Ömer Madra: Açık Radyo’da Radyo ve Televizyon Yayıncıları Meslek Birliği (RATEM) Genel Başkanı Dursun Güleryüz’le beraberiz, konumuz fikri mülkiyet hakları, özellikle müzik endüstrisinde radyo ve televizyonlardaki kullanım hakları; çok karmaşık, defalarca konuştuğumuz bir konu. Bu konudaki son gelişmelerin bir dökümünü almak, özellikle yakında bir yasal değişiklik sözkonusu iken, iyi olabilir diye düşündük... Hoş geldiniz.
Dursun Güleryüz: Hoş bulduk.
ÖM: Son gelinen aşamaları bize bir özetlerseniz çok seviniriz.
DG: Elbette. Gerçekten de söylediğiniz gibi çok karmaşık ama bizi de yayıncılar olarak çok yoran bir durum. Temel kaynağımız olan müzik üreticileri ile bizi hiç olmaması gerekirken karşı karşıya getiren bir durumdur biliyorsunuz. Çok kısa bir süreç var, 2001 yılında bu 5846 sayılı fikri mülkiyeti düzenleyen yasada bir değişiklik yapıldı. Bundan sonra yaklaşık iki yılı aşkın bir süredir bu durum bir kangrene dönüştü; defalarca çözüm arayışları için biraraya gelindi.
Biliyorsunuz Türkiye’de meslek birlikleri var fikri haklar alanında, hak takibi yapan eser sahibi bağlantılı hak sahipleri, sanatçılarımız haklarını meslek birlikleri üzerinden takip etmeyi ve belki de doğru bir şekilde takip etmeyi tercih ediyorlar. Meslek birlikleri ile yayın kuruluşları karşı karşıya geldiler. Her iki tarafın da tabii haklı olduğu konular vardı, meslek birliği yapısı gereği hak takibi yapmak zorunda, yayın kuruluşu bu müzik eserlerine yer vermek zorunda. Ama bunun bir bedelinin ödenmesi lazım, yayın kuruluşları bunu “evet ödeyelim” diyor "ama karşımızda makul rakamlar bulamıyoruz" derken böyle bir kaotik ortam doğdu. O dönemden beri düzeltme çalışmaları yapılıyor.
Son defa, bu hükümette biliyorsunuz en son kültür bakanımız, daha doğrusu birleştikten sonra Kültür ve Turizm Bakanımız Erkan Mumcu döneminde taraflar biraraya geldiler, dediler ki: “Bu sorunu çözelim, bu sorunu çözmenin yolu yasa değişikliğinden geçiyor.” Bu kabul edildi. Öteden beri bu savunduğum bir şeydi biliyorsunuz, oysa hem kültür bakanlığı bürokratları hem de diğer meslek birlikleri bu yasa değişikliğini çok gerekli görmüyorlardı, mevcut yasa içerisinde bunun çözülebileceğini düşünüyorlardı, söylüyorlardı ama böyle bir noktaya gelindi.
ÖM: Bu noktada bir ufak konuyu açmamızda fayda olabilir. Neden bu yasa değişikliği gerekli? Neden sakıncalı bulduğunuz maddeler vardı?
DG: Yasa tekniğinden, belki yazım tekniğinden kaynaklanan birtakım problemler vardı. Bir taraftan da mevcut arayışlara cevap vermiyordu. Oysa yasalar biliyorsunuz hayatı kolaylaştırmak için, işleyişi sağlamak için yapılmış düzenlemelerdir. İşi kolaylaştıracağına zorlaştırıyordu. Birtakım teknik ayrıntılar var; mesela bizim kullandığımız literatürde eser sahibi hakları ve bağlantılı hak sahibi hakları diye birtakım düzenlemeler var. Eser sahibi hakkı dünyanın her yerinde asli hak sayılıyor, adı üstünde zaten diğer haklar komşu haklar, bağlantılı haklar.
ÖM: Yani esas olarak sanatçının, bestecinin hakları.
