6 Eylül 2005Dilek Güven
6-7 Eylül olaylarının 50. yılı nedeniyle Toplumsal Tarih dergisi, 1956 yargılamalarının hâkimi olan amiral Fahri Çoker'in arşivini yayımladı. Çoker, arşivindeki fotoğraf ve belgeleri, ölümünden sonra yayımlanmak üzere Tarih Vakfı'na bağışlamıştı. 6 Eylül gecesi ve 7 Eylül sabahı Milli Emniyet Hizmetleri ve yabancı gazetecilerce çekilen fotoğrafların büyük bölümü ilk kez yayımlanıyor. Çünkü sıkıyönetim tarafından yerli basına sansür getirilmiş, yabancı gazetecilerin fotoğraflarına da el konmuştu. Fahri Çoker arşivi Tarih Vakfı'nca kitap olarak yayımlanacak. Bu arada Fahri Çoker arşivinden de yararlanarak kapsamlı bir araştırma yapan, Almanya Bochum Ruhr Üniversitesi Tarih Fakültesi'nden Dr. Dilek Güven'in '6-7 Eylül' adlı kitabı geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Bu dizide, Güven'in Toplumsal Tarih'te çıkan ve kitabının bir özeti sayılabilecek makalesi, yine dergide yer alan Fahri Çoker arşivinden belge, fotoğraflar ve tanıklıklar eşliğinde yer alacak. 6-7 Eylül olaylarını çokuluslu Osmanlı devletinden Türk ulus-devletine geçiş döneminde yaşanan sorunlarla ilişkilendirmek mümkündür. Farklı etnik grupları barındıran Anadolu'nun homojen hale getirilmesi, Kemalist elit tarafından başarılı bir ulus-devletin vazgeçilmez şartı olarak görülmüş ve yeni kurulan devletin Hıristiyan azınlıklara haklarını garanti etmesine rağmen, 1920'li ve 30'lu yıllarda hükümetler zaman zaman aleni bir asimilasyon politikası gütmüştür. Her ne kadar tüm vatandaşların yasal hak ve yükümlülüklerdeki eşitliğinden söz edilse de, günlük hayatta devletin kimlik politikası temelde Türklük üzerinden belirlenmiş, bu yolla millet olma, modernleşme ve Batılılaşma sürecinin ivme kazanacağı ümit edilmiştir.
Hükümetin özellikle ekonomi politikası alanında aldığı önlemler, Türk unsurun taşıyıcı öğe olarak düşünüldüğünü gösterir. Nitekim 1942 yılında yürürlüğe giren Varlık Vergisi, Ermenilerin, Rumların ve Yahudilerin ekonomideki liderliğine son vermeyi hedeflemiştir.
Devletin zorunlu göç ve iskân politikaları da bu homojenleştirme çabalarıyla bir arada değerlendirilmeli, dolayısıyla, 1934'teki, 'Trakya olayları' olarak bilinen ve Yahudileri zorunlu göçe sevk için yapılan saldırılar ile 1930'larda Kürtlere uygulanan iskân politikaları da bu bağlamda ele alınmalıdır. Aynı dönemde, 1929-1934 arası Anadolu Ermenilerinin Anadolu'nun merkezlerine ve ardından İstanbul'a göç ettirilmesinin amacı ise gayrimüslimleri tümüyle Anadolu'dan uzaklaştırıp İstanbul'da toplamaktır. 1946' da yazıldığı düşünülen bir CHP azınlık raporu bunu açıkça ifade eder. Rapora göre, 1950'lere kadar Anadolu, Yahudi ve Hıristiyanlardan temizlenmeli ve sonra İstanbul, Yunanistan'la olan bağları ve nüfusun çokluğu nedeniyle Rumlardan arındırılmalıydı.
