Yoksa laiklik çağdaş bir bağnazlık mı?

-
Aa
+
a
a
a

31 Ocak 2008Zaman Gazetesi

Çünkü bu 'hakemlik ilkesi' bir yandan devletin her türlü inanç karşısında aynı mesafede durmasını ve herkesin başkalarına zarar vermeden kendi inancı doğrultusunda yaşamasını garanti altına alırken, herhangi bir inancın devlete egemen olmasının da önünü kesiyor. Dolayısıyla laikliği benimsemiş olan toplumlarda inanç üzerinden siyaset yapmanın anlamı kalmadığı gibi, bu inançların gelecekte üretebileceği şekiller ve çeşitlenmeler karşısında da nötr bir tavır alınmış oluyor. Bu durum, inanç alanında geleceğe ipotek koymayan bir anlayışın tezahürü... Diğer bir deyişle böyle tanımlanan, algılanan ve yaşanan bir laiklik, demokrat bir toplumsal düzenlemenin vazgeçilmez parçası...

Ne var ki her kavram gibi laiklik de sahip olduğumuz zihniyetin içinde şekillenir. Eğer bu zihniyet demokratlığa çok yatkın değilse, 'laiklik' kelimesi kullanılmaya devam edilse de, kavramın içeriği ve işlevi değişecektir. Nitekim nasıl demokrasiden hiçbir biçimde nasibini almamış bazı rejimler kendilerine 'demokratik cumhuriyet' deme gereği duymaktaysalar; aynı şekilde demokrat bir laikliği hazmedememiş toplumlar ve devletler de kendilerini ille de 'laik' olarak tanımlayabilirler ve bu 'laikliğin' bizatihi demokratlık olduğunu iddia edecek kadar cahilane bir tutum içinde olabilirler.

Türkiye'deki başörtüsü yasağı bu tür bir cahilane tutumun bizde de geçerli olduğunun ipuçlarını veriyor. Hukukî hiçbir temeli olmayan ve idarî işlemle sırf kıyafetinden ötürü bazı insanların kamusal alanda yer almalarını yasaklayan böylesine akıl dışı bir tasarrufta ısrar edilmesi nasıl açıklanabilir? Laik kesimin bir bölümünün başörtülüleri tanımadığını ve hatta tanımak da istemediğini; sadece ne pahasına olursa olsun onları kendi hayat alanlarının dışında tutmak istediklerini tespit ettiğinizde bu meselenin siyaseti epeyce aştığını anlıyorsunuz. Görünüşte psikolojik korkuları ima eden bu dışlama isteğinin ardında apaçık bir özgüven eksikliği var. Laik kesimin bir bölümü Türkiye toplumunu tüm çeşitliliği içinde kavramaktan aciz olduğu ölçüde, kendisini cemaatleştirmiş durumda.

İronik olan şu ki, geleneksel kesim olarak daha cemaatçi olması beklenen muhafazakârların cemaat kabuklarını kırmaya, dışa açılmaya meylettiği bir dönemde; 'modern' olduğu varsayılan laik kesimin bazı insanları kendilerini içe kapatacak bir cemaatleşmenin peşindeler. Buradan çıkarılabilecek sonuçlardan biri şudur: Başörtülü kişi, laik kesimin bazı üyeleri için 'olmaması gereken' bir insan türünü temsil etmektedir. Buradaki 'olmaması gereken' sözü fizyolojik olarak mümkün olmayanı değil, doğal olarak 'tercih edilemez olanı' ima eder. Bu mantığa göre tabii ki dünyada başını örten dindarlar var olabilir; ama onların 'bizim dünyamızda ve hayatımızda' yeri olmamalıdır.

Böylece 'bizim dünyamız ve hayatımızın' ne olduğu, nasıl bir şey olduğu sorusuna geliriz. Laik kesimin çoğunluğu bunu 'modern' ve 'çağdaş' kelimeleri ile betimlemeye çalışırlar. Söz konusu kavramlara atfedilen içerik ise dinsel inançlarından uzaklaşarak 'aydınlanmış', Batılı hayat tarzını benimseyerek 'ileri' bir medeniyet seviyesine ulaşmış olmayı ifade eder. Dolayısıyla 'laik' olmak bir kimlik sahibi olmak demektir... Öte yandan 'laik' kişi, bir önceki cumhurbaşkanının vurgulamaktan hoşlandığı üzere 'olunması gereken' kişidir. Bu 'laik' olanla olmayan arasında 'doğal' bir hiyerarşinin mevcudiyetine işaret eder. Diğer bir deyişle 'laik' olanla olmayan arasında eşitlik söz konusu olamaz; çünkü biri ileri öteki geridir. Böylece nötr bir hakemlik kurumu olarak laiklikten çıkıp, çağdaşlığın belirtisi ve taşıyıcısı bir kimlik olarak laikliğe varırız. Kimlik ise her zaman bireyi aşan grupsal bağları ima eder. Dolayısıyla Türkiye'de laiklik aynı zamanda yeni bir cemaatleşmenin dinamiği ve kıstası olarak işlevselleşmiş ve kendisini muhafazakârların 'üzerinde' bir konuma oturtmuştur. Bütün bu bakış açısının rasyoneli ise insanlık tarihinin 'çağdaşlaşmaya' dönük bir ilerleme olduğu ve bugün geri olanların yarın ileri olanlara benzeyeceği inancıdır. Öyle ki tarihin bu yasasını kabul etmemekte direnenler, örneğin başörtülüler; ancak irticaî bir unsur olarak değerlendirilebilirler.