DG: Eserin sahibi besteci, söz yazarı ve aranjör; komşu haklar da yapımcılar ve icracı sanatçılar dediğimiz yorumcular, yani şarkıcılar ya da diğer alanlarda sinema oyuncuları gibi. Bu haklar bu yasada birbirine karıştırılmıştı, eşit hale getirilmişti bazı maddelerde, yani eser sahibi hakkı ile beraber bağlantılı haklar da, özellikle kullanımına izin verme ve yasaklama yetkisi tanıma konusunda eşit hale getirilmişti.
Radyo-TV'yi korsan statüsüne sokan tuhaflık
ÖM: Yani müzik şirketi izin verirse ancak müzik eserlerini çalabiliyordunuz gibi...
DG: Evet, eser sahibinden izin almış olsanız bile ayrıca bir de müzik şirketinden izin almanız gerekiyordu, teknikte yani uygulamada birtakım zorluklar çıkartıyordu. Bunun dışında, öteden beri biz, cezaların çok ağır olduğunu söylüyorduk: 2 yıl ya da 4 - 6 yıl hapis, yüksek para cezaları öngörülüyordu ve bu cezaların aslında korsan dediğimiz haksız kazancı engellemek için düşünülmüş, konulmuş cezalar olması gerektiğini, olduğunu, yasanın mantığından bunu çıkarmak gerektiğini, bir radyo televizyon kuruluşunun bir eseri kazara dikkatinden kaçtı veya anlaşamadı ya da izin almadı diye bu tarz yaptırımlara maruz kalmaması gerektiğini, çünkü bir taraftan da zaten radyo televizyon kuruluşlarının bunları kamuya iletmek, halka duyurmak asli işlevi olduğunu belirtiyorduk.
Yani bir eseri siz üretiyorsunuz, doğrudur ama bunu radyo televizyonlarla iletiyorsunuz. Bunu iletmek bir taraftan da, TRT’ye baktığımız zaman anayasal görev, bizim özel radyo televizyonlara baktığımız zaman da kamusal bir görev. Bunu iletmek zorunda olduğumuzu, bunsuz yapamayacağımızı, vs. belirtiyorduk ve bu tartışmalar uzayıp gidiyordu.
ÖM: Burada bir karışıklık da şundan kaynaklanıyordu hatırladığım kadarıyla, yani zaten olmaması gereken bir izni almadan çalmanın doğrudan doğruya bunu çalan televizyon ya da radyo kuruluşunu da korsan statüsüne sokmak gibi bir tuhaflık ortaya çıkıyordu. Yani kavram kargaşasının had safhası gibi bir şey oluyordu anladığım kadarıyla.
DG: Tabii, şimdi cevap hakkı doğurmayalım ama şöyle bir şey vardı: biz bu korsan yaftasını hiçbir zaman kabul etmek istemedik, kabul etmedik. Onlar da diyorlardı ki “Siz izin almadan yayın yapıyorsunuz, korsansınız, diğer korsanlardan ne farkınız var?” Oysa, tabii ki çok fark var, bu bir demagoji: bir eseri hiçbir hakkınız olmadan bir tane aslını alıp ondan onbirlerce, yüzbinlerce kopya yapacaksınız, bundan haksız kazanç elde edeceksiniz, tamamen emeğe, insan haklarına aykırı bir şekilde bunu sömüreceksiniz ve kendi kazanç hanenize yazacaksınız. Korsanlığın tanımlaması bu. Bir taraftan da aslı göreviniz olan bir işi yapıyorsunuz, bu eserlerin halkla buluşmasını sağlayacaksınız, ama bunun için bir prosedür tamamlamadığınız için diğer kategorideki insanlarla aynı kefeye konacaksınız. Bunu hep tartışıyorduk, hatta yine en son ben Ankara’da yine yayıncılarla yaptığım bir toplantıda “biz korsan değiliz” dediğimde televizyonlardan sözlerimin bu kısmı yayınlanmış, meslek birlikleri başkanları yine bana dediler ki...
ÖM: ..."hayır, siz korsansınız!"
DG: “...bunu ısrarla söylemeyin” dediler ama.
ÖM: Şimdi siyah göz bantlarımızı koyuyoruz birer gözümüze ve korsan oluyoruz.
