Virginia Woolf ve Woolf Arts Archive

-
Aa
+
a
a
a

“Ekokozmopolitan: Yerel, Küresel, Ekolojik Ağlar”da Mine Özyurt Kılıç ile yazılmasından tam yüz yıl yıl sonra Türkçeye çevrilerek ilk kez Türkiye’de sahnelenen Freshwater: A Comedy adlı eseri ve Woolf Arts Archive projesini konuşuyoruz.

""
Mine Özyurt Kılıç'la Virginia Woolf üzerine
 

Mine Özyurt Kılıç'la Virginia Woolf üzerine

podcast servisi: iTunes / RSS

D.G.İ: Merhaba sevgili Apaçık Radyo dinleyenleri. Eko-Kozmopolitan’dasınız. Deniz Gündoğan İbrişim ben. Bugün 8 Mart 2025, Dünya Kadınlar Günü için özel bir kayıt yapıyoruz. Sonradan yayınlayacağımız bir program olacak. O yüzden, Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun hem Apaçık Radyo kadınlarının hem hepimizin diyerek başlayacağım. Bugün Sevgili Mine Özyurt Kılıç konuğumuz. Birlikte Woolf Arts Archive’ı, Virginia Woolf’u konuşacağız. Woolf'un bize öğrettiği feminist perspektiften, onun muazzam yazın dünyasından, sanat dünyasından bize kalanların izini süreceğiz. Tabii ki, Mine Özyurt Kılıç’ı tanıyorsunuz ama ben kısaca tekrar tanıtmak istiyorum programa başlamadan önce ve hoş geldin Mine demek istiyorum.

M.Ö.K: Hoş bulduk sevgili Deniz. Çok teşekkür ederim. 8 Mart kutlu olsun, mutlu olsun…

D.G.İ: Bu programı seninle hazırladığımız için mutluyum. Mine Özyurt Kılıç, Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde profesör. Virginia Woolf’un yaşamı ve yapıtlarından esinle yaratılan, sanat eserlerine ev sahipliği yapan Woolf Arts Archive adlı uluslararası dijital arşivin kurucusu olan Mine Özyurt Kılıç, kadın ve yazarlık, çağdaş Britanya edebiyatı, modernizmler, edebiyatta ev ve annelik temsilleri, anlatıbilim ve empati alanlarında araştırmalarını sürdürüyor.

Aralarında Türkiye’de Virginia Woolf Çalışmaları (British Council Türkiye ve Pera Müzesi ile), Modernizmin Yüzyılı (İrlanda Büyükelçiliği ve Kairos Gallery ile), Modernizmi Anlamak, Dalloway Günü 2023 ve 2024#Woolf142 ve #Woolf143 başlıklı etkinlik ve seminer dizilerinin yer aldığı pek çok etkinliğin yaratıcı ve yürütücülerinden.  Editörlerinden olduğu Companion to Virginia Woolf and Transnational Perspectives (Edinburgh UP, 2025) kitabı ile Yazmak ve Yaşamak başlıklı Virginia Woolf denemeleri seçkisi ve çevirisi (Ve Yayınevi) şu an baskı aşamasında. Biz bütün bunları büyük bir merakla, iştahla senin elinden okumayı bekliyoruz açıkçası.

M.Ö.K: Evet, Eylül gibi bekliyoruz. Çok teşekkürler.

D.G.İ: Virginia Woolf'un Freshwater: A Comedy1 adlı eseri, yazılmasından yaklaşık 100 yıl sonra Türkiye’de Türkçeye çevrilerek ilk kez sahnelendi. “İzleyiciye özel drama” olarak tanımladığın ve katılımcılara benzersiz ve düşündürücü bir deneyim sunduğun Freshwater’dan başlamak isterim. Freshwater’ın çok katmanlı anlamlarını keşfetmek hem Woolf’un dünyası hem de tiyatro ya da drama dünyası için ne anlam ifade ediyor, sunduğu imkanlardan bahsedebilir misin bize?