Seçmenlerin üçte biri
Türkiye'nin 50'li yıllardaki milli politikası 30'lu ve 40'lı yıllardaki politikaların devamı olarak değerlendirilmeli, bu doğrultuda 6-7 Eylül olayları etnik homojenleşme ve milli ekonomi yaratma çabası bağlamında incelenmelidir. Çokpartili hayata geçiş sonrası azınlıkların hükümetlerle olumlu ilişkiler geliştirmesi, gayrimüslimlerin seçmen olarak önemsenmeye başlanmasından kaynaklanır.
Bu dönemde, İstanbul'da seçmenlerin üçte biri gayrimüslimdir. Seçim dönemleri CHP ve DP'nin Varlık Vergisi'nin geri ödeneceği yönündeki vaatleri ise seçim propagandasından ibarettir.
Menderes hükümetinin azınlıklara karşı baştaki liberal politikası, gittikçe zorlaşan ekonomik koşullarla değişir ve ilişkiler gerginleşir. Özellikle Kıbrıs'taki olaylarla birlikte 1953'ten itibaren gazetelerde Patrikhane ve Rumlara karşı başlatılan kampanya, 6-7 Eylül olaylarından evvel doruğa ulaşır. Rumlara yöneltilmiş gibi görünen saldırı, aslında tüm azınlıkları içine almaktadır, 'Rum' burada sadece bir örnektir. Gazetelere göre asıl suçlu, Türkleri provoke eden gayrimüslimlerdir. 6-7 Eylül olaylarının sadece Kıbrıs'la ilgili olarak Rumlara yapılmış bir misilleme olmadığının bir göstergesi, tahrip edilen işyerlerinin sadece yüzde 59'u Rumlara aitken, kalan yüzde 17'nin Ermenilere, yüzde 12'nin Yahudilere ait olması, hatta dönmelere ve Müslüman olmuş Beyaz Ruslara ait mekânların bile saldırıya uğramasıdır.
İşyerleri Müslümanlara
Bu olaylar devletin hedefine uygun bir göç dalgası başlatır. Ancak, tahribatın yarattığı maddi zorluklar, İstanbul'daki Yunan Konsolosluğu'nun ve Patrikhane'nin Rumlara İstanbul'da kalmaları yönündeki telkini, Yunanistan hükümetinin Rumların Yunanistan'a yerleşimi konusunda çıkardığı bürokratik zorluklar ve Türk devletinin azınlıkların malvarlığının satışını engellemesi gibi nedenlerden dolayı, söz konusu göç olayların hemen ardından gerçekleşmez. Birkaç ay içinde, büyük işyerlerinin önemli bir kısmı gayrimüslimlerden Müslümanlara devredilir, büyük tahribata uğrayan dükkânlar ise hiç açılmamak üzere kapanır. Gayrimüslimlerin birçoğu artık Türkiye'de yatırım yapmaktan kaçınır. Olaylardan altı ay sonra başgösteren göç dalgasıyla ulusu homojenleştirme planında bir adım daha atılmış olur. İstanbul basınıysa bu göçü daha çok 'geleneksel azınlık sadakatsizliği' ve 'yabancı devletlerle tarihi ittifak'la açıklama girişiminde bulunur.
Azınlıklar niye DP'yi destekledi?
Gayrimüslimlerin çoğunun 1957 seçimlerinde Demokrat Parti'yi desteklemesinin nedeni, bazı yazarların öne sürdüğü gibi, DP'yi 6-7 Eylül olaylarından sorumlu tutmamaları değildir. İlk planları seçimi boykottu, bu da DP'nin örneğin İstanbul'da seçimleri kaybetmesine yol açabilecektir, fakat DP'nin iktidara geldiğinde intikam alabileceği korkusu ve CHP'ye olan geleneksel antipati nedeniyle seçime katılma kararı verilir.