DG: Gelinen noktada, bu yasa değişikliği konusunda hemfikir olduk. Kültür bakanlığı bana kalırsa doğru, yerinde ve güzel bir şey yaptı, iki tane arama konferansıyla tarafları biraraya getirdi, bütün meslek birlikleri başkanlarını tam güne yayılan toplantılarla sorunlar nedir, bunları masaya yatıralım ve tespit edelim, yazılı hale getirelim diye bir arama konferansı yaptı Mayıs ve Haziran aylarında. Daha sonra geçtiğimiz ay karar konferansı yaptı. Burada biz sorunlarımızı tespit etmiş, bunlar için ortak çözümler üretmiştik. Tabii ki bütün noktalarda anlaşmak mümkün değil ama en azından birtakım ilkelerde anlaşmış, birtakım ilkelerde tartışmaya bırakmıştık. Bu süreçten sonra top kültür bakanlığına geçti. Kültür bakanlığı bütün bu tartışmalar ışığında yeni bir yasa taslağı hazırlayacaktı ve biz bu taslak metin üzerinde bir tartışma yapacaktık. Bu gerçekten oldu, ancak büyük bir hayal kırıklığı yaşadım doğrusunu isterseniz.
ÖM: Neden?
DG: Çünkü bütün bu süreç doğru bir süreçti, yani arama konferansı ve karar konferansında çok hayati şeyler tespit edilmişti ki vaktimiz olursa ona da girmek istiyorum. Sadece radyo televizyon alanı ile ilgili olarak değil, fikri mülkiyete konu olan bütün alanlarla ilgili ve özellikle korsanın, yani bizim dışımızdaki gerçek korsanın önlenmesi ile ilgili çok önemli sonuçlara ulaşılmıştı. Bu taslak bunların büyük bir kısmını içermediği gibi diğer taraftan da özellikle yine radyo televizyonda kullanım konusunda yine çok karmaşık, yine içinden çıkılması çok zor, yine birçok açıdan handikaplar içeren bir metinle karşımıza çıktı. Biz tabii büyük bir sukutu hayale uğradık ve büyük bir tepki gösterdik.
"Bir sakat yasa doğuyor"
ÖM: Yine dönüp dolaşıp eski maddeler karşımıza çıktı yani?
DG: Evet biraz daha şekli değişmiş, hatta takla attırılarak ek maddelere konulmuş, hatta bir de bu yaptırım konusunda çifte, hatta üçlü yaptırım getirilmiş.
ÖM: Ağırlaştırılmış?
DG: Evet, bir yerde ağırlaştırılmış. Çünkü biz tek bir yerde, tek bir noktada toplanması gerektiğini söylüyorduk. Tezimiz şuydu: biz radyo televizyon yayıncılığı yapıyoruz, bunu yaparken gerçekleştirdiğimiz ihlallerle ilgili bize uygulanan yaptırım RTÜK eliyle uygulanmaktadır, RTÜK’ün her türlü yayın ihlali ile ilgili tespit edilmiş, yasası ile belirlenmiş yaptırımları vardır, “Biz sadece bunlara maruz kalalım” diyorduk. Yani “diğer haksız kazanç elde edenlerin maruz kaldığı hapis cezaları ve bunun dışındaki yaptırımlar olmasın” diyorduk. Çıkan metinde evet, RTÜK yaptırımları vardı, ama bununla beraber kültür bakanlığının kendisinin uygulayacağı uyarı ve para cezaları ve hapis cezalarının yolu da açıktı. Böyle bir metinle karşılaştık.
ÖM: Yani katmerlenmiş olarak?
