10 Kasım 2010Taraf
Son iki haftayı yollarda geçirdim. Yolculuğun bir kısmı İtalya’da ve “tren”le iç içe geçti. Tren seyahati de yaptım bu sürede, ama trenle meşguliyetim bundan fazlasını içeriyordu. Bu kısmı, başka bir zaman ve imkânlar elverdiğince ayrıntılı anlatmak istiyorum.
İtalya’nın bir kentinden diğerine hızlı trenle giderken, “yüksek hız”ın hakikatle ilişkimizi derinden etkilediğini düşündüm yine. Yüksek hız, “hakikatlerimiz”i yerinden ediyor; “yerleşik hakikatlerimiz”i sarsıyor, muğlâklaştırıyor.
Bunun kötü bir tarafı yok; aksine, yerleşik hakikatlerle hesaplaşmak, çoğu zaman kendi sınırlarımızı keşfetmemizi ve aşmamızı sağlar. “Özgürleşme”ye değer verenler için, kıymetli bir imkândır bu. Ancak, “yüksek hız”ın bunun için iyi bir yöntem olduğundan ciddi kuşkum var. Daha samimi olayım; yüksek hız, yerleşik hakikatlerimizi sorgulamak için hiç de uygun bir yöntem gibi gelmiyor bana. Zira Milan Kundera’nın dediği gibi, “yavaşlık ile hatırlama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki var... Yavaşlığın derecesi hatırlamanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır; hızın derecesi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır.”
Oysa özgürleşme yolculuğu, kendini tanıma ve kendi olma arayışıdır aynı zamanda. Bu nedenle, yerleşik hakikatlerin kıskacından özgürleşmeye giden yolda, hafızanın rehberliği çok önemlidir.
Yerleşik hakikatlerimizi, hafızamızı canlı tutarak sorgulamanın yolu yok mu peki? Vardır elbet, hem de bir değil, birden fazla. Bu yolculuklar için yanıma Albert Camus’nün yeniden ve yeniden okumaktan bıkmadığım ve herhalde hiç bıkmayacağım kitaplarını almıştım. Geçmişe ve mekânlara yolculuklar kitabı olan Yaz’ın daha en başında şöyle bir şey söyler Camus: “Dünyayı anlamak için, bazı bazı ona sırtımızı dönmemiz gerekir; insanlara daha iyi yardım edebilmek için, bir an onları kendimizden uzak tutmamız gerekir.” Yani bir süreliğine de olsa yalnızlığı seçmemiz. İşte size, yerleşik hakikatlerle aranıza mesafe koymanın “hız”dan farklı, hatta onun zıddı bir yöntemi.
Ama aynı paragrafta şu soruyu da sorar Camus: “Güç kazanmak için zorunlu yalnızlığı, usun toparlandığı ve gözü pekliğin ölçüsünün alındığı uzun soluğu nerede bulmalı?”
Bu sorunun cevabını, bu kitapla birlikte onun Tersi ve Yüzü adlı eserinden süzmeyi tercih ederim: Yolculuk, ama kalabalıklar içinde yürümekle geçirilen bir yolculuk! Camus’ye göre böyle bir “yolculuk”, bizi güvenli sığınaklarımızdan uzaklaştırır, alıştığımız desteklerimizden koparır, maskelerimizden yoksun bırakır ve böylece kendimizle yüz yüze getirir.
Buradan ülke gündemine geçmek istiyorum, ama hiç de kolay değil bu. Belki Camus’nün yardımıyla bir nebze becerebilirim bu geçişi.
Yaz’dan başladım, onunla devam edeyim: “Napoléon, Fontanes’a şu dünyada en çok hayranlık duyduğum şey nedir, biliyor musunuz? dermiş. Gücün herhangi bir şeyi kurmakta yetersiz kalması.”
Napoléon’un kastettiği “kaba güç”, “çıplak kuvvet”tir. Türkiye, bir süredir ‘çıplak kuvvet’in, ‘kaba güç’ün tahakkümünden kurtulmak için büyük gayret gösteriyor. Toplumsal barış ve demokrasi, tam da şiddetin yerini siyasetin, kaba kuvvetin yerini sözün aldığı bir uzun yolculuktur. Ebedî olmak üzere tasarlanmış hakikatlerin yerlerinden edilmesi kaçınılmazdır bu yolculukta. Bu hakikatleri hayatın ve devletin yegâne dayanağı olarak görenlere, korkularıyla yüzleşmelerini ve onların hâkimiyetinden kurtulmalarını sağlayacak bir şeyler yapmalarını tavsiye ederim naçizane.
Ankara’ya döndüğümde, posta kutumda, bu yolculuğun hassas diyalektiği üzerine değerli yazıların yer aldığı bir kitap buldum. Metis’ten çok taze çıkmış olan bu kitabın adı, Şiddetin Eleştirisi Üzerine. Aykut Çelebi hazırlamış, pek de güzel hazırlamış, ellerine sağlık.
Memleketin bu zor yolculuğunda tefekküre, tefekkür için de bu tür eserlerin yardımına ihtiyaç var.