1955'ten itibaren DP hükümeti gittikçe zorlaşan bir ekonomik durumla karşı karşıya kalmış ve özellikle yüksek enflasyon nedeniyle hayat standardı düşen kesimin güvenini kaybetmiştir; şüpheli metotlarla muhalefeti susturma çabaları ise basının, aydınların ve öğrencilerin de DP'den soğumasına yol açmıştır. Örneğin Alman Dışişleri'nin bir raporuna göre daha olaylardan 15 gün evvel, muhalefeti kontrol amacıyla 7 Eylül 1955 günü İstanbul, Ankara ve İzmir'de sıkıyönetim ilan edilmesine karar verilmiştir. 1956 yılında muhalefeti baskı altına almak için Basın ve Toplantı Yasası'na getirilen kısıtlamalar da büyük ölçüde 6-7 Eylül olaylarıyla gerekçelendirilmiştir.
Hükümete göre, İstanbul Ekspres gazetesi 6 Eylül'de halkı suça teşvik etmiş ve sivil örgütler Toplantı Yasası'nın verdiği özgürlüklere dayanıp yaptıkları gösterilerle ülkeyi kaosa götürmüştür.
5 bin 317 mekân saldırıya uğradı Kıbrıs sorunu, 1955 yılında Türk kamuoyunun gündeminde baş köşeye oturmuştur. Dışişleri yetkilileri Londra'da Kıbrıs temaslarına devam ederken, Atatürk'ün Selanik'teki evinde bir bomba patlamasıyla ilgili haber, önce 6 Eylül 1955 günü Türkiye radyolarında yayımlanır. Bunun üzerine, 'Atamızın evi bombalandı' manşetiyle ikinci baskı yapan İstanbul Ekspres gazetesi o dönemde kurulmuş olan 'Kıbrıs Türktür Cemiyeti' üyelerince bütün İstanbul'da satılmaya ve halkı galeyana getirmek üzere kullanılmaya başlanır.
Kıbrıs Türktür Cemiyeti'nin önayak olması ve diğer gençlik örgütleri, meslek kuruluşları, DP teşkilatı, bazı resmi ve gayriresmi makamların telkin ve teşvikiyle yerel kalabalıklar ve şehre dışarıdan getirilmiş olan kitlelerce 6 Eylül akşamı Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir yağma ve yıkım eylemi gerçekleştirilir. Esas olarak İstanbul'daki gayrimüslim azınlık nüfusun ev, işyeri ve ibadet yerlerine yönelik bu saldırılarda emniyet pasif bir tutum sergiler. Gayrimüslimlerin adresleri hakkında önceden bilgi sahibi olan, 20-30 kişilik organize birliklerin kent içindeki ulaşımı özel arabalar, taksi ve kamyonların yanı sıra otobüs, vapur ve hatta askeri araçlar yardımıyla sağlanır.
İstanbul'un her yerinde yağmalar aynı yöntemle yapılmaktadır. Dükkânlara saldıranlar önce vitrinleri taşlayarak kırmakta ya da demir parmaklıkları kaynak makineleri ve tel makasları yardımıyla açmakta, ardından içerdeki alet ve makineler dışarı çıkarılarak paramparça edilmektedir. Kiliseler de payını alır: Kiliselerin içindeki kutsal resimler, haçlar, ikonalar ve diğer kutsal eşyalar tahrip edildiği ve yakıldığı gibi, bazen kilisenin tamamı ateşe verilir.
Mahkeme zabıtlarına göre, 4 bin 214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5 bin 317 mekân saldırıya uğramıştır.
Hasarı yaklaşık 150 milyon TL'yi bulmaktadır; bu rakam, o dönemin 54 milyon Amerikan Doları'na eşdeğerdir. DP hükümeti ise zarara uğrayıp tescil ettirenlere toplam 60 milyon TL tazminat öder.
Olaylar üzerine İstanbul'da sıkıyönetim ilan edilir. Esas olarak, Kıbrıs Türktür Cemiyeti ve gençlik örgütleri etrafında yoğunlaşan ve o günlerde ilan edilen sıkıyönetim savcıları tarafından yapılan ilk soruşturma ve yargılamalar, daha sonra DP iktidarının bastırması sonucunda 6-7 Eylül olayları 'komünistlerin tahriki' olarak yorumlanır, ancak, 1960 darbesinden sonra, bu olaylar Yassıada yargılamalarının gündemine oturur. Yassıada'da 6-7 Eylül olayları bu kez tamamen DP iktidarının hazırladığı bir tertip olarak sunulur ve sorumlu tutulan DP yönetimi, 6-7 Eylül olayları nedeniyle cezalandırılır.
