'Sivil toplum kavramı gelişigüzel kullanılıyor'

-
Aa
+
a
a
a

Hülya Demiralp Demircan: Bugünkü konuğum Mehmet Yavuzkan. Sevgili Mehmet ile Eğitim Gönüllüleri Vakfı'nda (TEGV) bir dönem birlikte çalışma keyfini yaşadım. Sosyal sorumluluk - gönüllülük konuları ve alan çalışmalarında birlikte öğretici bir süreç yaşadık. Kendi adıma keyifli bir süreçti. Bu nedenle, bu programda da güzel bir tartışma gerçekleştireceğimize inanıyorum. Mehmet, biraz kendini tanıtarak şu anda TEGV'de hangi görevde bulunduğunu anlatır mısın?

Mehmet Yavuzkan: Öncelikle, ben de kendi adıma sizi tanıdığım ve sizden gönüllü çalışma adına çok şey öğrendiğim bir süreç yaşadığım için çok mutluyum. İ.Ü. İktisat Fakültesi mezunuyum. Uzun bir özel sektör deneyiminden sonra, yaklaşık iki yıldır TEGV'de İnsan Kaynakları ve Gönüllü Koordinasyon Merkezi'nde “saha sorumlusu” olarak çalışıyorum. Vakfımızın faaliyet noktalarında vakıf tanıtımı, gönüllü arama/bulma/yönlendirme, gönüllü eğitimleri, gönüllüye dair çalışmalar, diğer STK'lar nezdinde temsil vb. çalışmaları yapıyorum.

HDD: Türkiye'nin birçok bölgesinde faaliyet noktaları bulunan TEGV'de çalışan ve bir pratiği yaşayan biri olarak çalışmalarını oldukça önemsiyorum. Hep söylediğin gibi, düşünce ile pratik arasındaki farkları gözlemleyebiliyor, yaşadığın farkındalıkları paylaşabiliyorsun. Bu birikimin sonucunda “gönüllülük ne demektir” desem, ne dersin?

MY: İçiçe geçmiş kavramlarla yola çıkarak tanımlamak istiyorum. Bir toplumsal sistemin işlemesi, o toplumdaki gündelik hayatın sürekli olarak tekrarına bağlıdır. Ama bir toplumda gündelik hayat (beslenme, giyinme, barınma, sağlık, eğitim, vb.) yeniden üretilemiyorsa, o toplum kriz içine girmiş demektir. Toplumumuzda kriz dendiğinde her nedense, akla hep ekonomik krizler akla geliyor. Oysa ki, siyasi, kültürel krizler de çok önemli.

Yeri gelmişken, ilginç ve öğretici bir örnek vermek istiyorum. Çin alfabesinde “kriz” kelimesi iki heceden oluşmakta; birinci hece, tehlike, ikinci hece de fırsat anlamını taşımaktadır. Bizim için, umarım ders olur. Toplum olarak, krizlerde hep tehlikeleri, olumsuz anlamda da fırsatları hatırlıyoruz. Yani fırsatçı olabiliyoruz. Konumuza dönersek, bir saptama olarak, “bir toplumsal sistemin sürdürebilirliğinin sağlanması ile gündelik hayat arasında ilişkinin incelenmesi ve yorumlanması önem arzediyor” denebilir.

“Gündelik hayat nedir?” nedir dersek... Gündelik hayat, modernliğin yani sanayi toplumu sonrasında gelişen bir ilişkiler bütünüdür. “Öncesinde yok muydu?” diye sorulabilir. Öncesinde “doğal toplum” olarak adlandırılan feodalite vardı. “Birey” var mıydı? Hayır. Birey, yaşantısı ve ilişkileriyle sanayi toplumu sonrasının rasyonel insanıdır (Homo economicus). İktisatçıyım demiştim. Klasik İktisat öğretisinde, Homo economicus kavramı, rasyonel birey olarak tanımlanır. Kavramın kendisini tartışmıyorum. O dönemde, insana atfedilen adlandırmayı belirtmek istiyorum.