M.Ö.K: Buradan başlamak çok da güzel olur, çok teşekkürler sevgili Deniz. İki nokta üst üste koymuş Virginia Woolf. 102 sene önce Mrs. Dalloway’i yazdığı sıralarda yazmış. Sonra 1935'te, yani yazıldıktan 12 sene sonra da ilk kez ve yeğeninin doğum gününü kutlamak amacıyla sahnelenmiş. Hadi Deniz, sen şunu oyna; hadi Mine, sen bunu; e bende şunu, der gibi yönetmiş. Davetiyesinden de gördüğümüz üzere evde oynanmış, belirli bir dinleyici grubuna; hatta o yüzden ben bu oyuna “audience specific” diyorum, yani belirli bir dinleyici grubuna özgü. Oyun, Duncan Grant ile Vanessa Bell’in komşu atölyelerinde, resim atölyelerinde; aslında hiç de oyun sahnelemeye uygun olmayan bir mekânda oynanmış.

Biz de dedik ki: “Türkçede olsa bu metin nasıl olurdu?” Konuşurken, çok değerli Ercan Gürova metni Türkçeye kazandırdı. Ben bir önsöz yazdım. O sırada Uluslararası Tiyatro Araştırmaları Derneği'nin konferansı İstanbul'da, Bahçeşehir Üniversitesi Konservatuvarında yapılıyordu. Oyun basıldı ve bu konferansta ilk kez okundu. Hatta “Kopuk Bağlar” programında da bu okuma tiyatrosundan söz etmiştik sevgili Fatma ve Hasan ile. Böyle bir oyun işte! 6 Mart’da da Ka’daki temsilden sonra, üçüncü kez bu oyunun “stage reading” i olsa, oyun sahnelense nasıl olurdu diye sorarak sahne okumalarını yaptık ve Woolf Arts Archive'ın ilk sempozyumu çerçevesinde de oyunu okuduk. Oyunu okurken senin de dediğin gibi metnin yeni katmanlarını ve neden Woolf Arts Archive'ın önemli bir parçası olduğunu yeniden keşfettik. Ne demek istiyorum? Şuradan açabiliriz bunu: Virginia Woolf -1928'de konuşma olarak düşündüğü, sonra 1929'da bastığı, yakında 100. senesine ulaşacak o çok meşhur uzun soluklu denemesinde- diyor ki, Shakespeare döneminde bir kadının Shakespeare'in eserlerini yazması “bütünlüğüyle ve kesinlikle” imkansızdı. Özellikle kadın ve yazarlık üzerine konuşmasının istendiği, Oxbridge diye Cambridge ile Oxford karışımı bir yeri kafasında icat ettiği, anlattığı o konuşmayı hatırlıyoruz. Madem yaratıcısınız, hani sizin Shakespeare'iniz, bir William’ınız yok mu, sorusuna sürekli maruz kalındığı, tarih içinde o durma ve düşünme anını hatırlıyoruz.

Woolf, bu soruya cevap aradığı yazıda, “Varsayalım, tamam, bir kız kardeşi vardı ve haydi biz ona Judith diyelim, adı Judith olsun der ve birden bir öykücük anlatmaya başlar bize, aslında deneme formatından çıkıp (türler) arasında özgürce salınır yine “genre-bending” yaparak, yani türleri bükerek, imgeler: Varsayalım Judith de merak etti; Londra, Globe’a gitmek istedi, yürümek istedi oraya. İsterdi ama sonu hiç de William’ınki gibi olmazdı. Nasıl ki William ile aynı değildi evdeki hayatı. Nasıl ki o çorbayı karıştırırken William sayfaları karıştırırdı. “Diyelim ki Judith vardı Globe’a; orada acaba başına neler gelirdi? İşte, ne de güzel bir kadınmışsın sen, gel bak şu tarafa, diyerek biri onu sahne arkasına mı çekerdi?” diye anlattığı, kurguladığı bir Judith’ten söz ediyor bize. Buradan hareketle Shakespeare döneminde bir kadının Shakespeare'in eserlerini yazması “bütünüyle ve kesinlikle” imkansız dediği o yere gidiyorum ve bırakın abisinin eserlerini yazabilmeyi daha sahnenin ön tarafına geçmeyi bile başaramamış bu kurgusal kız kardeş Judith, Shakespeare’den yaklaşık 300 yıl sonra Freshwater gibi çok renkli, çok hareketli, sıra dışı, komik, sanat ve edebiyat üzerine geleneksel düşünceleri, örneğin “Sanat gerçekliği yansıtır diyoruz, peki gerçek nedir?” gibi sorular soran bir eseri mümkün kılmıştır diyebiliriz. Birçok eserinde de yaptığı gibi Woolf dönemin sanat ve gerçeklik anlayışlarını inceden inceden, fotoğraf üzerinden, resim üzerinden, felsefe üzerinden eleştiren, şiir üzerinden, örneğin Alfred Lord Tennyson’ın “iambic pentameter” veznini tutturmak için göbeğinin çatladığını göstererek, her şeyi alaycılıkla eleştiren, üstelik de böyle komik bir tona sahip bir oyunu, tırnak içinde söyleyeyim mi, “bütünüyle kesinlikle mümkün kılmıştır.”