Bu durumda laiklerin gözüyle laiklik iki işleve sahip olacaktır: Laik olmayanların laikleştirilmesi için bir düzenleme oluşturmak; ve laik olmayanların laik hayatı sabote etmesini engelleyecek tedbirleri almak... Yıllardan beri uygulanan utanç verici başörtüsü yasağının altında bu anlayış yatmakta.

Ancak burada, hazmedilmesi pek de kolay olmayan bir durum var: Türkiye'deki laiklik açıkça cemaatleştirici ve hiyerarşi üreten bir bakış. Kamusal alanın 'steril' kılınmasına, yani istenmeyen vatandaşların oradan uzak tutulmasına yönelik bir tutum. Kısacası bu laiklik, demokratlıkla ve demokratik bir rejimle çelişki içinde...

Hanioğlu'nun ilginç tespitleri

Karşımızdaki meseleye iki şekilde yaklaşmak mümkün: Biri en temel insan hak ve özgürlüklerini ihlal eden bu eşitsiz ve adaletsiz durumun ortadan kaldırılması için uğraşmak. İkincisi ise bu durumu anlamaya, laik kesimin nasıl bu hale geldiğini kavramaya çalışmak. Söz konusu alanda sıkça yazan ve ufkumuzu açan düşünürlerden biri de Şükrü Hanioğlu. Geçen günlerde 'Seçkinler, modernlik ve dindarlık' başlığı ile kaleme aldığı iki bölümlü makalesi gereksindiğimiz yanıtları içermekle kalmıyor, epeyce ilginç tespitlere de olanak tanıyor.

Hanioğlu'nun makalenin ilk bölümündeki sözleriyle "İkinci Meşrutiyet Dönemi Garpçıları"nın din konusundaki tezleri on dokuzuncu asır ortalarında Almanya'da gelişen ve vülger materyalizm (Vulgärmaterialismus) olarak adlandırılan bilimci (scientist) hareketin temel yaklaşımları etrafında şekillenmiştir... Geleceğin toplumunda bilim tüm insanlığın dini haline gelecek ve bu sayede her türlü inançtan arındırılmış, deneysel bilimin yol göstericiliği dışında hiçbir rehbere ihtiyacı olmayan yeni bir gerçeklik şekillenecekti... Garpçı entelektüellere göre, Batı'nın bilimin din haline geldiği topluma geçiş alanında daha fazla mesafe kat etmiş, bu hedefe daha çok yaklaşmış olmasının temel nedeni ciddi bir dinî reform yaşamış olmasıydı... Dolayısıyla henüz 'geçiş toplumu öncesi' karakterini taşıyan Osmanlı toplumu ancak ciddi bir dinî reform sonrasında sınıf atlamayı başaracaktı... Bu, Garpçıların, Cumhuriyet'e devrettikleri en önemli tezlerden birisidir. Bu tezin en çarpıcı yönü modern günlük yaşam ile din arasında telâfisi mümkün olmayan bir uyuşmazlık olduğu fikridir... (Bu) yaklaşıma göre din sadece bilimsel açıdan bir hurafe olmakla kalmıyor, aynı zamanda modernliğin, çağdaşlığın karşı tezini oluşturuyordu... Din olgusuna İkinci Meşrutiyet Garpçılığı tezleri çerçevesinde yaklaşan ve bunlara dayalı bir din siyaseti geliştiren erken Cumhuriyet bilimciliği, bir anlamda, on dokuzuncu yüzyıl Alman vülger materyalizminin, pek de öngörmediği, zaferidir. Bu yaklaşım, insanlık tarihinin bir din-bilim çatışması olduğunu, Batı'nın maddî gelişiminin altyapısının dinî reformlarla sağlandığını ve benzeri ıslâhât yapılmaksızın Türk toplumunun ilerlemesinin mümkün olmadığını savunmuştur... Cumhuriyet ideolojisi 'asrîlik' kavramını da Garpçı yaklaşım çerçevesinde değerlendirmiş ve ileri maddî gelişmişlik gösteren toplumların kültürel değerlerinin, davranış biçimlerinin 'evrensel', 'medenî', 'modern' ve 'asrî' olduğunu varsaymıştır."

