Sivil Dikta

-
Aa
+
a
a
a

1 Şubat 2010Star

Evet, oyla iktidara gelip de arkasından diktatörlüğe dönüşen hükümet ve liderlere rastlıyoruz.

Evet, bunların en tipik örnekleri Arjantin’de Peron, Almanya’da Hitler’dir. Ama onların oralara nasıl ‘getirildiğini’ hiç sorgulamıyoruz. Seçim sürecine kadar ne tür kargaşayı kimlerin çıkardığını, kimlerin Peronları, Hitlerleri yarattığını hiç düşünemiyoruz.

Her ikisini de oraya getiren gücün arkasında faşist ve faşizan cunta eğilimleri yatmaktadır. Tıpkı bizde olduğu gibi kitleler kışkırtılmış, ‘tehlikenin farkında mısınız?’ sloganları pompalanış, bayrak mitingleri benzeri gösteriler düzenlenmiş, aydın geçinenlerin ‘entelektüelliği’ manipüle edilmiş, yargı gücüne yaslanılmış ve liderler tezgahlandıktan sonra seçime gidilerek, tezgahtakiler satışa sunulmuştur. Bizimkiler beceremedi? Çünkü 60-70 sene öncesinin konjoktürüyle bugünkü aynı değil. Çünkü özgürlük bilinç ve ruhunu artık, tıpkı Batılı gerçek aydında olduğu gibi Türk aydını da özümsenmiş durumda. Çünkü tezgaha koyabilecekleri karizma bulamadılar. Çünkü artık Türk halkı laf salatalarına kanmıyor.

Peron bir askerdi, daha 1921’de Grupo de Oficiales’i kurarak bizdeki Batı Çalışma Grubu türünden bir cunta faaliyetine girdi.1943 yılında, Arjantin’de sivil yönetime son veren askeri kliğe katıldı.1944 yılında genelkurmay başkanı vekili olduğunda, kitle desteği alabilmek için kaynayan işçi gruplarını manipüle etti, vaatlerde bulundu. Ordu içerisindeki ona karşı olan liberal klik, Peron’un görevlerini elinden aldı. O da, 1946 yılında da ulusalcı asker ve işçi desteğiyle seçimi kazanarak sivil diktatörlük sürecini başlattı. Yaptığı işlerin başında demokratik ve liberal güçleri sindirerek milliyetçi-ulusalcı bir politikayı uygulamaya geçirmesi gelmekteydi.

Sivil görünümlü cunta

Bizde de tıpkı Arjantin’de olduğu gibi amaç demokratik güçleri sindirmek, milliyetçi-ulusalcı faşizan bir yöntemle, mafya ilişkili cuntaların çıkarları doğrultusunda ülkeyi yönetmektir. Geride cuntalar, tabanda mitingler ve kargaşa, arkasından yönetime sivil görünümlü bir diktatör veya diktatörlüğü getirmek. Doğruysa, Balyoz Hareketi içinde sivil bakanların adları bile belirlenmiş.

Hitler’in iktidara gelişi de ‘basit’ bir seçim olayı değildir. Ordu, üniversite, yargı güçlerinin ve kendini aydın zanneden mihrakların tezgahıyla Hitler seçimi kazandı.

Almanya savaşı kaybetmiş, Bismark’ın hayali olan Alman Birliği suya düşmüştü. Alman burjuvazisi son derecede huzursuzdu. Enflasyon canavarı kol geziyor, işçi sınıfı eziliyordu. Kitleler başkaldırıyor, her gün olaylar çıkıyordu. Savaş tazminatı ödeme sıkıntısı devletin belini bükmüştü. Savaş kaybeden Alman ordusu eziklik içindeydi. Toparlanmak gerekiyordu.

Kitleleri tahrik etme sanatı!

1919’da Alman İşçi Partisi adını değiştirmiş Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NAZİ) etiketini almıştı. Bu yıllarda Naziler meşhur SA’yı (surmabtelung) örgütleyerek tedhiş olaylarına başladılar. SA’lar içinde ‘genç subaylarda’ vardı. ‘Genç subaylar, sosyalistlerden ve özgürlükçü liberallerden rahatsızlık duyuyordu. Güçlü bir hatip olan Hitler, SA’larla birlikte kitleleri harekete geçirerek karşı güçlerin sindirilmesinde önemli roller almıştı. Hitler 1923 yılında bir darbe planı düzenledi. Yanında, daha sonra yönetimde yer alacak olan Rudolf Hess, Herman Göring gibi ‘aydın’ ve ‘asker’ kökenli insanlar mevcuttu. Darbeciler yakalandı ve mahkum oldular. Hitler 9 ay hapiste yattıktan sonra serbest kaldı.

