Eraslan Sağlam: Haydar Ergülen 'Üvey Sokak, Açık Mektup' adlı kitabını geçen ay Gri Yayınevi'nin deneme dizisinden çıkardı. Üvey Sokak 98-2004 tarihleri arasında Radikal gazetesinde yayımlanan Açık Mektup'lardan şiir, edebiyat, müzik, resim, fotoğraf ve kitaplar üzerine olan yazıların bir derlemesi. Şiir kitapları ise, Nar, Nafız ile Semender, Ölüm Bir Skandal, Keder Gibi Ödünç ve bir de deneme kitabı var Haziran Tekrar. Biyografisi ile ilgili üç kısa şey söyleyebiliriz, 56, Eskişehir doğumlu, ODTÜ sosyoloji mezunu ve reklam yazarlığı yapıyor. Hoş geldiniz Haydar Bey.
Haydar Ergülen: Hoş bulduk.
ES: Hemen Üvey Sokak'a geçelim, öncelikle Üvey Sokak adı nereden geliyor?
HE: Bu kitabın içinde az önce bahsettiğiniz gibi Radikal'de çıkan şiir, ebediyat ve sanat üzerine yazıları topladım, Tayfun Pir Selimoğlu'nun "Hiçbir Yerde" adlı bir filmi vardı, çok sevdiğim bir filmdi, onun üzerine bir yazı yazmıştım, kitapta da var, adını Üvey Sokak koymuştum. Sonra bu kitap için yazıları toplarken düşündüm ki, bütün bunlar, özellikle başta şiir, edebiyat olmak üzere üvey sokaklarımız, yani okuyan-yazanlar için de aynı şey söz konusu, entelektüel dediğimiz kesimlerin de aslında üvey sokakları, sadece halkın değil. Sinema, tiyatro, müzik biraz daha üvey olmayan sokaklarda, daha geniş bir alanda. Özellikle şiir ve edebiyat üvey sokaklarımız olduğu için isim iyi geldi bana.
ES: Hele biraz da yeraltına ilginiz varsa bu üvey sokaklık özelliği daha fazla ortaya çıkıyor sanırım. Bu arada kitabınız, Türk kültür sanat hayatına, şiirleriyle olduğu kadar hayatlarıyla da imza atmış kişiliklerle kurduğunuz ilişkilerden oluşuyor diyebiliriz sanırım kabaca. Bu aynı zamanda bir teşekkür niteliği mi taşıyor hayatınıza girmiş olan bu kişilerle ilgili.
HE:Voznesensky'nin Oza adlı bir kitabı vardır, 15-20 yıl önce Türkçe'ye çevrilmişti, çok sevdiğim bir kitaptır, onu okuduğumda öğrenciydim, onun son dizesi. "Şükür ki girdin yaşamıma, selam Oza" diye biter. Oradaki "şükür ki girdin yaşamıma" çok anlamlı, bir insanın bir insana -aşkı olabilir, dostu olabilir- söyleyebileceği en güzel şeydir diye düşünüyorum. Bu kitabın ilk bölümünde "Gönül Yoldaşları" diye açtığım bahisti, özellikle şairler başta olmak üzere, diğer düşünce insanları, bilim insanları, müzik insanları, onlarla ilgili kısa yazılarım, denemelerim, daha doğrusu onlara yazdığım mektuplar var. Bunların pek çoğu aramızda olmayan isimler, başta Ece Ayhan, Cemal Süreya, Can Yücel olmak üzere, benim gerek şiirlerini çok sevdiğim, gerek "duruş" diyorlar ya, siyasi olarak da çok sevdiğim, aynı safta olduğum insanlar. "Gönül yoldaşlığı" deyiminin bir tarafı gönül, bir tarafı yoldaştır, onun için en değerli duygu arkadaşlık ve yoldaşlık duyguları, bu kitapta ve benim diğer kitaplarımda da en temel izleklerdir. "Niye yazıyorum?" sorusunu kendime sorduğum zaman, bazen bu şiir olabilir, deneme olabilir, galiba bir tür vefa duygusu ve bir tür arkadaşlık yoldaşlık duygusuyla yazdığımı düşünüyorum. En azından bunu kendimde sürdürebilmek için.
EA: Teknik bir soru soracağım ondan sonra sizin kurduğunuz bu ilişki üzerine hareket edecek, "Gönül Yoldaşları", "Şiir Gibi Yalnız", "Yazının Kara Sularında, "Dostların Arasındayız", "Sinemaya Gittim" bölümlerinden oluşuyor kitabınız. Bu bölümlemeyi neye göre yaptınız?