Birey, toplumsal işbölümü çerçevesinde nerede konumlanırsa konumlansın, bireysel olandan toplumsal olana doğru bir yolculuk yapmaktadır. Bu yolculuğu “nasıl sürdürür”, “neler yaşar” ve “neler düşünür” diye sorarsanız, bu sorunun tek bir cevabı yoktur. Bu yolculuğu yarıda da bırakabilir. Bu durum, bir bilince tekabül eder. Bunun için, Oruç Aruoba'nın çok güzel dizelerini sizinle paylaşmak istiyorum:

Kişi, yaşamı boyu,Bir yerde takılıp kalıp, Yolda olduğunu sanabiliyor;ya da, ters taraftan,sürekli yürüdüğü halde,bir yerde durduğunu...Öyleyse önemli olan,bir yerde bulunmak değil, bulunduğu yerin bilincinde olmaktır;aynı şekilde, yolda olmak değil,yürüdüğü yolun bilincinde olmak...Yer de, yön de, yol da,bilinçtir. (Oruç ARUOBA; “Yürüme” adlı kitabından...)

İşte bu çetrefilli yolculuk, gündelik hayatını yeniden üretebilen ve düşünsel dünyası gelişkin bireylerin yapabileceği bir yolculuktur. Bu bireyler, gündelik hayatta ve toplumda karşılaştığı sorunlara karşı duyarlı bir eleştiri geliştirme ve değiştirme çabasındadır. Lütfen, bundan bir elitizm ürettiğim anlaşılmasın. Vurgulamak istediğim, gönüllünün kentli bir insan olması gerektiği; düşünsel dünyası gelişmiş bir bireyin çelişkilere cevap arayabileceği şeklinde anlaşılmalıdır.Çünkü, birey kentli bir düşünceye sahiptir. Kentli düşüncede yani toplumsal duyarlılığa doğru giden yolda kayıtsızlık değil, sorumluluk duygusu, sorumlu olma ve sorunun çözmede katılım vardır. Gönüllülük, bu yolculuğun olmazsa olmaz bir yanıdır.

“Başvuran herkes gönüllü olamaz”

HDD: Eleştiriden söz ettin. Bunun üzerinde durmak istiyorum. Karşılaştığım kişilerin önemli bir kısmında eleştiri suçlama olarak algılanıyor. Ancak, seni tanıdığım kadarıyla, biz eleştiri denince, durum tespiti, durumdan ders çıkarma ve düzeltme ya da değiştirme gibi olumlu bakış açısını anlıyoruz. Öyle değil mi?

MY: Sadece eleştirmiyorum. Eleştirdiğim her ne ise, onun iyileşmesi ya da değişmesi için bireysel katkımı sunuyorum.

HDD: Peki. Bu anlamda herkes gönüllü olabilir mi?

MY: Çok riskli bir soru.

HDD: Biliyorum ama sormam lazım.

(Gülüşmeler)

MY: Herkes, gönüllü çalışmalar için başvurabilir. Ama bence başvuran herkes gönüllü olamaz. Söylediklerimi kendi pratiğimden bir örnekle açıklamak istiyorum. Dünyada eğitim ve sağlık alanındaki gönüllü çalışmalar en riskli ve hassas çalışmalar olarak ele alınmaktadır. Bu alanlarda gönüllü katkıda bulunan insanların gerçekten birikimli, bu çalışmalara katkıda bulunabilecek düzeyde olması gerekmektedir.

Eğitim alanında “model olabilecek”, farklı kültürel anlayışları aktarabilecek ve “farkındalık”ları yaşatabilecek bir gönüllü ancak, çocukla birlikte olmalıdır. Bunun aksini ya da bir tür “romantizm”le çocuğa yaklaşıp, onun duygularını iğdiş edebilecek bir gönüllü tipolojisini düşünmek bile istemiyorum. Hep söylediğim bir şey var: Her türlü gelişiminin (sosyal, kültürel, ruhsal, bedensel, ahlaki vb...) başında olan ve bizden destek alan çocuğa “dokunma”nın sorumluluğu ve vebali çok büyüktür.

HDD: Peki yapabileceği hiçbir şeyyok mu? “Model olamaz” ama sevgi doludur. Birikimi yeterli değildir ama çocuklara verebileceği birtakım değerleri vardır.

MY: Mutlaka vardır. Öğretici olmayabilir ama “destek gönüllü” olabilir. Çocuğun dışında vakfın ya da kuruluşun faaliyetlerinin yürümesine destek olabilir. Bu, o alanda faaliyet gösteren kuruluşun yaratıcılığına kalmış ve kuruluşun üreteceği projelerin içinde yer almasına bağlı bir durumdur.