DG: Evet. Düzenleme de çok karışıktı. Biliyorsunuz biz bir ders aldık geçmişten, bu 3984 sayılı yasanın değişikliği sırasında yasa metni TBMM’ye geldiğinde, başta tabii Açık Radyo olmak üzere çok büyük bir mücadele verildi. RATEM de o mücadelenin bir tarafındaydı “bir sakat yasa doğuyor, buna engel olalım” diye. Fakat TBMM’de bir şey yapmanın mümkün olmadığını gördük, çünkü yasa tasarısı oraya indiğinde, parti grupları bunun üzerinde karar vermiş oluyor ve onunla ilgili herhangi bir değişiklik yapma imkanı olmuyor. Şunu öğrendik: bürokratlar ya da teknokratlar bu yasa metinlerini yazıyorlar, bunu parti, metinlerini kabul ettikten sonra iş işten geçmiş oluyor. Onun için dedik ki, biz bu yazım aşamasında ne yapabilirsek yaparız, o yüzden Ankara’da bir toplantı düzenledik; 6 Kasım günü yayıncı meslektaşlarımızın katılımıyla...
ÖM: Bu toplantı geçen hafta mı yapıldı?
DG: Evet, buraya kültür bakanlığı bürokratlarını davet ettik. Kültür bakanlığı bürokratlarına “Bakın bu yasayı bu taslakta görüldüğü gibi çıkartırsanız karşılaşacağınız infiali şimdiden yaşayın” dedik. Arkadaşlarımıza da “Bakın böyle bir yasa geliyor” diye söz ettik. Tabii sonucu tahmin edersiniz, yani bürokratlar hakikaten zor durumda kaldılar, arkadaşlarımız geçmiş yıllara oranla daha duyarlı, sorunlarına daha bilinçli yaklaşabiliyorlar, gerçekten de böyle bir yasanın olmaması gerektiğini, evet, radyo televizyon kuruluşlarının meslek birliklerine, eser sahiplerine ve bağlantılı hak sahiplerine haklarını ödemekten yana olduklarını, ama bunun bir sistem içerisinde çözülmesi gerektiğine herkesin inandığını orada bürokratlar önünde dile getirmiş olduk. Bunun çok etkili olduğunu gördüm.
ÖM: Bizzat bürokratik kademelerde hazırlanmış olan bu aksaklıklarla dolu hükümlerin birdenbire kendi karşılarına geldiğini görmüş oldular yani bürokratlar da.
DG: Evet. En son bu taslak üzerinde bir toplantı yapıldı geçtiğimiz Cumartesi günü, bu toplantıya gerçekten de bi takım metinlerin düzeltilmiş olarak geldiğini gördük. Orada en azından katmerli ceza kısmı düzeltilmişti, bu kullanımı birkaç maddeye yayan, dolayısıyla eskiden olduğu gibi bir kargaşaya yol açacak olan yazım tekniği düzeltilmişti. Tabii tam olarak yine beklediğimiz ve görmeyi umduğumuz taslakla karşılaşmadık, orada yine bürokratlar ve diğer meslek birliklerinin de birtakım çekinceleri vardı, onlar doğrultusunda da birtakım düzeltmeler yapmışlardı. Bürokratlar orada bir söz verdiler: önümüzdeki günlerde yeni bir metin oluşturacaklarını, bu metin üzerinde yeniden tarafların görüşlerini alacaklarını ve ondan sonra bunu yasa metni haline getirip bakanlar kuruluna sevk edeceklerini söylediler. Ben bu süreç, en azından bu yazım tekniğinden kaynaklanan kargaşayı ve bu çifte, katmerli, üçlü yaptırımları ortadan kaldırır diye düşünüyorum.
Bir de bizim başından beri savunduğumuz, olmasını istediğimiz bir sistem var, bu alanın bir sistem dahilinde düzenlenmesi ve bir otomatik işlerliğe kavuşması gerektiğini savunuyoruz, biliyorsunuz.
Çağdaş çözümlerden faydalanan sistem lazım
ÖM: Bence onu da kısaca özetlememizde yarar olabilir, uluslararası alanda kısmen uygulanmakta olduğu, yani belli standartları olan bir sistemin Türkiye’de de uygulanması yolunda bir çaba vardı. Anahatları ile neydi bu sistem?