Bence Freshwater’ın en ilk, en parlak, en görünen, en görmemizi gerektiren katmanı sanki bu. Onun için de oyunda sanatların gerçeklikle ve birbiriyle ilişkisi çıkıyor ortaya. Ana karakteri Julian Margaret Cameron, Virginia Woolf’un büyük teyzesi, bir fotoğraf sanatçısı; tıpkı Leonard Woolf’un, “Virginia ellerin titriyor, acaba sana bir yayınevi mi kursak, bir baskı makinesi mi alsam ben?” derken, Virginia ile ortaya bir yayın evi – Hogarth Press2, 1917- çıkarması gibi, Charles Henry Hay Cameron da eşi Julia Mary Cameron’a bir fotoğraf makinesi hediye ediyor. Ama hiç bilmiyor ki o, sevgili Can Akgümüş’ün sempozyumdaki konuşmanın başlığında adlandırdığı gibi, kusurlu gözler ve görünenin arkasındaki yüzleri, çapaklı, buğulu, sınırları muğlaklaştığı portreleri verecekmiş bize o makineyle. Yani neredeyse ilk deneysel fotoğrafın öncülerinden biri oluyor. Woolf Arts Archive’ın bu ilk sempozyumunda, Can Akgümüş Cameron’un mirasını, Diane Arbus ve Vivian Maier gibi çağdaş fotoğraf sanatçılarına bağlayarak bu sanat ve gerçeklik tartışmasını genişletti. Sonra Dr. Abdullah Özdemir'in sempozyumda anlattığı şey geliyor aklıma; filmleri, görsel eserleri değerlendirmemiz için verilen yeni bir ölçüt: Bechdel testi. Ne kadar ilişkili, değil mi? Filmlerde kadın karakter var mı? Kadınlar erkeklerle mi ilgili muhabbet ediyorlar? Seni mi alacak, beni mi alacak diye mi soruyorlar? Dedikodu mu yapıyorlar. Yoksa aslında hayatlarının aktörleri mi bu kadınlar? Birbirlerine rakip değil, birbirleriyle güzel sohbet edebilen kadınlar mı? Birinin bir şeyi, örneğin karısı ya da kızı, değil de kendilerine ait kimlikleri olan bireyler mi var ekranda? Freshwater, bunu da konuşabildiğimiz bir oyun aynı zamanda.

Oyunun, Woolf Arts Archive bakımından ilginç bir tarafı da şu; Julia Margaret Cameron Freshwater adlı yerde, Dimbola Lodge’da, şair komşusu Alfred Lord Tennyson, ressam dostları George Frederick Watts, oyuncu arkadaşı Ellen Terry ile, hepsi oturuyorlar beraber, bütün gün tartışıyorlar: Sanat bu mu? Yoksa şu mu? Benim sanatımda, bana, bir tek lazım olan şey ışık. Sana uyak lazım, vezin lazım, bana değil, gibi tartışmalar yapıyorlar. Bu tartışmaların içinden çıkan bir başka katman da bu sanatların akrabalığı, birbiriyle dostluğu. Ve elbegtte diğer önemli katman: Virginia Woolf bu sohbetlere annesi üzerinden tanık olmasaydı, annesinin fotoğraflarına bakıp da, bunu Margaret Teyze çekmiş, yoksa Tennyson’ın şiirleri için mi çekiyormuş bu fotoğrafları diye merak edip onların sorularının peşine düşmeseydi, belki de Bloomsbury Circle kurulamayacaktı. Bunu da sempozyumda genç araştırmacı Nidanur Yıldırım anlattı bize. Oyun, bu tarihselliği görmemizi de sağlıyor, değil mi Deniz? 

D.G.İ: Kesinlikle.