HDD: Aslında gerçekten gönüllü olmak isteyen kişiye “hayır; gönüllü olamazsınız” demek yerine, “bu alanda neleri yapabilme kapasitesi var?” diyerek onları açığa çıkartmak gerekmez mi?

MY: Haklısınız. Dediğinize katılıyorum. Ancak, bir vakıf ya da derneğin bir kişiye, onu kırmadan “çok affedersiniz; mevcut formasyonunuzla faaliyetlerimizde yer almanız mümkün görünmemektedir” söyleme hakkı olduğunu düşünüyorum.

HDD: Sonuçta ama...

MY: Evet. Yaşadığım iki yıllık pratikte öyle örneklerle karşılaştım ki... Bugün geldiğim nokta itibariyle bu yargımı rahatlıkla söyleyebiliyorum. Bu faaliyetlere katılmak isteyen kişiler, toplumumuzun nesnelliğinden birebir etkilenen kişiler. Bunların bir kısmını sizinle birlikte tanıdık. Sonuçta, gönüllü olarak çalışmak isteyen kişinin hangi amaçla, hangi düşüncelerle size geldiğini bilmeniz zaman alabilmekte ya da baştan kendini belli etmektedir.

HDD: Yine de bir konunun altını çizmekte fayda görüyorum. Dediğin gibi, çalışma alanı çok önemli. Ancak, gönüllü çalışmaların çeşitlendirilmesi, verimliliğin yükseltilmesi açısından üzerinde durulması gereken bir konu diye düşünüyorum.

Buradan başka bir konuya, geçmek istiyorum. Bu programı yapmaya başladığımdan beri, öyle örnekler gördüm ki, gönüllü çalışmalar olan bazı faaliyetler “sosyal sorumluluk” içermeyebiliyor. Sen bu görüşe katılıyor musun?

MY: Örneklere bağlı herhalde...

HDD: Şöyle bir örnek verebilirim. Bir programımda İncilâ Bertuğ, 3000 tane mûsiki derneğinin tamamen üye kişilerin inisiyatifleriyle kurulduğunu ve müzik yaptıklarını söylemişti. Ne teorisiyle ne de sorunlarıyla ilgileniyorlar. Sadece büyük bir zevkle müzik yapıyorlar. Bir tür hobi dernekleri gibi... Sana göre, bu tür dernekler gönüllü çalışma mı yapmaktadır.

MY: Daha sonra konuşacağımız “Sivil Toplum ve STK'lar” başlığında söylemek istediklerime paralel olarak bu tür derneklere birer “oluşum” denebileceğini düşünüyorum. “Sosyal sorumlulukları yoktur” denemez. En azından, o mûsikiyi canlı tuttukları ve devam ettirdikleri için, bu derneklerin varlığının bile “sosyal sorumluluk” alanına girdiğini düşünüyorum.

Suyun akacağı bir yer mutlaka vardır

HDD: Doğru, çok haklısın. Daha hassas olduğunu zannettiğim bir konuya geçmek istiyorum. Sence, “Sosyal Sorumluluk” sahibi olan herkes gönüllü çalışma yapmak zorunda mı?

MY: Konuşmamızın başında, “gönüllülük” tanımını yaparken, “kişinin, bireysel olandan toplumsal olana doğru yaptığı yolculukta bir durak” demiştim. Eğer bu durağa uğramışsa sorunuzun cevabı, evet.

HDD : Yanibir kişi “ben, sosyal sorumluluk sahibiyim” diyorsa gönüllü çalışma yapmak zorundadır. Öyle mi?

MY : Böyle bir “gerek/şart” olmadığını düşünüyorum. “Sosyal sorumluluk” sahibi bir insanın içinde gönüllüğün güdüsel olarak varolduğuna inanıyorum. Bir insanın, sosyal sorumluluğu, toplumsal duyarlılığı gelişmişse, bu toplum üzerine, bu toplumun sorunlarına dair düşünsel bir emek harcıyorsa, “suyun akacağı mutlaka bir yer vardır.”