DG: Biz orada biraz sadece radyo televizyonla ilgilenelim anlayışında olmadık doğrusu, yasanın bütünüyle ilgili söz sahibi olmaya çalıştık. Bununla ilgili gerçekten de bütün uluslararası uygulamaları araştırdık, bir komisyon, bir ekip oluşturduk. Burada hem hukukçu arkadaşlarımız, hem de mali işlerle ilgili uluslaralarası hak takibi yapan birtakım uzmanlar bulduk ve ortaya şöyle bir tablo çıkardık; bir defa çağdaş çözümlerden faydalanmak lazım. Bugün bir eserin sahibinin kim olduğu konusunda iki meslek birliği birbiri ile anlaşamıyor, oysa son derece basit çözümler var. Bütün bunları internet ortamına veya bir yazılım ortamına taşıdığınızda eserin bütün künyesini herkesin görebileceği şeffaf bir hale getirmeniz mümkün. Çünkü meçhul bir şey değil, bir eseri bir kişi yaratıyor ve onun birtakım bağlantılı hak sahipleri doğuyor, bunun kaynağından itibaren hangi süreci izlediği belli.
Biz şöyle bir sistem önerdik. Bu yasadaki tıkanmaların bütünüyle ilgili birtakım çözüm önerilerimiz oldu. Onlardan bir çoğunu, özellikle ana başlıkları ile yasaya yansıdığını gördük, bu da memnuniyet verici. Dedik ki bir defa web tabanlı bir ortamda, herkesin yetkisi dahilinde girip görebileceği bir ortamda bütün bu eserlerin bir database’i oluşsun.
ÖM: Bir veri tabanı.
DG: Evet, bunun üzerinden bütün kullanıcılar kullansın ve hak takipleri de bu veri tabanı üzerinden yapılsın. Yani Açık Radyo’da siz bir eseri çaldığınızda burada bilgisayarınızda eserin adını yazıyorsunuz, eserin adını yazdığınız zaman karşınıza o eserin bütün hak sahipleri görünüyor. Siz onunla ilgili birim fiyatı, ne ödeyeceğinizi ve bunun kimlere gideceğini biliyorsunuz. Yani tamamen bu şekilde apaçık, otomatik işleyen ve şeffaf...
Biliyorsunuz bir de şu tartışma var, siz bedeli ödüyorsunuz ama bunun hak sahibine ulaşıp ulaşmadığı konusu da tartışmalı bugünkü ortamda; oysa böyle bir sisteme geçildiğinde bu da ortadan kalkacak. Yani sanatçı bile hangi eseri kaç defa çalınmış ve bunun karşılığında ne alınması gerektiğini, şifresini girip o veri tabanına ulaştığında görebilecek; böyle bir sistem. Tabii bu özellikle bürokratların gözünde çok büyüyen bir sistemdi, yani mümkün olamayacağı gibi bir şüphe vardı.
ÖM: Neden, elde yeterli bilgisayar mı yokmuş?
DG: Bilgisayar var ama bu yazılımlarla ilgili tabii gelişmeleri takip etmek lazım. Başka alanlardaki uygulamalardan örnekler gösterdik. Mesela bankaların sistemleri çok daha karmaşık ama milyonlarca hesap sahibi var, herkes yetkisi dahilinde kendi hesabı ile ilgili bütün verileri görebiliyor; en basiti bu. Ama buna benzer daha birçok alanda böyle sistemler uygulanıyor bugün, bireysel emeklilik sistemlerinde, vs. Bütün bu yazılımlar yapılmış, mümkün olabildiğini örnekleriyle gösterdik.
Diğer bir önerimiz, bir sertifikalandırma sistemi. Bu da yasaya girmiş. Bundan da çok memnunluk duyuyoruz. Dedik ki bu fikir sanat eseri ürünlerini en başta üreten, sonra çoğaltan, sonra bunları satan ve sonra umuma açık amaçlı kullanan herkes, her yer sertifikalandırılsın, yani duvarına bir ruhsat assın. Bu sertifikaya sahip olmayanlar bütün bu işlemleri yapamasınlar. Böylece tezgâh altı satış dediğimiz, korsan dediğimiz, merdiven altı satış dediğimiz şeyler de ortadan kendiliğinden kalkmış olacak. Eğer bunu satmaya yetkiniz yoksa, bu sertifikayı almamışsanız bunları satamayacaksınız veya onlarla ilgili herhangi bir işlem yapamayacaksınız, ya da otelseniz bunu yayınlayamayacaksınız, radyo iseniz bu eseri kullanamayacaksınız. Bunun da yasaya yansıdığını gördük, bu da çok memnuniyet verici bir şey.
