17 Aralık 2006Taha Parla (*)
2007 siyaset yılını etkileyecek iki seçimden birincisi (Cumhurbaşkanlığı) üzerine geçen hafta birkaç şey söylemiştik. Bugün de ikincisi (genel seçim) hakkında birkaç laf etmek istiyorum. Sandıktan ne çıkacağını kestirmek Türkiye'de her zaman güçtür. Askeri darbelerle kesintiye uğrayan, çeşitli biçim ve dozlardaki kronik askeri müdahalelerle yozlaşan, siyasi partileri ikide bir kapatılan, partileri sınıf/program/ideoloji partisi değil minibüs partisi olan, seçmeni sürekli şaşırtan ve hep ekonomizm oportünizmine itilen bir siyasetin hakim olduğu, daha doğrusu siyasetin olmadığı, onun yerine idarenin (kâh açık kâh örtük militarist) egemen olageldiği bir ülkede, çoğulcu siyasi gelenek, süreklilik, istikrar bir yanda, sorumluluk öbür yanda hesap sorma, olmaz. Olamadı da. Dolayısıyla, kestirim de zor. Türkiye'de siyaset, sırası gelenin vurgunu vurduğu bir başka oyun oldu. Mencken'in vaktiyle Amerikan siyaseti için söylediği gibi, Türkiye'de de siyaset, "ilkelerin üstüne yükselebilme becerisi" olarak algılandı. Siyasi analiz de her şeyden önce, kim nasıl/ne zaman/ne kazanır muhasebeciliği yapmak sayıldı. Burada yapacağım bu değil. Zaten, benim kavram ve kıstaslarıma göre, ideolojik merkezi, kuruluşundan bu yana, ortada değil sağda olan Türkiye'de sağ, merkez, sol ve bunların derecelerini gösteren bir tayf yok; sağın dereceleri var, ortanın bile varlığı şüpheli. Onun için bu sefer sandıktan, özel adlarıyla, falanca parti ya da filanca lider çıkabilir ve sonuçları ne denli farklı olur türünden pragmatik siyaset kahinliği yapmayacağım. Tahmin zorluğu ayrı da, asıl söylemek istediğim, çok da fark etmez kimin "oy maksimize edeceği" (siyasetin amacının en düzeysiz tanımlarından biriyle). Adayların hepsi, değişen derecelerde de olsa, özde milliyetçi, devletçi, militarist, yetersiz laik, vs vs. Yarışacak atlar arasında bırakın solu, liberal bile yok.
Yüzde üç-beş
Türkiye'de hangi genel seçime bakarsanız bakın, sağ oyların toplamı hep yüzde 90 küsurdur. Üç tırnak veya beş daire içine alınmış olarak Türkiye'de "sol" denilen, CHP ve türevlerinden oluşan çizgiye, kavramlara işkence ederek, sol demezseniz! Kısacası potansiyel sol yüzde 30-40 değil, en çok yüzde 3-5'tir. Bu gerçeğe bir de seçim sistemini ve barajını ve de 1982 anayasa plebisitinin yüzde 91,5'unu ekleyin. Ve lütfen unutmayın ki "sol"-milliyetçi-muhafazakâr CHP ile "sağ"-milliyetçi-muhafazakâr MHP ve "merkez"-milliyetçi muhafazakâr ANAP koalisyonunu (hepsi Kemalist, bir kısmı faşizan), 1999 genel seçimlerinden sonra neredeyse yekvücut desteklemiş bir siyasi sınıf, aydın sınıfı, seyfiye sınıfı, burjuvazi ve halk var bu coğrafyada. 2007'de AKP'yi dengeleyecek yeni bir "milliyetçi cephe" ya da karizmatik lider tehlikesiyle karşı karşıya falan değiliz. Bunlar zaten olmuştu ve itirazımız olmamıştı. Aynı şeyin üç gram fazlası, beş gram azı üzerinde durmak siyasi analiz olmaz. Belirleyici olmayan düzeylerdeki ayrıntıları fazla önemsemek nüans zenginliği sağlamaz, pireyi deve yaptırır. Denklemi, örneğin, CHP+MHP+ANAP (+TSK) diye de kurabilirsiniz, MHP+DYP+CHP (+TSK) diye de ve tabii, biraz daha farklı olmak üzere, AKP (+TSK) diye de vs vs. Kısacası, yüzde 90 küsurluk aynı iskambil destesini kendi içinde birçok şekilde karıştırabilirsiniz. Şimdilik bunların dışında seçenek olmaması, bizi ehven-i şer pragmatizmine ya da daha kötüsü, bunlardan birini rasyonalize etmeye, hele biriyle dirsek temasına girmenin gerçekçi politika olduğunu düşünmeye götürmemeli. Yakın iktidar ortaklığı vehmine kapılmadan veya iktidarlara yakınlaşmaya tenezzül etmeden, orta ve uzun vadeli fikir hazırlığı ve mücadelesi yaparak, şimdiki iskambil destesinin dışında seçeneklerin oluşmasına katkıda bulunmaya çalışmak çok daha gerçekçidir. İnsanı statükonun terimleri içinde sıkışmaktan da esirgeyebilir. Gerçi sistem içi kritik olmak da kimsenin karışamayacağı bir seçimdir. Yalnız, bir sonucu vardır: Sistem karşıtı kritik olunduğu savı -kaldıysa- düşer. Kısacası, 2007 genel seçimlerinden -görece normal şartlar