HDD: Peki. Gönüllü çalışmalara katılmak isteyenlerde hep duyduğumuz bir mazereti sen de duyuyorsundur: “Gönüllü olarak çalışmayı çok istiyorum ama zamanım yok.” Kişinin gerçekten çok yoğun bir iş hayatı olabilir. Gönüllü çalışma, illa ki, bir faaliyet alanına gitmekle mi olur?

MY: İzin verirseniz, bir örnekle açıklamak istiyorum. Oldukça uzun ve yoğun çalışma saatleri olan sektörler var; örneğin bankacılık ve bilgisayar sektörü. Tabir caizse, masasının başından kalkamayan bir kişi gönüllü çalışmalara katılmak istiyor. Ben ondan öyle bir destek alabilirim ki; hiç biraraya gelmesek de internet gibi kanalları kullanarak destek alabilirim. Faaliyet alanında, fiziki olarak yanyana olmam ya da gönüllünün mekan olarak uzakta olması önemli değil.

Geçen sene yaşadığımız bir örneği anlatayım: Piyasa araştırmaları yapan bir araştırma firmasında çalışan eski bir gönüllümüz (kendisi yoğun çalışma saatleri nedeniyle, artık çocuklarla etkinliklere katılamıyor) çocuklarla etkinliklere katılan gönüllülerimize dönük yaptığımız anketleri bir araştırmacı gözüyle, kategorik hale getirip, değerlendirerek bir sunum halinde bize ulaştırdı. Bu süre zarfında kendisiyle sadece telefon ve e-posta kanalıyla haberleştik.

Bir başka örnek vermem gerekirse, İstanbul gibi büyük şehirlerde şirketlerde çalışan gönüllüler, çalışma arkadaşlarını gönüllü çalışmalara teşvik edebilir ya da şirketinin “sosyal sorumluluk” çalışmalarına katkılarını geliştirebilir. Bunun ülkemizde örnekleri bulunmaktadır. Geçen sene, Unilever çalışanlarından bir grup, vakfımızın “İstanbul'a Bakış Projesi” kapsamında İstanbul'a gelecek çocuklarımızı doğu ve güneydoğu illerinden alıp getirme ve geri götürme görevlerini üstlendi. Aynı zamanda Unilever uçakla ulaşım masraflarını da karşıladı.

* * *

HDD: Gönüllü–personel ilişkisi üzerinde de konuşalım, istiyorum.

MY: STK'larda çalışan profesyonellerin literatürde adı “gönüllü profesyonel”dir.

HDD: Bu kavram sence pratiğe yerleşmiş durumda mı? Çünkü, tartışılıyor.

MY: Evet, doğru. Kavramın kendisi değil, kavramın anlamının içselleştirilememesi tartışılıyor. Belki, bu konuyu da gönüllü–personel ilişkisini tartışırken açabiliriz.

“Gönüllü profesyonel” tanımına geri dönersem...Özelsektörde çalışan bir kişi, neden çalışır? Geçimini sağlamak için. Kişi, şirkette birtakım zorunluluklara tabidir. Kişiden istenen, işini doğru ve verimli bir şekilde yapmasıdır. Ancak, bir STK'da profesyonel olarak çalışan kişinin şirketlerdeki zorunluluklardan öte başka zorunlulukları da vardır. Çok iyi özel sektör deneyimi, çok iyi bir profesyonel veya gerçekten işe ihtiyacı olsun ama “düşünsel paradigması”, gönüllü çalışmaların felsefesine uygun olmalıdır. Ben gönüllü eğitimlerinde, toplumumuzda “çocuk sesinin, sinek vızıltısıyla karıştırıldığını” söylerim. STK'larda, buna benzer bir halet-i ruhiye ile gönüllü çalışmalara bakan bir çalışan olamaz.

Bu faaliyet salt bir iş olarak görülemez. Eğer bir STK çalışanı bu durumdaysa, faaliyete, faaliyetin felsefesine uzak demektir. Bu durum “yabancılaşma”ya işarettir. “Toplumsal fayda”yı esas alan bir STK'da faaliyetinize yabancılaşamazsınız. Buna izin verilmemelidir. Çünkü, topluma sesleniyorsunuz. Çalışma alanınız (eğitim, sağlık vb) ne ise, insanları böyle bir alanda gönüllü çalışmanın gerekliliğine inandırıyor ve davet ediyorsunuz.