Bizim bu yasanın bütünüyle ilgili birtakım çözüm önerilerimiz ve çalışmalarımız oldu, bunların büyük bir kısmı taslağa yansıdı. Bir de kendi alanımızla ilgili önerilerimizin önemli ölçüde gerçekleştiğini görürsek... çünkü artık bütün taraflar görüyor ki biz burada bir şeyi kurtarmanın, bir şeyden kurtulmanın derdinde değiliz. Bir sistem oluşturmanın, soruna topyekûn bir çözüm getirebilmek, bunun bir parçası olmanın çabası içerisindeyiz. Bu iyiniyet içerisinde ben diğer aşamanın da tamamlanacağını düşünüyorum.
Neden "havuz?"
ÖM: Peki müzik aşamasında bir de mesela bütün bu telif, fikri mülkiyet denilen hakların bir havuzda toplanması ve ona göre öncelikle tabii hak sahibi olan sanatçıya, besteciye, söz yazarına verilip ondan sonra da diğer kuruluşların, komşu hakların temsilcilerine hak paylarının gerektirdiği oranda dağıtılması konusunda da bir öneri vardı; onun durumu nedir?
DG: Biz buna biliyorsunuz havuz sistemi diyorduk, çünkü yayın kuruluşlarının en çok şikâyet ettikleri konulardan birisi kimin hakkını kimin takip ettiğini bilmemekti. Yani siz bir meslek birliği ile sözleşme yapıyorsunuz, yasa gereği meslek birliklerinin sayısı birden fazla olabiliyor. Bugünkü pratikte 16 tane meslek birliği var, bunlar çok kısa süre içinde 48’e çıkabilir. Her kullanıcı, her radyo 48 meslek birliği ile ayrı ayrı sözleşme yapmak ve birbirlerine emsal teşkil ederek bunlar üzerinden ödemeler yapmak zorunda kalabilir.
ÖM: Üstelik, aynı oranda da paralar vermek zorunda kalacaklardı.
DG: Bunları yaşadık biliyorsunuz. Hakkımızda davalar açıldı, mahkemelere verildik, bunun temel nedenlerinden birisi buydu. Meslek birliklerinden birisi ile sözleşmemizi yapmışız, diğer meslek birliği diyor ki “Ona verdiğin kadar bana da vereceksin!” Böyle bir şey, yani yüzde 100'ü aşan bir ödeme mümkün olabilir mi? Böyle bir şey pratikte mümkün değil. Biz onun için diyorduk ki “Bir eserin ya da kullanılan materyalin bedeli üzerinden gidelim, biz onu bir ortak hesaba, bir havuza yatıralım, oluşturalım. Oradan kimin hakkı varsa gitsin oradan alsın. Böylece takibi yapılan, yapılmayan bütün eserlerle ilgili bedeller kullanıcılar tarafından ödenmiş olsun.”
Ayrıca, meslek birliği olmayan sanatçılar da var. Şöyle düşünelim: Türkiye’de 100 bin civarında sanatçı, bunların 25 bin civarı müzik alanında eser sahibi olduğu varsayılıyor, bunların ancak 5 bin tanesi meslek birliklerine üye. Yani müzik alanını dikkate alacak olursak geride kalan 20 bininin zaten bu anlamda hak takibi sözkonusu değil. Ama bunlar bireysel olarak hak takibi yapma hakkına sahipler -- meslek birliğine üye olmadan da. Dolayısıyla, bu 20 bin kişinin de ayrı ayrı gelmesinin önüne geçebilecek bir sistem bu. Bunun yasanın ruhuna yansıdığını görüyoruz, tam olarak teknik detayı yer almamış ama en azından -bu havuz sistemi dediğimiz şeyin adı değişiyor, hiç önemli değil- ama bu sistemin yasanın ruhuna yansıdığını gördük. Umarım sonucuna da bu şekilde gider.