Bu uzunca alıntı, Cumhuriyet'in devralmış olduğu ve sistematize edip siyasallaştırarak günümüze taşıdığı zihniyete güçlü bir ışık tutuyor. Laiklerin niçin böyle davrandığını, devletin inanç alanında demokratik bir yaklaşımdan nasıl bu kadar uzak olabildiğini daha iyi anlıyoruz. Görünen o ki Türkiye'de devlete ve laik kesime egemen olan zihniyet kendisini 'ileri', kendisine benzemeyeni ise 'geri' sayan ve bu ayrımı dindarlık üzerinden yapan bir bakışı ifade etmekte. Dolayısıyla da 'geri' olanı eğitmekten tutun, baskı altına almaya kadar uzanan bir dizi siyaseti meşru kılmakta.

Hanioğlu, makalesinin ikinci bölümünde ise "erken Cumhuriyet ideolojisinin" İkinci Meşrutiyet dönemi Garpçılarından farklılaştığı iki konu üzerinde durmuştu. Bunlardan biri Garpçıların dinin yerini dolduracak manevî yönü kuvvetli bir felsefe arayışlarına karşı Cumhuriyet'in böyle bir ihtiyaç duymaması ve bunun tabii neticesi olarak "bilim ve modernlikle uyumlu bir İslam yaratma" gayretinin öne çıkmasıdır. Diğer bir deyişle Garpçılar zaman içinde çağdaş bilimle 'uyumlu' hale gelecek bir dindarlığı yeğlerken, Cumhuriyet bunu yönlendirilmiş, zorunlu kılınmış bir dönüşüm olarak tasavvur etmişti. İkincisi, Garpçıların bilim adına dine karşı çıkmalarının milliyetçi bir yönü olmamasına karşın; Türkçülük akımından beslenen Cumhuriyet'e göre din, Türklüğün yüksek kültürünün gerilemesine neden olmuştu. Diğer bir deyişle zaten yüksek bir kültür olan Türklüğü geçici olarak geriletmişti ve etkisinin ortadan kalkmasıyla birlikte Türklük yeniden 'ileri' konumuna gelecekti...

Bilim adına ideolojik dayatma

Böylece dini ve dindarı baskı altına alacak bir ideolojik meşruiyet yaratılmış oldu. Garpçılar için modernlik bir aydınlanma ve bireyselleşme süreci idi... Oysa Cumhuriyet için modernlik, milliyetçilik üzerinden 'çağdaş' bir cemaatçiliğin ihya edilmesini ifade etti. Batı'da laiklik her zaman bilimle dini karşı karşıya getiren bir ideolojik mesele etrafında algılandı. Herkesin aynı kurallara tabi olduğu eşitlikçi bir bakıştı bu ve gelişmenin bütün toplumları aynı biçimde etkileyeceği inancı üzerine kurulmuştu. Buna karşılık bizde laiklik bizzat toplumsal kesimleri karşı karşıya getiren bir yönetim meselesi olarak tanımlandı. Toplumun dindarlık üzerinden ileri ve geri cemaatlere bölünmesi, bunlar arasında 'doğal' bir hiyerarşi ürettiği ölçüde ileri olanın geri olanı yönetmesini de meşru kıldı. Böylece geri olan cemaatin homojenizasyonu, denetimi ve gerektiğinde baskı uygulanarak engellenmesi sıradan bir uygulamaya dönüştü...

Cumhuriyet yönetimi iddia edildiğinin aksine demokrasiye aykırı ölçütlere sıkı sıkıya bağlı kalmayı bugün de sürdürüyor. Sergilenen otoriter zihniyet ise giderek daha da anakronik hale gelmekte, çünkü Garpçılar döneminde varsayılan 'bilimsel' temel de tamamen eriyip gitmiş durumda. Günümüzde dinle modernliği karşıtlık içinde gösteren ilerlemeci toplumsal bakışın bilimsellik bir yana, doğrudan cehaleti inanç haline getirdiği meydanda...

Hanioğlu'nun aktardığı detaylardan biri ise halimizi çok daha çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor. Cumhuriyet otoriter ve milliyetçi bir laiklik yorumunu sahiplenirken, "geleneği savunanlar bu tür yukarıdan aşağıya modernliğe uyumlu hale getirilen din yerine, dinin süreç içinde kendi kaynaklarına dayanarak modernliğe cevap vermesinin daha uygun olduğunu savunmuşlardır." Diğer bir deyişle Cumhuriyet döneminin gelenekçileri meğerse tamamen bilimsel bir bakışa sahiplermiş... Cumhuriyet ise bilimsellikle hiçbir ilgisi olmayan ideolojik bir dayatmayı 'bilim' sanmakla kalmamış, bu dayatmacılıktan bir de kimlik üretip, onu da 'çağdaş' saymış...