HDD: Yani geçen programda sözünü ettiğin bireysel olandan toplumsal olana doğru yolculuğu gerçekleştirmiş ya da gerçekleştiriyor olması lazım. Öyle mi?

MY: Evet. Bu gerekli bir şarttır. Ancak, yeterli değildir. Bu birikimini her gün yeniden üretmelidir. Böyle bir “gönüllü profesyonel” tanımı yaptıktan sonra, gönüllülerle olan ilişkisinde çok önemli bir şart yerine getirilmiş demektir. Çünkü gelen gönüllünün beklentisi, motivasyonu, düşünceleri ve birikimini STK'nın faaliyetine uygun olarak yönlendirmek ve biçimlendirmek daha kolay olacaktır. Çünkü gönüllü ile gönüllü profesyonel arasında bir “duygu birlikteliği” olacaktır.

İşte böyle bir “gönüllü profesyonel”, STK'lardaki sürekliliğin ve başarının temel şartlarından birisidir. Çünkü böyle bir kadro, “kültürel olgunluğa” sahiptir.

HDD: Peki, yeri gelmişken bir soru sormak istiyorum. Sosyal sorumluluğa sahip böyle bir kişi, neden maaş alıyor?

MY: Maaş alan bir kişi olarak kendi pratiğimden yanıt vereyim. Hakkari'den İzmir'e, Antalya'dan Rize'ye 33 ilde örgütlü ve 92 noktada faaliyet gösteren TEGV'in salt gönüllü faaliyetlerle yönetilebilmesi mümkün mü? Sanmıyorum. Sosyal-kültürel farklılıkların ve bölgesel eşitsizliklerin çok yoğun olduğu ülkemizde, böyle bir yapıyı salt gönüllü çalışmayla yönetmek hayâl olsa gerek. Hiç de istemediğiniz noktalara gidebilirsiniz. Tabir caizse, ipin ucu öyle bir kaçar ki... 

Biraz önce, toplumsal fayda demiştim. Bu faydayı toplumsal bir hareketlilik ile gerçekleştirmeye çalışıyorsunuz. Hedef kitleniz ile, projelerinizle, kaynağınızla, teknolojik alt yapınızla, eğitim programlarınızla ve en önemlisi, tüm bunları gerçekleştirecek gönüllü profesyonel kadronuzla yönetmek zorundasınız.

İnsanları yönetmekten bahsetmiyorum. Bizim toplumuzda yönetim ya da yönetici dendiği zaman, insan ya da kurumları yönetmekten bahsedilir. Oysa ki yönetimden kastım, ortamı ve faaliyetleri yönetmek, delege etmektir.

Tekrar maaş konusuna dönersem... Yukarıda sözünü ettiğim faaliyetler sadece gönüllü çalışmalarla olabilecekse veya olursa ne âlâ... Ben böyle bir durumu arzularım. Ama bana göre, en azından günümüzde ya da ülkemizde imkansız gibi görünmekte... Hayal etmek bile güzel. Belki de ulaşılması gereken budur. Sadece gönüllü çalışmalarla yürütülen çok küçük oluşumların çalışmaları izlenir ve dersler çıkarılabilir, sanırım.

“Sivil toplum” nedir?

HDD: Söylediklerine katılıyor ve birkaç konuyu da eklemek istiyorum. Ben seni tanıyorsam; ücret almadan da çalışırdın. Ancak, yaşamını devam ettirmek için de bir gelire ihtiyacın var. Senin gibi bir gönüllü profesyonelin çalışmalarını gönül rahatlığıyla yapabilmesi için de maaş alması gerekir.

Aslında bu konu da çok tartışılan bir konu. Son STK Sempozyumu'ndaki bir atölye çalışmasında da bu konuyu tartışmış; atölye çalışmasına katılan gönüllüler, tarafından bir STK çalışanının gönüllü olamayacağı konusunda epeyce ısrarcıydılar.