Diğer taraftan biliyorsunuz bizim bu tek muhataplık işini böyle çözerek, yani biz birden fazla muhatap konusundaki sorunumuzu böyle çözdükten sonra bir de biliyorsunuz otomatik lisanslama dediğimiz bir tezimiz vardı, o dönemlerde çok tartışıyorduk. Siz de bu tartışmaların içindeydiniz. Şimdi biz her meslek birliği ile, daha doğrusu her eser sahibi ile birebir sözleşme yapmanın pratik olarak çok mümkün olmayacağını düşünüyorduk. Çünkü 2 bin tane yayın kuruluşu var ve 25 bin tane sanatçı var.
ÖM: Ama gerek de olmadığı düşünülüyordu zaten.
DG: Tabii bunların her birinin 20’şer, 30’ar sayfalık sözleşmeleri karşılıklı imzalanmasını zaten zamana yaysanız bir yıllık bir takvimi dolduracak bir şey. Pratikte de böyle bir şeyin çok fazla imkanı yok. Dolayısıyla biz diyorduk ki, evet, izin almak temel bir hak, yasa bu hakkı vermiş ama bu izin alma işini bir otomatik prosedüre bağlayabiliriz; illa da karşılıklı ıslak imzalar atılmadan.
Bununla ilgili bu yasada bizim bir önerimiz oldu; az önceki gibi sistemin bütünü içindeki çözümü buraya da yansıtmak istedik: Kullanıcı olmak isteyen her yayın kuruluşu bir belge alsın, bir sertifika alsın ve bu sertifika bir tür izin yerine geçsin. Yani duvarına sertifikayı astığında demek istiyor ki: "Ben kullanıcıyım ve bunun bedelini ödeyeceğim." Bedel ödeme işi ikinci aşama, burada müzakereler olur. Bu da biliyorsunuz bizim şikayetçi olduğumuz konulardan birisiydi: tek taraflı fiyat tespitiydi, bir dayatma ile karşı karşıyaydık: Bir tarife çıkartılıyor, “Benim tarifem budur, bunu öde!”
ÖM: Büyük şirketlerin, güçlü oldukları için de böyle bir dayatma gücü çok daha fazla oluyordu, öyle değil mi?
DG: Doğal olarak, ki artık bu böyle sohbet konusu olmaktan çıktı. Biliyorsunuz bizim pratiğimize çok acı bir şekilde yansıdı. Biz böyle tarifelere maruz kaldık, özellikle yerel ve bölgesel ölçekteki yayın kuruluşlarının ödeyemeyeceği miktarlarda birtakım rakamlar sözkonusu oldu.
ÖM: Bu çok da büyük bir başka tehlikeyi de içinde taşıyordu, bizatihi demokrasinin sürdürülebilmesi açısından bütün yerel yayın organlarının, ki çoğulcu demokrasinin temel şartlarından biri olarak gördüğümüz mecralar bunlar elbette, işte onların neredeyse toptan ortadan kalkması, ciddi bir tehlike olarak çıkıyordu ortaya.
Fiyat müzakeresinde hakem
DG: Tabii. Biz burada da bu sertifika ile birebir izin alma konusunu ve eser başına, yani kullandığın kadar ödeme ile de birden fazla yere çok sayıda ödeme yapma konusunu ortadan kaldıracağımızı düşünüyoruz. Fiyat tespitinde de yine bu yasa taslağı bizim önerdiğimiz bir şeyi içeriyor. Bizim önerdiğimiz şey karşılıklı müzakere, karşılık müzakereyi bir tür hakem huzurunda yapmak. Yani siz x rakamını isteyeceksiniz, bu ödenebilir bir rakamsa hiç tartışmaya gerek yok, ödenmeye başlanır. Ama ödenemez bir rakamsa? Evet, ön ödemeler yapılacak ama, bir taraftan da itiraz hakkı ve bir komisyonda bunları müzakere etme, ki dünyanın her yerinde var bu pazarlıklar biliyorsunuz, asgari ücret tespit komisyonundan tutun başka konulara varıncaya kadar, bu tarz bir müzakere süreci ve bu müzakerede de bir son sözü söyleyecek olan bir kurul süreci öngörüyorduk.