M.Ö.K: Ve yine ekolojik açıdan ilgimi çeken bir şeydi bu; körfezin kıyısında bir yer burası. Bütün bu FreshwaterCircle diye bilinen, içinde Darwin’nin, Tennyson’ın, Ellen Terry gibi öncü isimlerin bulunduğu yer burası. Gizem hocamız-Doç. Dr. Zümre Gizem Yılmaz- da dönemin, 19. yüzyılın ünlü Shakespeare oyuncusu Ellen Terry’yi ve dönemin oyun/oyuncu anlayışını anlattı. Terry, yaklaşık 300 farklı Shakespeare temsilinde oynamış mesela. O dönemde böyle bir oyununu yazmak ne anlama geliyordu sorusundan hareketle içindeki karakter, kadın karakter, Ellen Terry nerede duruyordu, oyuna onu yerleştirmek Woolf açısından ne anlama geliyordu, bunu görmemizi sağlıyor oyun. Evet, artık Ellen Terry gibi bir sanatçı da var içinde, bizim Afife Jale’miz gibi bir oyuncu da var. İşte böyle bir topluluğu anlatıyor bir yandan. Topluluk bulunduğu yerin adını almış, Deniz. Yani, Freshwater, mekanla anılan bir topluluk ve oyun; o doğal yerle, körfezle anılan, kök saldığımız, geçtiğimiz, izimizi bıraktığımız, izler aldığımız o mekanla, o doğa parçasıyla, onun içindeki ırmakla, pencereyi açınca görünen güneşle, çiçeğin üzerinden uçan kelebekle, hatta orada duran kendi kendine acaba şu tarafa mı gitsem, bu tarafa mı, şu yaprağın üzerinden tırmansam mı (dediğimde sen hemen hatırlıyorsun bunun “Kew Gardens”dan olduğunu) diye soran salyangozla da bir akrabalık oluşturuyorlar, doğallıkla, davetiyeler yollayarak değil, tamamen tanışıklıkla, düşünce akrabalığıyla, duygu akrabalığıyla, duygulanım akrabalığıyla oluşmuş gruplar bunlar- Bloomsbury ve Freshwater grupları. Oyunu okurken bir kez daha bu katmanlar açıldı önümüzde ve dediğim gibi, birkaç gün önce Ted Üniversitesi’nde oyunu üçüncü kez, sempozyum çerçevesinde sahnede okuduğumuzda, daha iyi anladık. Tıpkı Woolf Arts Archive’ın logosundaki o salyangoz gibi, tıpkı arşivin misyonu gibi, geçtiği her yerde değişen, geçtiği her yerin özelliklerini alan ve oraya kendi özelliklerini, kendi doğasını bırakan, dolayısıyla çok güçlü bir etkileşim içinde olan bir sanatsal üretimden, düşünsel üretimden söz ediyoruz burada.

O yüzden de Woolf Arts arşivine de yine bir kez daha yönlendirirsem konuşmamızı, şunu vurgulamak isterim: Arşivi, “Always in Progress” diyerek, dijital ve küresel ulaşım için İngilizce olarak hazırladık-- zaman zaman Instagram ve Facebook hesaplarımız üzerinden Türkçe paylaşımlar da yapıyoruz. “Always in Progress”; tıpkı yaşamaya devam eden bizler gibi, hayvanlar gibi, ağaçlar gibi, sular gibi, yaşam gibi diyelim, daima gelişim içinde, süreç içinde; yeni şeyler ekleniyor, eklenmeye de devam edecek biçimde arşivliyor Woolf Arts Archive.