MY: Burada söylediklerimizle orada gönüllü katılımcıların söyledikleri arasında nüanstan öte kavramsal olarak netleşememe farkı var. Ülkemizde, her konuda olduğu gibi, düşünsel çaba gerektiren konularda “ben söyledim, oldu” mantığı hâlâ geçerli. Orada da sormuştum: “Sizinle hiçbir duygusal bağ kuramayan, sadece maaşını almak için gelip giden bir kişi ile nasıl ortak bir proje ya da etkinlikler düzenleyebileceksiniz? Nasıl inanacaksınız? Nasıl güveneceksiniz?”

İzin verirseniz, maaş alma konusunda bir ek yapmak istiyorum. Bağışlarla varlığını sürdüren bir STK'da yaptığı işe gerçekten “yabancı” bir kişinin, miktarı ne olursa olsun, aldığı maaş ne kadar hakkı? Bu konunun etik açıdan değerlendirilmesi gerekmektedir.

HDD: Sevgili Mehmet, buradan “sivil toplum ve STK nedir” sorularına geçmek istiyorum. Tanımlamaları yapalım ki, taşlar yerine otursun. Ne dersin?

MY: Özellikle, “Sivil Toplum” kavramı, kullanılma biçimi açısından oldukça hassas ve rahatsız olduğum bir kavram. Ülkemizde kavramlar o kadar rahat, sorumsuzca, içeriğine hakim olmadan ve sadece popüler bir yanı olduğu için kullanılıyor. Kavram, bir toplumsal pratiğin, düşünsel bir çabanın ve üretimin sonunda oluşur.

Ülkemizden örnek verelim: İktisatçılığımı kullanmama izin verirseniz; hatırlarsınız, 80'li yıllarda gündeme “serbest piyasa ekonomisi” diye bir kavram atıldı. Ben fakültede böyle bir kavram öğrenmedim. Öğrendiğim kavram, “piyasa ekonomisi” idi. Piyasa ekonomisi, kabaca, piyasayı oluşturan aktörlerin serbestçe dolaşımda olduğu bir ekonomi diye tanımlanır. Peki ama neden başına serbest kelimesi eklendi? Bir özenti mi? Bu kavrama daha fazla serbest olduğu anlamında inandırıcılık katmak için mi?

Ya da TEGV pratiğimden bir örnek: Gönüllülerimiz ya da velilerden duyuyorum. “Birlikte etkinliğe girdiğimiz çocuk ya da benim çocuk hiperaktif”. “Hiperaktif ne demek?” diye sorduğunuzda yanıtları, “hareketlilik” oluyor. Doğru mu? Hayır. Peki ya, nedir? Psikiyatrik bir rahatsızlıktır.

Bu kullanım biçimleri maalesef, “sivil toplum” kavramı için de geçerli... Çıkıp buradan yoldaki birine ya da bu faaliyetler içinde bulunan bir kişiye sorsak, “sivil toplum nedir?” sorusuna sizce ne cevap verecektir? Eminim, verilecek olan cevaplara şaşıracaksınız. Kendi pratiğimde, İstanbul veya Anadolu'ya gittiğim zaman soruyorum:

- TEGV ne yapıyor?- Çocuklara eğitim veriyor. - Sivil Toplum ne demektir?- ......-Sivil Toplum Kuruluşları ne demektir.- .....

Sivil Toplum kavramı, kullanımı o kadar riskli bir kavram ki... Kökü ilk çağlara kadar gidiyor. Rönenans ile birlikte gelişmeye başlayan ve günümüze kadar, inişli çıkışlı bir seyir gösteren kavram. O kadar büyük bir literatürü var ki, özümsemek için çaba gerektirir. Bu nedenle, bilimsel kavramları kullanırken, bilim adına, bilimsel etik adına kavramların gelişigüzel kullanılmasına karşıyım.

Üyelerinin değerli çabalarını küçümsemediğimi belirterek soruyorum: “Sivil Toplum Kuruluşu, TMMOB mudur? Sivil Toplum Kuruluşu, TTB midir? Sivil Toplum Kuruluşu, TÜSİAD mıdır? Sivil Toplum Kuruluşu, Kızılay mıdır? Vs... Türkiye'de ilgili ilgisiz kuruluşlar kendilerine Sivil Toplum Kuruluşu olarak adlandırmaktadır. Bugün Türkiye Mimar Mühendis Odaları Birliği (TMMOB), Türk Tabipler Birliği (TTB), Türkiye Barolar Birliği (TBB) gibi kuruluşlar mimar/mühendisin, doktorun, avukatın üye olmak zorunda olduğu, aidatını ödediği ve özel yasayla kurulmuş kuruluşlardır. Gönüllülük, bunun neresinde? Faaliyetlerinde gönüllü sorumluluklar görmek, onları STK yapmaz. İşin daha düşündürücü bir yanı, geçmişte, şimdi kendilerine STK diyen bu kuruluşlarla birlikte sendikalar kendilerine Demokratik Kitle Örgütü (DKÖ) demekteydi. Hangi nesnellik değişti de -katılın katılmayın- bu adlandırma değişti.

