16 Kasım 2011Taraf Gazetesi
Dövüş Kulübü, orijinal adıyla Fight Club! Benim için tüm zamanların en etkileyici filmi! Hikâye, “uykusuzluk”la başlar. İyi bir işte çalışan, görünüşte düzgün bir hayatı olan Jack, birden uyuyamaz olur. Giderek kronikleşen uykusuzluk hali, hayatını altüst eder Jack’in. Beden ile beyin arasındaki yaman çelişki ya da çatışma, Jack’i böler, içinden bir kişi daha doğurur. Artık bir hayatta iki kişi vardır, Jack ve Tyler Durden.
Filmin bütünü üzerine söylenecek çok şey var; epeyce şey söylendi de zaten. Salt buraya kadar olan kısmı bile, muhtelif meseleler üzerinde düşünürken, ilgili ilgisiz aklıma düşer. Filmi buna indirgiyor değilim elbet. Bundan sonra söyleyeceklerim, filmden hareketle söylenmiş ve söylenebilecek olanları yok saydığım anlamına gelmiyor yani. Memleketin kronik meseleleri, bana yine filmin o çarpıcı başlangıcını hatırlattı, yine bunun ötesine geçmeyecek filme göndermelerim.
Robert Musil! Adını değişik vesilelerle andığım, ömrümün ustaları arasında yer alan Avusturyalı yazar. Yaşadığı zamanın tetkikini olağanüstü bir derinlikle yapan, giderek bütün yirminci asra ürpertici bir öngörüyle teşhis koyan adam. En bilinen romanı, Niteliksiz Adam! Milan Kundera’ya göre, “asrın romanı”.
1880’de doğan Musil, Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’nun son dönemine tanıklık eder. Sürekli huzursuzluk içinde kaynayan bu devleti, beyin ile bedenin birbirinden koptuğu bir organizmaya benzetir. Bütün refleksleri; baskı, şiddet, ayak oyunları vb. kodlarla belirlenmiş bir beden gibidir adeta. Karşılaştığı sorunlara verdiği her refleks biraz daha çökertir kendisini. Bir yerde acımayla bakar bu yapıya Musil ve şöyle der: “Bu devletin ruhu, irade dışı bir mutlakıyetçilik olarak adlandırılabilir; çünkü bu devlet, nasıl yapılacağını bilseydi, aslında demokratik davranmayı isterdi.”
Yoksa, diyorum, devlet de tıpkı filmimizdeki Jack gibi, uzun süre “uykusuz” kaldığı için mi bu yarılmayı yaşadı? Sorunları sürekli bastırmak, yok saymak; harekete geçmek zorunda kalınca da, dönüp dolaşıp aynı yere gelmek! Sorunları yaratan yöntemleri, sorunları çözmek için kullanmak ve tekrar tekrar çıkmazlara girmek! Böyle böyle derken, kronik uykusuzluk ve mutsuz son!
“Musil şimdi yaşıyor olsaydı, Türkiye’ye de aynı teşhisi koyardı” dersem, çok mu abartmış ya da saçmalamış olurum? Sanmam! Mesela pek çok kronik huzursuzluğumuzun kaynağı olan Kürt sorununun seyrine bakınca, Musil’in gözündeki Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’nun o dönemini görüyorum ben.
Kürt sorunun uzun tarihi içinde, baskısız ve şiddetsiz bir yaklaşım hiçbir zaman tam hâkim olamadı devlet politikalarına. Beyin istedi belki arada başka yollar denemeyi, ama beden izin vermedi buna şimdiye dek. Toplumu zehirledi, muhaliflerini bile kendine benzetti bu organizma.
Silahların ucunda ya da gölgesinde yaşadığı son otuz yılı uykusuz geçirdi bu memleket. Beyni ile bedeni arasındaki mesafe gittikçe açıldı. Sorunları yaratan tutumları, çözüm sanmaya devam etti.
Uykusuzluk üzerine yazılmış en beğendiğim eserlerden biri, Anneles Verbeke’nin Uyku adlı romanıdır. Belçikalı yazar, romanın bir yerinde uykusuzluktan mustarip kahramanımıza şu sözleri söyletir: “Uyku, geçmişle bugünü birbirine bağlar. Uyku sindirir, yaraları sarar.”
Bu sözün aksinden ve romanın bütününden, sürekli uykusuzluğun, geçmiş ile bugün arasındaki bağı kopardığı sonucunu çıkarabiliriz. Beden bugündedir, zihin geçmişe saplanmıştır. Zihin, geçmişi bir takıntı olarak yaşar; bugüne ulaşmayı, bugünü algılamayı beceremez bir türlü.
Memleketi uykusuz bırakan şeyin, esas itibariyle silah takıntısı olduğunu düşünüyorum. Bu takıntıdan uzaklaşmadıkça, bu beladan kurtulmamız çok zor görünüyor.
Uykusuzluk kuvvetli bir alışkanlığa da dönüşebilir. Hatta toplumun tümünü uykusuzluğa bilerek mahkûm etmeyi hedefleyen bir tercih haline de gelebilir. Böyle bir toplumun neye benzeyebileceğini, en iyi Ursula K. LeGuin anlatır. Uçuştan Uçuşa kitabının “Uykusuzluk Adası” başlıklı öyküsü müthiştir. Orichi adlı kurgusal boyutta, bir grup bilimci, uykunun beynin fonksiyonlarını her gece kesintiye uğrattığını, bu yüzden aklın maksimum potansiyeline kavuşmasına engel olduğunu düşünürler ve uykuya ihtiyaç duymayan şahıslardan oluşan bir toplum yaratmak için çalışmalara koyulurlar. Hırsla ve hararetle çalışırlar. Sonuç mu? Korkunçtur...
Bireyler için uykunun ne olduğunu biliyoruz da, bir toplum için nasıl bir şeydir acaba uyku? Bu soruya olumsuzdan cevap vermek daha kolaydır. Uykunun, sorunları unutmaya çalışmak demek olmadığı kesin. Olumlu cevaba gelince, benim bulabildiğim en iyi formül şudur: Toplumlar açısından uyku, fikirlerin sakince dolaşabileceği özgür bir ortam olarak tasavvur edilebilir. Şu halde, toplumsal uykusuzluğun ilacı da, ancak daha az kaygı, daha az takıntı, daha çok sakinlik, daha çok özgürlük, daha çok tefekkür olabilir...