O artık anlamıştı, etkili ve yetkili derindeki güçler ikna edilmedikçe, ‘aydınlar kazanılmadıkça’, ‘kitleler tahrik edilmedikçe’ devlet ele geçirilemez. Özellikle de askeriyedeki ulusalcı komutanları ayarlamak gerekir.

 Martin Heidegger 1927 yılında ‘Olmak ve Zaman’ adlı yapıtını yayınlamış ve ün kazanmıştı. Çok önemli ve büyük bir filozof olan Heiddeger, Alman yaşam ve düşüncesinde yeni bir çağa geçilerek ulusal manevi birlik ve beraberliğin kurulmasını istiyordu. Ve 1930’da bu ruhun nasyonal sosyalizmle yaratılabileceğini ifade ederek (OTT, Hugo: Martin Heidegger: A Political Life, London 1993, s.13-14). Nazilerle işbirliğine girdi (EVANS J.Richard: The Coming of Third Reich, Penguin Boks 2003, s.417-418). Kant, Weber gibi büyük düşünürlerin geleneğinde gelen Heidegger böyle buyurmuştu. Ernst  Kierck, Karl Lieser ve daha bir çok bilim adamı aynı yoldan giderler ve  Nazi hareketini meşrulaştırarak Almanya’nın sıradan aydınının ‘ufuklarını açarlar(!)’.

Tıpkı bizdeki sıradan Türk aydınında  olduğu gibi milliyetçilik artık gerekli bir değer olarak kabullenilir. Yalnız bizimkilerin ideologları o boyuttaki düşünürler değil kıytırık marjinallerdir. Başlarına kalpak geçirip, kırmızı atkıyı boyunlarına bağlayınca kendilerini alim sanan cahil-i cühela takımı bizim zavallı aydınımızın idolü olur. Bizim aydınımız eskilerde ‘milliyetçilik’ düşüncesine karşı olduğu için kavramın adının da değiştirerek ulusalcılığı yeğlemiştir.

‘Alman ruhu’nu uyandırmak

Alman burjuvazisi artık rahattır.

Filozoflar, bilim adamları, akademisyenler Nazizmi benimsediklerine göre korkulacak bir şey yoktur. Önemli değildir Einstein’ların, Max Born’ların üniversitelerden uzaklaştırılmaları. Onlar ya komünisttir, ya liberal ya da Yahudi... Hepsi vatan haini, hepsi satılmış, hepsi dış güçlerin ajanı...

Düşünsel zemin sağlanmış, kitleler yeni ideolojiyi benimsemiş ve eyleme geçerek mitingleri başlatmıştır. İdeoloji militanı öğrenciler, refah vaat edilen işçiler, sözde aydınlar ‘tehlikenin farkında mısınız?’ manipülasyonuyla alanlara dökülmeye başlarlar. Tehlike özgürlükte, özgür düşüncenin yayılmasındadır. Amaç ‘Alman Ruhu’nu yeniden yaratmak için Nazileri iktidara getirmekti. Büyük Frederick’in, Bismark’ın yarattığı ‘Alman Ruhu’ yeniden güçlendirilmelidir. Tıpkı biz de olduğu gibi ‘Cumhuriyetin kuruluş felsefesi ve kurumları yok oldu; yeniden yaratalım’, ‘Cumhuriyet felsefesine düşman olan dini, etnik azınlıkları ezelim, din olgusunu özel alana tıkalım, tüm muhaliflerin canına okuyalım, onları Faşist Şili Cuntasının yaptığı gibi stadyumlara tıkalım...’

Önce ordu Hitlerci oldu

Yargı mensupları da milliyetçi bir Alman Ruhu geleneğine göre eğitim almışlardı. Savaş sonrasının ezikliği, benimsedikleri ideolojinin ruh ve mantığını güçlendirdi. Zaten 1919 Weimar Anayasası jüritokratik bir düzenleme getirmişti. Yargı çok güçlüydü, yasama ve yürütmenin üzerinde demoklesin kılıcı gibi durmaktaydı. Üst yargı organlarının üyeleri ideolojik faktörlerin ön plana çıktığı bir atama ve seçilme yöntemiyle iş başına gelmekteydiler. Onlar Nazi iktidarı öncesi iktidarların yasama ve yürütme tasarruflarını kesip biçmekteydiler. Tıpkı biz de olduğu gibi hukuk normlarını kendi ideolojilerine uygun bir biçimde yorumlamaktaydılar.

