Latin Amerika sinemasıyla başka bir boyuta taşındı. Juan Pablo Rebella, Alfonso Cuaron, Sara Gomez, Fernando Solanas, Carlos Sorin, Patricio Guzman, Manuel Herrera, Fernando Mierelles, Nelsen Xavier, Pablo Larrain, FranciscoVargas, Hecto Babenco, Octavia Cortazar, Fernando Perez, Tomas Guiterez, İnnaruti ve adını burada sayamayacağım daha onlarcası, Latin Amerika şiirini, müziğini eşsiz görüntülerle harmanlayarak bugüne, bizlere taşıdılar, taşıyorlar. Araya fotoğrafı ve özellikle Brezilyalı fotoğrafçı Sebastio Salgado’yu da eklemeden geçemeyeceğim.

Müziğe dönersek çocuk yaşlarda hayatıma giren radyonun da etkisiyle her zaman Balkan ve Yunan müzikleri, Anadolu müzikleri benim için öncelikli olsa da Latin Amerika müziklerini de yıllardır tutkuyla takip ediyorum, biriktiriyorum, paylaşıyorum.

Bugün artık bu müziklere, filmlere ulaşmak çok kolay. Önceleri bu kadar kolay değildi. 2007’de asli işimden emekli olduktan sonra Beyoğlu’da Tarih ve Toplum Bilimleri Enstitüsü’nde çalışmaya başladım. Hatta bir kez Zapatista komutanı Zero’nun sevgilisini (şimdi adını anımsamıyorum) İspanyolca çevirmen İlker Özünlü aracılığıyla enstitüye davet etmiş ve unutulmaz bir söyleşi gerçekleştirmiştik. O günlerde enstitüde birlikte çalıştığım bir arkadaşım bir gün kolunun altında Latin Amerika müzikleri arşiviyle çıkıp gelmişti. Hazine değerinde bir hediye olmuştu benim için. Bugün de öyle.

Bu hafta o arkadaşımla, Latin Amerika tutkunu- gezgini sevgili Hakan Şengün ile Açık Radyo’da Babil’den Sonra programında Latin Amerika’yı sınırlı bir sürede de olsa birçok farklı yönleriyle konuşmaya, getirdiği müzikleri dinletttik.

Aslında Babil’den Önce programı yerine bir Latin Amerika şarkıları projesini radyo yapım ekibine önermeyi epey zamandır düşünüyordum. Hatta bu önerimi Hakan Şengün ile birlikte yapmayı düşünüyordum. Hakan için zaman uygun değildi ve belki hemen olmasa da gelecek yıllarda bunu radyoya önerebiliriz. Kim bilir? Galeano’nun kitabının isminden yola çıkarak “Latin Amerika’nın Kesik Damarlarından Sızan Şarkılar: Nueva Cancion” başlıklı bir program hayalimi gerçekleştirene kadar korumaya kararlıyım.

Şimdilik Babil’den sonra yeryüzüne yayılan seslerin kıtaya ait olanlarına mevcut programım içerisinde yer vermekle yetineceğim. Daha önce Arjantinli ozan Jorge Cafrune’yi çalmıştım, geçen hafta da Küba’dan Compay Segundo’yu anlatmaya çalıştım, şarkılarından örnekler dinlettim. Bu haftaki programı kaçıranlar Facebook Babil’den Sonra sayfasından programı dinleyebilirler.

Yazımı Ülkü Tamer’in çevirdiği bir şiirle bitirmek istiyorum.  Kübalı şair Pablo Armando Fernandez’in 1930’da kaleme aldığı bir şiir: Trajano “Türkü söylemek kolay değil, delikanlı/Her sözcüğü türküye bağlamak yetmez/ onları tutsak edip sonra uçurmak yetmez/ Takılırlar, düşerler, yuvarlanıp giderler/ Kaldırmak kolay değil onları/ kanatlarını incitmeden, teker teker/kolay değil onlara kişilik vermek/soluk vermek, güç vermek kolay değil/Bir ses yaratmak gerek o sözcüklerden/türkünün istediği bir ses/ acıdır, delikanlı, türkü söylemek/Türkünün güzelliğine bakma sakın/önceki karanlığı düşün ve sessizliği/o buluşmadan doğmuştu sözcük/ve sözcüğün yarattığı aydınlık.”

Önce kaos vardı. Karanlık ve gürültü vardı. Konuşmaya başlamadan çok önce şarkı söylemeye başladık. Sonra dil geldi. Ardından aydınlık. Zaman geçti diller farklılaştı. Birbirimizi anlamakta güçlük çekmeye başladık. Sessizlik hâkim oldu. Sonra büyük bir kakafoni sardı ortalığı. Sesimiz hepten duyulmaz oldu.

Ahir zamanlardan geçtiğimiz duygusunu yaşadığımız günümüz dünyasında bir dil var ki hala dünyanın neresinde yaşıyor olursak olalım hala birbirimizi anlamamızı sağlıyor. Bu dil müziğin dili. Müzik ve sanat kuramcısı Jacques Attali, Gürültüden Müziğe kitabında sadece müzik dinlemenin yerini müzik yapmanın alacağı ve herkesin kendi müziğini yeniden yaratabileceği bir dünya tasarlıyor. Herkesin yeniden kendini keşfetmeyi, kendini sevmeyi öğreneceği, sonra da başkaları tarafından keşfedilmekten ve karşılığında hiçbir şey beklemeden vermekten zevk alacağı bir toplumu öngörüyor. Çok uzak diyebilirsiniz belki ama denemeye değer. Kübalı şairin dediği gibi kolay olmasa da takılıp, düşen, yuvarlanıp giden sözcüklere yeniden kişilik vermek, soluk vermek, güç vermek. Yeniden o yaralı sözcüklerden, arzuladığımız türkülerin-şarkıların istediği yeni bir sesi yaratmak zorunda olduğumuzu düşünüyorum.