STK yerine “gönüllü kuruluşlar”

HDD: Böyle bir adlandırmayı yanlış buluyorsun, öyle mi?

MY: Evet. Sivil Toplum kavramı, kullanımı çok kolay, kullanım biçimi oldukça kötü ve riskli bir kavram haline geldi. Geçmiş dönemde bir gazetede okumuştum. “Sivil Toplum nedir?” diye sormuşlar. “Askeri olmayan toplum” diye yanıtlamışlar. Nahif bir doğruluğu olmakla birlikte, komik bir yanıt değil mi? STK diye adlandırdığımız kuruluşlara dünyada None Gouvernmental Organization (NGO) ya da Public Volunteers Organization (PVO) deniyor. Hatırlar mısınız, son STK Sempozyumu'nda uzun yıllar Amerika'da kalmış bir bayan NPO (None Political Organisation) adlandırmasını da kullanmıştı. Yani Politik Olmayan... Peki “sivil toplum” kavramı nasıl bir kavram? Siyaset Bilimi'nin kavramı. Benzetmemi mazur görün ama bu kavram “her niyete yenen bir muz” haline geldi. Son derece tartışmalı bir siyasi kavram, kimi ellerde dolaşıyor. Dünyada kendilerini STK olarak adlandıran öyle örgütler var ki, arkasında kim olduğunu bilmiyorsunuz. Şüphe uyandırıcı değil mi?

Kişisel olarak, düşünsel kirlilik yaşamamak için, içinde bulunduğum faaliyetin fayda ve etiğine inandığım için “sivil toplum” kavramını kullanmaktan yana değilim. STK yerine, “gönüllü kuruluşlar(ı)” demek bana daha anlamlı geliyor. “Gönüllü Kuruluşlar(ı)” adlandırması, toplumsal algıda, toplumun nezdinde daha sempatik bir adlandırma.

HDD: Toparlamanı istesem;STK ya da senin deyiminle “gönüllü kuruluşları” ne yapmalı, nasıl yapmalıdır?

MY: Türkiye'de “gönüllü kuruluşlar”ın önünde örnek alabilecekleri ve yeniden üretebilecekleri bir miras yok. Bu nedenle bu kuruluşlar, bir öğrenme deneyimi yaşamak ve deneysel bir tarz tutturmak zorundadır. Bir tür girdi-çıktı analizi yapmak gerekmektedir. Bu analiz, sınırlarımızı, sınırlarımızı nasıl genişleteceğimizi gösterecektir. Öğrenme sürecinde elde ettikleri deneyimleri kendi içinde birikime dönüştürmek ve diğer kuruluşlarla da paylaşmak... Tüm bunlar ileriye doğru miras bırakmanın temel şartlarıdır. Bu sorumluluk, toplumsal bir görevdir.

Çünkü, toplumuzda iki kötü davranış şekli, güncel düşünme, (günü kurtarma da denebilir) ve sürekliliğin olmaması sosyolojik bir durumdur. Bu kuruluşlar, faaliyet alanları ne olursa olsun, yoksulluğun, toplumsal eşitsizliğin, süreksizlik halinin içinden yapabilmeyi, umudu, inancı, iradeyi ve isteği çıkarmalıdır. Bu duygular vardır. Yeter ki, topluma seslenmesini bilelim.

HDD: Sevgili Mehmet, her zaman ki gibi, seninle tartışmak ve seni dinlemekten keyif aldım. Teşekkür ediyorum.

(12/19 Mayıs 2003'te Açık Radyo'da “Gönüllülük ve Sosyal Sorumluluk” adlı programda yayınlanmıştır. Deşifre eden: Kevser Yavuz)