Geriye ordu kalmıştı. Orduda Nazizm karşıtı subaylar az da olsa mevcuttu. Onları tasfiye etmek kolayda çünkü ordu, askerin doğası gereği zaten milliyetçidir, ulusalcıdır. Nazizmin yükseliş sürecinde asker bu akımı destekleme sürecine kendiliğinden girmişti.

1928 yılı Almanya’sında sosyal demokratların liderliğindeki büyük koalisyonda ordu hükümete bağlı iken, Hitler’in daha sonra işbaşına getirilmesinde rolü olan Cumhurbaşkanı Hindenburg Nazi eğilimli Wilhelm Groner’i Savunma Bakanı olarak atar ve bakanlığı doğrudan doğruya kendisine bağlar. Artık ordu, Bakanlar Kurulu tarafından, ne idari ne de mali açıdan hiçbir şekilde denetlenemez hale gelir. Ordu içine Nazizm, Hitler’in seçilmesinden önce girmiştir. Ve ordu içerisindeki bazı klikler Hitler’i bir an önce iktidar yapmak için gayret göstermeye başlarlar (EVENS: s. 247-248). Sabotajlar başlatılır, halkın infial duyguları körüklenir.

İktidar Nazilere sunuldu

Sıra inanç gruplarına gelmiştir. Protestanlar üzerine yatırım yapılmaya başlanır. Protestanların yoğun yaşadığı kuzey bölgelerde Nazi sempatizanlığı 1930 seçimlerinde zaten saptanmıştı (EVENS: s.262). Üzerin gidilir, ancak bu arada Katolik-Protestan kardeşliği hususunda da propaganda ihmal edilmez. Bizde de etkili ve yetkili güçler Aleviler üzerine yatırım yapmakta, arkasından Alevi-Sünni kardeşliğinden söz etmektedirler. Ama onlar ‘tekke’ konumunda olan cem evlerini açmayı savunurken (ki haklıdırlar), Sünni tekkelerle cem evleri arasındaki benzerlik ve hatta ayniyeti görmek istemezler. Ya da işlerine gelmez, çünkü o etkili ve yetkili güçler Alevi desteğiyle mevcut hükümeti devirmek istemektedirler.

1930’ların Almanya’sında artık burjuvazi, işçi, ‘sözde aydın’, öğrenci kafakola alınmış, asker ve yargı destekli bir süreçle Almanya’da seçime gidilmiş ve Hitler iktidara gelerek ‘sivil diktatörlüğü’ kurmuştur.

Ve sen ülkemin ‘aydını’ Almanya ve Arjantin’de seçim sürecine nasıl girildiğini, iktidarın hangi sofistike yöntemlerle Nazilere sunulduğunu, sivil diktatörlüklerin nasıl kurulduğunu bilmeden ahkam kesiyorsun.

Sivil diktatörlüğü sen getiriyordun. Muvazzaf veya emekli cuntaların kışkırtmasıyla sen alanlara döküldün, bayrak mitingleri yaptın. Kendileri seminer falan diyip kabulleniyor, sen hala ‘canım ihtilal böyle mi yapılır?’diyorsun. Üst yargı organlarının, YÖK’ün üyeleri, siyasi sorumluluğu olmayan bir cumhurbaşkanı tarafından, kendi siyasal eğilimine göre atanıyor. Ahmet Necdet bey atayınca, ‘ne var bunda deyip’, Abdullah bey atayınca ‘laiklik elden gidiyor, kadrolaşma var’ diye bas bas bağırıyorsun. Sivil cuntanın gelmesinin alt yapısını oluşturuyorsun ama farkında değilsin be kardeşim. Yazık sana...

Peron’u da, Hitler’i de senin gibiler iktidar yaptı, senin gibiler sivil diktatörlüklerin kapısını açtı. Eğer yürekliysen, kendine güvenin varsa postal goygoyculuğunu bırak, örgütlen adam gibi bir sosyal demokrat parti kur ve böylelikle her türlü sivil diktatörlük özlemlerinin önü set çek. CHP’yi sosyal demokrat olduğu için destekliyorsun. Oysa CHP her türlü insan haklarına ilişkin düzenlemelere karşı çıkıyor. Böyle sosyal demokrasi olmaz. Ama senin cehaletin sosyal demokrasinin ne olduğunun bilincinde değil ki. ‘Ey sosyal demokrat titre ve kendine gel’. Sivil diktatörlük goygoyculuğu yapıyorsun; artık lütfen anla..