altında yapılırsa-, olasılıklardan hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin, ciddi farklar doğmaz demek istiyorum. Nasıl ki, iki partili Amerikan sisteminde Cumhuriyetçi-Demokrat farkını büyütmeye gerek yoksa, Clinton-Bush farkını ciddiye almaya gerek yoksa ya da Bush'u sapkın bir olay sayıp ABD'yi tenzih etmeye gerek yoksa, Demokratlar gelirse ABD'nin içte ve dışta ıslah olacağını düşünmeye gerek yoksa, ABD iç politikasındaki miniskül değişikliklerin ABD'nin dış politikasını, bu arada Türkiye'yle (ve Ortadoğu'yla) ilgili politikalarını esaslı biçimde değiştireceğini sanmanın da temeli yoktur. Konjonktürel, şahıslarla kaim, minik ayrıntıları, jurnalistik ve magazinel bir iştahla, mahir-ince siyasi analiz diye şişirmenin, yapısal/sistemik analizleri gündemden uzaklaştırmak gibi bir maliyeti ve sorumluluğu olduğu da unutulmamalı. Amerika'dan her dönemde ancak çıkabilen beş 10 düzgün düşünür/bilim adamından -solcu olsun, dürüst liberal olsun- kendi döneminin temsilcilerinden biri olan revizyonist tarihçi William Appleman Williams'ın bir tanısını hatırlatayım. Williams, Amerikan aydınları için, sistemin ancak kusurlu bir iki parçasını algılayıp eleştirebilirler; sistemin tümünü eleştirmekten acizdirler, demişti. (Tabii, burada bir "milli karakter" çözümlemesi yapmıyor; tarihsel-kültürel olarak belirlenmiş bir olgudan söz ediyordu.) Williams'ın bu tanısını 2000'ler Türkiyesinin seçkinlerinin çoğuna teşmil edebiliriz. Hem iç politika çözümlemeleri açısından hem de bu politikayı çok ilgilendiren ve belirleyen ABD iç ve dış politikasını yorumlamaları açısından. Bazılarının bildikleri: Propagandist Amerikan sosyal bilim operatörleri, kamu diplomasisici Amerikan gazetecileri, hatta ABD Dışişleri Bakanlığı temsilci ve sözcülerinin görüşlerinden ibarettir. Bilmedikleri: Bırakın solcu toplumbilimcileri, bırakın dürüst liberal Schattschneider, Key, Lowi'leri, birçok apolojist Amerikan siyaset bilimine giriş ders kitabına göre bile Amerika'nın iki partisinin lakabının "tweedle-dee, tweedle-dum" olduğudur. Tam bizdeki "ha Ali ha Veli" gibi. 2007 yılına uyarlarsak: Ha CHP, ha MHP, ha DYP, ha AKP -özellikle de ABD orkestrasyonu ve TSK vesayeti oldukça. ("STK"ların bir bölümünü de ekleyelim mi?) Ha iki-partili sistem, ha çok-partili sistem- hepsi birbirine benzedikçe. Ha cumhuriyetçi neo-kon, ha demokrat neo-lib.
Darbe?
Bu arada, birinci ve/veya ikinci seçimden önce ve/veya sonra askeri darbe olur mu sorusuna da geçerken değinelim. Bence, daha yüksek bir olasılıkla, olmaz: (1) Olmamalıdır; neredeyse herkes de böyle söylüyor, tam öyle düşünmeyenler bile. (2) 1982 Anayasasının kriz hükümlerine bile sıra gelmeden normal hükümleri ve koskoca bir kanunlar (mevzuat) hiyerarşisi zaten darbeyi gereksiz/fazla kılıyor; yalnız güvenlik meselelerinde değil tüm temel siyasal (en geniş tanımıyla) kararlarda askeriyeye söz hakkı ve yetkisi tanınmış durumda. (3) Darbenin bedeli iç ve dış kamuoyunda çok yüksek; bu bedeli ödemek için devasa gerekçeler icat edebilmek lazım. (Ki henüz yok.) (4) Askeri müdahalenin tek biçimi darbe değil; bildiğimiz çeşitli biçim ve dozlarını burada saymayalım. Bütün bunları söylerken, askerlerin ve sivillerin sindirilmiş antimilitarizmine kefil oluyor değilim. (Dikkat ederseniz, siyasal kültürümüz, demokrasi anlayışımız, hukuk müktesebatımız elvermez falan da demedim.) Bizim sahip olmadığımız bazı iç-bilgilere sahip birileri bu kadar müdahale yetmiyor, artık darbe dozu gerekiyor, diye düşünüp kalkışabilirler. (Ve bu, olaydan sonra, kabul de görebilir. Sicilimiz şahittir.) Net bilançoda, yüksek yoğunluklu bir darbeden ziyade, dozu artırılmış bir müdahale girişimini, bilemediniz düşük yoğunluklu bir "pronunciamiento/muhtırayı" daha yüksek olasılık olarak görüyorum. Bunun karşılığı ne olabilir, ya da olur mu, bilmiyorum. Net sonuç, yeni kararsız denge ne olur, bilmiyorum. Ama Türkiye siyasetinde radikal değişikliklerden çok, karşılıklı ödünler beklenebilir. Bu ne kadar idare eder, onu da bilmiyorum.
* Boğaziçi Üni., öğretim üyesi