D.G.İ: Kesinlikle daima değişim, dönüşüm var. Freshwater’ın bize o kadar çok söylediği şey var ki mesela o işte aslında edebi babalar meselesi var. Edebi babaların bir şekilde reddi gibi onlara karşı böyle karşı bir alan, tarih ve hafıza yaratıyor. Bir yanında tarih ve hafızayı yeniden çok farklı şekillerde tam da o Freshwater’ın ekolojik alanında başarıyor bunu. Belki de su etrafında toplanarak, yani o suyun kendi iradesi, yarattığı ekosistem ile, oradan geçen bir belki salyangoz ile, onun üstüne ya da çiçeğin üstüne konan başka bir varlıkla ve o suyla birlikte, aklıma da şimdi Salt, Beyoğlu’nda yeni başlayan “Su Etrafında Araştırma Grubu” çalışmaları geliyor. Yani o suyun yarattığı ekosistemle birlikte biz hafızayı, arşivi, tarihi yeniden nasıl düşünüp şekillendirebiliriz? Aslında tam senin söylediğin arşiv, o yapım aşamasında (in progress) olan o arşivin her zaman gidilecek fiziksel bir yer olmadığı ve daima kendini yenilediği, canlı, nefes alıp veren alan başka bir organizma olduğunu ve gelişime, değişime her zaman açık olduğunu düşünüyorum. Akışkan bir şeyden bahsedebiliyoruz. Freshwater gerçekten çok farklı yerlere de değiyor. Sadece bir tiyatro oyunu gibi değil. Tarih, arşiv, hafıza, ekosistem, ekoloji bütün hepsini bize yeniden sorgulatıyor, değil mi? Yeniden bize tanıtıyor gibi hissettim sen anlatınca. 

M.Ö.K: Kesinlikle ve ekosistem sözcüğünü kullanmana da çok mutlu oldum. Çünkü bu kafamdakileri toparladı. Alfred Lord Tennyson, şair Mary Margaret Cameron, fotoğraf sanatçısı- belki o zaman öyle adlandırmıyor, ama sonra olacak- fotoğraflar çekiyor. Eşi, hukukçu Charles Cameron, antik Yunan’dan Hindistan’dan birçok filozofun eşliğinde düşünüyor, “hayat nedir, gerçek nedir, niye yaşıyoruz, beden nedir, kıyafet nedir, pantolon askısına niye ihtiyacımız var, hatta ölsek de kurtulsak şu pantolon askılarından, pantolonlardan” diyen “sakalı ay ışığına bulanmış bir feylezof”. Bir de ressam George Frederick Watts var; o da “aman kıpırdama şöyle dur çünkü ben resmimde gerçeği tıpa tıp vermeliyim” gibi düşünüyor. Bütün bunların bir arada olduğu bir ekosistem aslında Freshwater oyunu; işte bu haliyle Freshwater Circle tıpkı Bloomsbury gibi, değil mi? Orada da bir ekonomist, bir balerin, sonra bir romancı, ruh bilim üzerine çalışan başka biri, bir öykücü, bir ressam, bir sanat tarihçisi hepsi bir aradalar. Aslında bizim gibi, radyodaki sesler gibi, değil mi?  

D.G.İ: Evet. 

M.Ö.K: Bir ekosistem işte. Çok benzer şeyleri Açık Dergi’de, Kopuk Bağlar’da anlattık. Çok benzer başka şeyleri sen burada defalarca anlattın. O sırada başka programlarda, mesela Fizan Ekspresi’den buraya sular, dalgalar vuruyordu. Aslında çoğu kez birlikte hareket ettiğimiz bir ekosistemde olduğumuzu bir kere daha anlıyoruz. Woolf Arts Archive arşivi de bu ekosisteme- o eski metaforla söyleyeyim mi? - “ayna tutuyor”. Hatta biz “su aynası” diyelim mi ona? Hatta, ayna basıl değişiyor, nasıl dönüşüyor diye bakalım mı? Virginia Woolf’un “afterlives” ı dediğimiz, öldükten sonra da yaşamaya devam eden yaşamı, etki alanı. Eserleri okundukça, başka dillere çevrildikçe, başka ülkelerde, başka coğrafyalarda okundukça nasıl alımlanıyor; Freshwater okumalarıyla, suyun halleri, evin halleri, ismin halleri gibi, nasıl farklı hallere dönüşüyor, yeni biçimlere bürünüyor? Arşiv çalışması sayesinde bunları anlamaya çalışıyoruz. Örneğin, 1980’lerde daha çok sinemada adaptasyonları yapılırken 2000’lere gelindiğinde çağdaş sanatta ya da sahne denemelerinde mi daha çok yer alıyor Woolf- yaşamı ve yapıtlarıyla? Balesi mi var, şarkısı da mı yapılıyor ya da fotoğraf sanatçıları da mı yorumlamış, diye sorarken çok farklı alanlara açılıyoruz. İç mimari alanından, mesela Profesör Sevinç Kurt, öğrencilerine Woolf metinleri okutup “Woolfça mekân” denemeleri mi yaptırmış gibi yeni pratiklere yönleniyoruz. Arşiv, bu bağlamda, Woolf’un hangi dönem yeniden alımlanıp, yeni biçimlerde düşünülürken nasıl yorumlandığına bakmamıza imkân sağlıyor. Arşiv, tıpkı bir kap, bir havza gibi; Woolf’un kendisinin de “A Sketch of the Past” eserinde dediği gibi, bir kâse içinde damla damla suların aktığı yere, eser hafızasına bakıyoruz. Bunu arşivin kurucu üyelerinden Tuğba Çanakçı ile Atahan Mahir Karabiber de sempozyumda çok güzel anlattılar. Sanki bir havzaya pıt pıt pıt damlayan su damlaları gibi, arşive her yeni eser düştüğünde, biz onları alıyoruz, onlara su aynamızda bakıyoruz ve birlikte bakmak, anlamlandırmak, ilişkilendirmek üzere de meraklılarına veriyoruz.