HE: Dediğim gibi Gönül Yoldaşları şimdi aramızda olmayan insanlara, yazarlara, şairlere adanmış bölümler. Şiir Gibi Yalnız ise, şiir üzerine sık sık yazarım, daha doğrusu şiir üzerine yazmak benim için, şiir de yazdığım için şiiri araştırmaktır, niye şiir yazıyorum, niye şiir yazılıyor? Çok az insan okusa bile niye şiir okuyorlar? Ben bunu beyhude olduğunu düşünüyorum yazdıkça, 30 yıldır yazıyorum yaklaşık, ama hâlâ okuyan bir grup var azınlık da olsa, onlar niye bu beyhude, nafile çabayı gösteriyorlar diye düşünüyorum.
ES: Niye bu 'üvey sokaklarda' geziniyorlar?
HE: Zaten adı da Şiir Gibi Yalnız, böyle bir kabul var orada. O kabul üzerinden yazdığım yazılar var. Yani bir tür şiir araştırması diyebiliriz. Yazının Karasularında bölümü de aslında şimdi söylediğim bölüm gibi sayılabilir, aynı soru orada da var, yani yazının dili üstüne düşünceler var orada. Genellikle de bunlar karamsar yazılar, aslında başlıklarından anlaşılacağı gibi çok umutlu, çok iyimser yazılar değil. Son bölüm de, Sinemaya Gittim bölümü de hep sevdiğim ama özellikle 10 yıldır İstanbul'da olmamın en büyük avantajı diyelim, sadece festivaller değil onun dışında film haftaları başta olmak üzere neredeyse her gün bir film izleyebiliyorum. Yani vizyona gelmeyen filmler diyelim. Onu da aslında şiirin yanına koydum, özellikle şiir yazmadığım dönemlerde bol bol sinemaya gidiyorum, onların ikisi aslında ikiz, kardeş sayılır şiir ve sinema. Oradan kalkarak da sevdiğim yeni yönetmenler, yeni Türk yönetmenler üstüne kendimce –tabii bir sinema yazarı değilim- öyle bir seyirci olarak o bölümü yazmaya çalıştım.
ES: Kitaptaki ilk denemenin adı Genç Dağlarca. Şöyle bir tanımlamada bulunuyorsunuz: "Aşkın ve bilgeliğin en yüksek birliği" diyorsunuz.
HE: Dağlarca bundan 3 yıl önce bir kitap yazmıştı, adı "Seviştilerken" idi ve 90 yaşında bir şairin böyle bir dirilikte olması –İlhan Berk'i de onun yanına koyuyorum tabii- ikisi de Türkçe'nin en erotik şiirlerini yazıyorlar hâlâ. Bu bana çok bildiğimiz anlamda da gençlik olarak, şiirde de gençlik olarak geliyor. O yaşa ulaşabilir miyim bilmiyorum ama ulaşırsam ben de erotik şiirler yazmak isterim, şimdi yazamıyorum. O yönüyle çok genç geliyor, Türkçe'yi kullanması da çok genç geliyor. Sanırım 100'e yakın kitabı var. Bu da şiirde genç kalmak için bence çok yerinde, sağlam, diri bir sebep.
ES: Kitabın sonuna doğru şöyle diyorsunuz: "Vaktiniz varsa, olursa, bulursanız bu dünya galerisinde Ruhi Su ve Sümeyra dinleyin" Ruhi Su bölümünde. Şöyle devam ediyor "Ruhi Su sevenlerinden çok sevdiğim yazar Mehmet Baydur'u yitirdiğimizi öğrendim, içim yandı. Onu Lorca'dan Sait Maden'in çevirdiği Ruhi Su'nun söylediği bir şarkıyla anıyorum" demişsiniz.
HE: Bu arada Ruhi Su ve Sümeyra'yı saygı ve özlemle anıyorum.
ES: Kitabın ilk bölümlerine bakıyoruz ve Behçet Necatigil'in 'evcilliği' ile karşılaşıyoruz, bu evcillikle ilgili neler düşünüyorsunuz?
HE: Ben Behçet Necatigil üstüne bir kaç yazı yazdım, tabii Türk şiirinin en büyük ustalarından, pek çok güzel yazıları da çıktı. Genellikle Necatigil "evlerin şairi", evlerin halini, evlerle savaşı yazan bir şair olarak algılanır, ben de öyle algılıyorum ama son zamanlarda Necatigil'e bakışım biraz daha genişledi, yani onun dünyayı bir ev olarak kabul ettiğini düşünüyorum. Çünkü evler dışında da Necatigil'in kaosu, hayatımızdaki sıkıntıyı, karmaşayı, insan olmanın sıkıntısını işleyen daha fazla şiiri var. Onu bir eve hapsetmek, onun evcil olduğunu düşünmek bana biraz da onun şiirine haksızlık olarak geliyordu. O yüzden büyük tedirgin olduğunu düşünüyorum, Rilke gibi bir tedirgin olduğunu, dünyayı bir ev olarak gördüğünü ve onun üzerinden yazdığını düşünmeye başladım.