Sonuç olarak, 6-7 Eylül 1955 olayları, Rum, Ermeni ve Yahudilerin büyük göç dalgalarıyla ülkeden ayrılmasına neden olur. Gayrimüslimlerin büyük bir kısmı için, yaşananlar, Türk vatandaşı olarak kabul görmediklerinin kanıtı olmuş, hangi parti iktidarda olursa olsun, gelecekte de ayrımcılıklara maruz kalacakları düşüncesi azınlıkların yurtdışına göç kararını vermelerine yol açmıştır. 1955 yılını izleyen bu gelişme, aynı zamanda İstanbul'da dini anlamda çoğulculuğun da sona erdiğini simgelemektedir.
Tanıklar anlatıyor
'Bir kamyon taşla geldiler'
"Çok, çok fena. O zaman ben evliydim, iki yaşındaydı Lula. (Sarıyer) Yenimahalle'de yazlıktaydık. İstanbul'dan haber geldi, Beyoğlu yanıyor. Saat sekiz, sekiz buçuk filan. Taş dolu bir kamyon geldi. Kamyonun içinden 10-15 kişi çıktı, ilk evvela gazinoyu kırdılar, bir şey bırakmadılar. Bir araya toplandık, zangoç vardı, karısı ve oğluyla; papaz vardı kızları ve karısıyla beraber. Başladılar dışarıdan camları kırmaya, taş atmaya. Aman n'apalım derken artık karanlık da oldu. Arka tarafta bir Türk ailesi oturuyordu, biliyordu o ne olacağını. Hemen papazın kızlarını aldılar, pencereden.
'Öldürme değil, kırma iznimiz var'
Ben Lula'yı şiltenin altına koydum, çocuğu öldürecekler. Taşlar yağmur gibi geliyor. Evin kapısına geldiler. Onu da tekmeyle kırdılar. Babam hemen oda kapısını açtı. Türkçeyi Türk gibi konuşuyordu babam. 'Kırıyoruz' dedi, 'Kıbrıs için. Helal olsun, vatana helal olsun' dedi, gelenler. 'Beni, karımı, kızlarımı öldürün' dedi babam. 'Yok, öldürmeye iznimiz yok' dediler, 'kırmaya iznimiz var.' İsmini sordular, 'Kemal' dedi babam. 'Afedersin, Kemal ağabey' deyip gittiler. Bakkala gittiler, bakkal da diyor ki, 'Hangi Kemal? Bu Koço'dur, Rum'dur.' Tekrar geldiler. Radyo ve buzdolabını pencereden aşağı attılar. Yataklar, elbiseler, gardırobun içinde bir şey kalmadı. Yani biz kaldık. Titriyorduk, 'Kırın' diyordu babam, ne yapsın, 'kırın, atın, helal olsun, atın!' Kırdılar, vurdular, gittiler. Papazın kızlarını istediler. 'Burada yoklar' dedik. Papazı aldılar, bir motosikletin üstüne bağladılar, yol boyunca çektiler."
Aynı saatlerde, F.S.'nin kocası bir an önce ailesinin yanına gelmek üzere Sirkeci'den yola çıkar. "O akşam kocam işteydi. Saat üçte geldi; Sirkeci'den, Yenimahalle'ye yayan geldi. O da kırıp yırtıp da geliyordu, ne yapsın. Kırmayan, yıkmayan gâvurdur, diye düşünüyorlardı." (Tarihe Bin Canlı Tanık projesi kapsamında 74 yaşındaki ev kadını F.S. ile yapılan görüşmeden.)