D.G.İ: Bu bence çok muazzam bir şey. Woolf Arts Archive tam da tarihselliği de yeniden düşünerek küreseldeki Virginia Woolf dolaşımlarıyla yereldeki, belki küçük ölçekteki Woolf okumalarıyla bizi buluşturuyor ve her birinin birbirini nasıl beslediğini, birbirine nerelerden temas ettiğini gösteriyor. Tam da senin söylediğin gibi aslında, sonraki yolculuğu görünür kılıyor. Biz edebi metinlerin sonraki yolculuğundan bahsederken kimi zaman sınırlı düşünüyoruz sanki. Woolf Arts Archive heykelden, sanattan, edebiyattan, şarkıdan, mitolojiden, felsefeden, bambaşka yerlerden geçerek çok farklı yani alanları, disiplinleri, farklı türleri dediğin gibi bükerek bambaşka şeyler ortaya çıkartabiliyor. Bu bir şekilde, o edebi tarihi de ya da sanat tarihini de yeniden yazımı bence. Edebi tarih ile sanat tarihinin hem iç içeliğini gösteren hem de bu tarihlere farklı temaslarla yeniden bakmamızı öneren bir ekosistemden bahsediyoruz.

M.Ö.K: Ağzına sağlık, ne kadar güzel anlattın. Deniz burada aklıma şöyle bir şey geldi. Kurduğum bir bağlantıdan söz etmek geldi. Bunları okurken ve arşivi anlatmak için düşünürken kitaplığa bakıyordum. Bunu ben nasıl anlatacaktım diye. Howard Gardner’ın yazdığı Extraordinary Minds3 kitabı aklıma geliyordu. Galiba Cambridge Üniversitesi’nin İngiliz Edebiyatı Yaz Okuluna gittiğimde, Howard Gardner ile karşılaşmıştım. Gardner, Harvard Üniversitesi eğitim bilimleri alanındaki profesörlerden ve çoklu zekâ kuramının da kurucularından. Orada onun bu kitabını bulmuştum; çok da güzel bir baskı, güzel kapağında, bir de baktım, Virginia Woolf da var. Extraordinary Minds deyince Gandhi, Freud ve Mozart’ı düşünüyordu Gardner. Bu isimleri ele aldığı, çoklu zekâ kuramını denediği, oluşturmaya başladığı dönemlerdeki kitabıydı bu. Kitaplığımda onu buldum hemen; “Portraits of Exceptional Individuals and an Examination of our Extraordinariess” alt başlıklı kitaba, o dört deha tipinden birini örneklemek üzere Virginia Woolf’u anlattığı yere gittim. Yani niye biz duruyoruz da bir sürü başka yazar varken-- tamam belki onları da çalışırken-- neden onun eserlerine durmadan yeniden gidiyoruz, az önce senin söylediğin gibi. Niye böyle bir şeye ihtiyaç duyuyoruz? Çünkü “sıra dışı bir zekayla” baş başayız ve bu baş başalık bizi çok besliyor. Denemelerine gidiyoruz, başka bir şeyler buluyoruz. Mektuplarında, günlüklerinde, romanlarında bambaşka şeyler buluyoruz. Bize ekoloji çalıştırıyor, bize tarih çalıştırıyor, 8 Mart deyince aklımıza ilk o geliyor. Neden peki?  