Bu aşağı yukarı bu şekli ile son taslağa yansımış durumda. Ama diğer taraftan da bireysel sözleşmeyi de serbest bırakıyor. Ben bunun çok sakıncalı olmadığını düşünüyorum; evet, bir yayın kuruluşu ile meslek birlikleri hiç bu müzakerelere girmeden de anlaşabilirler, bunun önünü de kesmemek lazım doğal olarak. Liberalizmin de temeli sanıyorum bu; önce serbest bırakın, yapabiliyorlarsa yapsınlar, bunun önünde engel olmamalı. Bu ikisini birlikte içeren bir çözüm var, ben bunun makul olacağını düşünüyorum.
ÖM: Böylece çalınan eserler için belli bir birim fiyatı tespiti de mümkün olabilecek?
DG: Evet. Tamamen bu birim fiyatları üzerinden gidilecek zaten. Anahatları ile böyle.
ÖM: Enteresan. Şimdi bu son gelinen aşamada da nerede olduğumuzu bir cümle ile özetlersek iyi olur. Bu yeni fikri mülkiyet kanununda bir değişiklik yapılması için yapılan görüşme süreçlerini ve geçilen süreci özetlemiş olduk. Peki bunun ne zaman yasalaşması söz konusu?
DG: Kısa bir sürede olacağı söyleniyor. Bir defa bu düzenleme, yapısı gereği, birden fazla kanunda düzeltme yapma gereğini doğruyor. Mesela polis kanununda, belediye kanununda bu korsanların takip edilmesi açısından. Dolayısıyla elimize yeni bir yasa çıkıyor, yeni bir yasa metni var, birtakım yasalarda değişiklik yapan ve yeni birtakım hükümler getiren yeni bir yasamız oluyor. Bu yasa şimdi en son taslak üzerinde ilgili tarafların görüşü alındıktan sonra bakanlar kuruluna öyle sanıyorum ki Kasım ayı içerisinde gidecek.
ÖM: Bu ay yani?
DG: Tabii tabii, çok büyük bir hızla Aralık, belki yılbaşından önce de yasalaşması bekleniyor. Zaten biliyorsunuz ilerleme raporunda da eleştirilen hususlardan birisi bu, özellikle işin korsan boyutu tabii, radyo televizyonlarda kullanımı tâli bir sorun olarak duruyor. Özellikle korsanın önlenememesi konusu fikri mülkiyet alanında 2002’de çok hızlı adım atılamamış olması, eleştirilerden birisi. Belki bu yasa değişikliğini yaparak da AB ilerleme raporu doğrultusunda bir iş de yapılmış olacak.
ÖM: Evet, bu da AB uyum yasaları ile çok yakından bağlantılı, dolayısıyla elimizde fikri mülkiyet haklarını düzenleyen kanunun kendisinin yerine yeni bir kanun konması ve bazı başka kanunlarda da gerekli uyumlu değişiklikler yapılması gündemde. Pozitif bir gelişme çizgisinden söz edilebilir yani?
DG: Ama şunun altını çizmekte belki fayda var: Geçen hafta sizinle konuştuğumuzda ortada olumlu bir tablo yoktu, biliyorsunuz. Bir feveran halindeydik, ama bu sanıyorum sivil toplumun gücü, çünkü biz RATEM olarak Ankara’daki bu toplantıyı düzenleyip orada –tabir yerindeyse- bir güç gösterisinde bulunduktan sonra ve diğer meslek birlikleri de kendi açılarından sakıncalı buldukları bölümleri yine bir sorumluluk bilinciyle, “Yapıyorlar kanunu, bakalım ne olacak?” diye beklemektense sürece dahil olarak, müdahale ederek yapmaları sonucunda ve tabii ki en önemlisi bakanlığın da buna uyum göstermesi, bunu dikkate alması sonucunda böyle bir olumlu tabloya doğru gitti.
ÖM: Radyo televizyoncular meslek kuruluşları RATEM’in de burada oldukça önemli bir rol oynadığını tespit etmek gerekiyor doğrusunu isterseniz.
(11 Kasım 2003 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete’de yayınlanmıştır.)