ES: Denemenizde de bu çok açık bir şekilde karşımıza çıkıyor. Bu arada Turgut Uyar ve Edip Cansever arasında bir paralellik kuruyorsunuz, bunu sizden dinleyelim.
HE: Aralarındaki arkadaşlık bakımından iki büyük şair, Ece Ayhan ile Cemal Süreya arasında bir ilişki kurarım, ikisini de tanıdığım için. Turgut Uyar ve Edip Cansever'i o kadar tanıyamadım, bir kaç kez gördüm ama hep birlikte gördüm ikisini de, üç kere gördüysem üçünde de değişik mekânlarda birlikteydiler. Aslında onların birbirlerinin şiirini zenginleştiren, büyüten, tamamlayan bir şiir yazdığını düşünürüm karşılıklı olarak. Mutlaka biri olmasa diğeri de olurdu, ama ikisi de olduğu için ikisi birbirini vareden, tamamlayan ve üreten, zenginleştiren şairler olduğunu düşünüyorum. Şimdiler Cansever daha çok okunuyor, tabii en çok Cemal Süreya okunuyor ama Edip Cansever de okunmaya başlandı, daha çok gençlerin evlerinde Cansever'in kitaplarını görüyorum. Turgut Uyar henüz o kadar okunmuyor veya henüz zamanı gelmedi; şairler için böyle bir şeyin olduğunu düşünüyorum, onların zamanının geleceğine inanırım. Turgut Uyar'ın da zamanının gelmesini bekliyorum. Yazımda da vardır, kitap adlarını karıştırırım, şimdi bile karıştırabilirim, mesela "Kirli Ağustos" Edip Cansever'indi, evet! "Her Pazartesi" Turgut Uyar'ın. Mesela bunlar da çok yakın imgelerdir.
ES: Salah Birsel'e geçiyorum, onun denemeci ve şair kimliği gibi ikiye ayrılma söz konusu, bununla ilgili ne düşünyorsunuz?
HE: Kuşkusuz Salah Bey'in denemeci kimliği daha öndedir, güzel şiirleri de vardır, ama denemelerindeki tat, lezzet, şiirlerine aynı oranda yansımaz. Yine de benim çok sevdiğim şiirleri vardır.
ES: Tanıdığınız şairler zamanla sizde bir renk olarak yaşıyorlar kitabınızdan öğrendiğimize göre, bunu da Üvey Sokak Açık Mektup kitabınızdaki "Kahverengi ve Kıyıda" başlıklı denemenizden anlıyoruz. Gelelim Oktay Rifat'ın ve Sabahattin Kudret Aksal'ın renklerine.
HE: Oktay Rifat'ı yeşil olarak tanımladım, kahverengi de Sabahattin Kudret Aksal'dı. Çünkü Oktay Rifat'ın şiirini ilk okuduğumdan beri pastoral bir şiir olarak düşünüyorum, o yüzden onda benim için hep cennet çayırları duygusu vardır, yani kırda bir kahve duygusu vardır, o kahveci de –diyelim- Niko'dur. Adalar vardır, yani mavi de vardır ama yeşil baskındır. Sabahattin Kudret Aksal'ın şiirinde ise, aslında gri de denebilirdi şiirlerine, puslu bir şiir. Ona kahverengi demeyi yeğledim, çünkü Türk şiirinde yalnız bir adamdır. Bana 10 şair say deseniz bir kaç kişiyi sayarım ama Sabahattin Kudret Aksal'ın adı ilk anda aklıma gelmez. Yani o yalnızlığından ötürü sanıyorum, gençlerin ilk aklına gelen bir şair değildir ama Türk şiirinin ustalarındandır.
ES: Can Yücel diyorum ve mikrofonu size bırakıyorum.
HE: Can Yücel hayatta iken, Ece Ayhan kadar olmasa da gördüğüm şairlerden biriydi. Can Yücel'in şiiri de son zamanlara kadar özellikle siyasi kimliğinin baskın olmasından ötürü, hep siyasi kimliğinin altında kaldı demeyeyim, ama biraz ikinci plana itildi. Oysa ben Can Yücel'in çok büyük bir şair olduğunu düşünüyorum. Yani ondaki ironinin, ondaki lirizmin, zekânın pek çok şairde olmadığını düşünüyorum. Bence genç şairler ya da okurlar, elbette siyasi kimlik de çok önemli ama, Can Yücel'i bütün bunların dışında bir şair olarak değerlendirsinler, o zaman gerçekten çok büyük bir şairle karşı karşıya olduklarını anlayacaklar. En azından bunu ben anladım.
(20 Nisan 2005 tarihinde Açık Radyo'da Açık Dergi programında yayınlanmıştır.)