“Introspector” diyor Gardner, dört deha tipini açıklarken Woolf’un dehası için bu terimi kullanıyor. Birine “influencer” diyor, diğerine başka bir şey. Virginia Woolf, içe dönme kapasitesi yüksek bir deha olarak, inceleme ve araştırma ile düşünerek içeriye girip bakan biri. Bu içeriye girip bakma haline de “ayrıcalıklı bir pencere” diyor Gardner, “privileged window” terimini kullanıyor. Bu ayrıcalıklı pencereyi açıp bakmanın o kadar çok yolu var ki, diyor, yani onu çok farklı şekillerde çalışabiliriz ama ben onu en çok düşünen, hisseden ve duyumsayan bir insan olarak ele aldığımda bunu görüyorum diyor. Howard Gardner’dan da alarak söylüyordum ben de; bütün bu arşivin, Woolf Arts Archive’ın arkasında öyle bir düşünce arkadaşı var ki, o sadece arkadaş değil büyük bir rehber de. Virginia Woolf bizim izini sürdüğümüz yollardan gerçekten majör duygularla geçmiş; ama minörde yaşayarak ya da minörden el alarak yapmış bunu. O yüzden de o tatlı yol arkadaşlığının hakkını verebilmek, o değer verdiğimiz rehberliğin kaynağına ulaşmaya çalışmak için arşiv var. Ya da yine onun düşünüşüyle söylersem, “How should one read a book” der ya bir denemesinde, yani, nasıl okumalı bir kitabı; peki, nasıl çalışmalı bir yazarı? O kadar çok yolu var ki! İşte yollardan bir tanesi de bu, esinlediklerini derleyen arşiv ile. Orada da biz bir “privileged window” açmış olalım. Ya da onun “privileged window”unun bize verdiği pencereyi bir de oraya koymuş olalım. Oradan bakalım, “always in progress”, kendimize, başkalarına, bize, göğe, yere, suya, salyangoza…

D.G.İ: Bütün yeryüzüne, hepimize bakarak…

M.Ö.K: Hepimize bakarak. Çünkü o bize bir sürü koordinat veriyor dediğim gibi, mimariden, şarkılardan, baleden, yeniden yazımlara. Arşivde bir de yeni bir bölüm açtık. “Woolfian Arts of Writing” diye. Woolf’un yeniden yazımlarına, sözcüklere, tabii ki edebiyata yer veriyoruz burada. Sözcükleri, her yeni seferinde, suya nasıl yansıyor? Bazen Narcissos gibi. “Ne de güzel yazarım!” gibi. “Ne güzel yazmış!” gibi…

D.G.İ: İyi ki yaptınız gerçekten ellerinize, emeğinize sağlık. Biz de büyük bir merakla, hevesle, heyecanla yaptıklarınızı ve özellikle Woolf Arts Archive’ın izini sürüyoruz. İçine dalmaya, nasıl diyeyim, cesaret ediyoruz. Biraz cesaret isteyen bir şey bence de. Artık süremizin de sonuna geldik. Hatta birazcık aşmış olabiliriz ama çok keyifliydi gerçekten.

M.Ö.K: Çok teşekkürler. Aktı geçti!

D.G.İ: Aktı geçti! Program öncesi konuşmuştuk. Bir şarkı çalalım diye. İstersen anonsunu senden alalım…

M.Ö.K: 8 Mart için çalmış, birlikte güzel bir ses bırakmış olalım. Arşivimizde de yer alan Patrick Wolf’un Lycanthropy albümünden “To The Lighthouse.” Virginia Woolf'un yaşamından, Mrs. Dalloway romanından, To The Lighthouse romanından ve diğer yapıtlarından küçük küçük anıştırmalar içeren o büyük şarkıyı dinleyelim mi?

D.G.İ: Dinleyelim. Sevgili Apaçık Radyo dinleyenleri, bugün konuğum çok sevgili Mine Özyurt Kılıç’tı. Birlikte Virginia Woolf’u konuştuk. Son söz gene Virginia Woolf’un olsun:


1) Virginia Woolf. Freshwater: Bir Komedi. Çeviren: Ercan Gürova. İstanbul: Mitos Boyut, 2024.

2) Arşiv ve poetikası için: https://www.woolfartsarchive.org/snail-around-the-flowerbed-of-literature 

 3) Howard Gardner, Extraordinary Minds. London: W&N, 1997.