17 Aralık 2004Radikal Gazetesi
Birkaç hafta önce Türkiye'nin AB'ye katılımını Avrupa tarihi açısından Normandiya çıkarmasıyla kıyaslayan Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fischer kadar ileri gitmeye gerek yok. Fakat AB liderlerinin bu hafta yapacakları zirvede, tarihsel öneme sahip stratejik bir kararla yüz yüze olacaklarına da kuşku yok.
Olumlu karar, Ankara'ya üyelik müzakerelerine başlanması yönünde net bir tarih verilmesi demek; muhtemelen bu tarih gelecek yılın ikinci yarısı olacak. Beş yıl önce Helsinki'de yapılan üyelik teklifinden geri adım atmak ise, AB'nin 'yumuşak gücünün' etkinliğini göstermek ve Hıristiyan ve Müslüman aşırılıkçıların borazanlığını yaptığı şu zehirli 'medeniyetler çatışması' söylemini boşa çıkarmak bakımından muazzam bir jeopolitik fırsatın kaçırılması anlamına gelecek. Müslüman çoğunluğa ve gelişen bir ekonomiye sahip, demokratik, laik bir cumhuriyet olan Türkiye'yi kucaklamak, AB'nin en büyük başarılarından biri olacak. Avrupa projesi, birbirinin kanını dökmekle geçen asırların ardından, ulusal çıkarın akılcı şekilde korunması yönünde yeni bir formül ortaya koymadı sadece; bu proje aynı zamanda, savaş sonrası genişleme sayesinde, güney Avrupa'daki faşist diktatörlüklerle Doğu Avrupa'daki Stalinist rejimlerin kalıntılarını da temizledi. Bugünse, İslamiyet'in yanı sıra Avrupa ve Hıristiyanlık tarihinde de vazgeçilmez yeri olan bir ülke sayesinde, İslam ve Batı arasındaki uçurumu kapatma fırsatıyla, dolayısıyla en az öncekiler kadar çetin bir görev söz konusu. Türkiye yoksul ve kalabalık bir ülke. Ancak tam üyelik için en az 10 yıllık bir süreç öngörülüyor ve bundan önceki genişleme deneyimleri, Türkiye'nin bu süreçte birçok yabancı yatırımı cezbedebileceğini ve modernleşmesini hızlandırabileceğini gösteriyor. Türklerin yığınlar halinde AB ülkelerine akın edeceği kuruntusu, korku tellallığından başka bir şey değil; zira AB üyeliğine yönelik net bir perspektif, Türkiye dahilinde iş potansiyelini artıracak. Elbette Recep Tayyip Erdoğan'ın hükümeti, son dönemde demokrasiye ve azınlık haklarına dair yaptığı reformları tam tamına uygulamak zorunda. Belki (Rum) Kıbrıs'ın tanınmasına (ki AB ile mevcut gümrük birliği anlaşması ve adayı yeniden birleştirecek BM anlaşmasına Rumların aksine verilen destek nedeniyle zaten fiilen tanınmış durumda) yönelik bazı jestler de yapmalı.
Fakat AB içindeki bazı kesimler (bilhassa Fransa, Almanya ve Avusturya sağı) müzakerelerin üyelik değil, 'imtiyazlı ortaklık' hedefiyle yürütülmesini istiyor. Böyle bir adım, ikiyüzlülük ve açıkça kötü niyet anlamına gelir.
Federalist korkular da yersiz. Eski entegrasyoncu modelin yerini 'değişken geometri' almış durumda; böyle bir model çerçevesinde Türkiye geleceğin ortak dış politika ve savunma politikasında, sözgelimi Avusturya'nın oynayamayacağı türden çekirdek bir rol üstlenebilir. Daha entegre ve uyumlu bir Birlik inşa etmeyi gerçekten dert edinenler, AB'nin 'ruhundan' çok, derinliğine, ağırlığına ve Avrupa projesini işler kılan hassas kimyaya odaklanmalıdır. (Başyazı, 13 Aralık 2004)