5 Haziran 2010Taraf
Burcu Fikretoğlu, Atina
17. Adana Altın Koza Film Festivali’nin onur konuğu olması münasebetiyle Atina’da Theo Angelopoulos’un çalışma odasına konuk olduk. Söyleşinin en heyecanlı yerinde gelen bir telefon Angelopoulos’un o ana kadar sakin olan ses tonunu bir anda değiştirdi: “İptal mi edildi?’’ Ahizeyi yerine koyar koymaz kendini toparlayan üstad, “Çok yazık’’ dedi. “Sinemaya karşı bu darbe, çok yazık... Trajik bir olayla karşı karşıya olduğumuz çok doğru ama bunu sanat aracılığıyla ifade edebiliriz biz. Danslı falan bir eğlenceden söz etmiyoruz, bir sinema festivali bu...’’ Ne diyeceğimi bilemedim, haklıydı. Çünkü Adana Altın Koza Film Festivali’ydi iptal edilen. Tepkiliydi bu karara ama yine de sorularımızı yanıtladı.
Her zaman, Antonioni sinemasının renkleri büyülemiştir beni. Fakat sizin sinemanızda daha farkı bir şey var, daha tanıdık. Çok daha derinde bir yere dokunuyor sanki sizin renkleriniz...
Ben de Antonioni’yi çok severim. O hastalanmadan önce kişisel bir alâkamız da vardı onunla. Fark şu ki, Antonioni kuzeyden, kuzey İtalya’dan. Ben güneyliyim. Ben daha denizim, daha Ege’yim... Ama yaptığım filmler de hep Yunanistan’ın kuzeyinde. Benim yaptığım içimdeki görüntüyü yansıtmak. Nedenini bilmiyorum ama, öyle.
Neden hep aynı coğrafyayı kullanıyorsunuz? İstanbul Rumları’yla ilgili bir film yapmadınız örneğin...
Bilmiyorum, her şeyi yapamam ki. Ben 50’ler 60’larda her şeyi, dünyayı değiştirebileceğine inanan bir kuşağa aitim. Olmadı ama. Çok zor bir dönemden geçtiğimizi düşünüyorum. Büyük sorun ekonomik olan değil. Ekonomik sorun sonuç, sebep değil. Yeni kuşağın elinde inanacak bir şey yok. Tarihi perspektif dediğimiz şey yok. Geleceğin açık olduğuna, açık bir ufuk olduğuna seni inandıracak bir şey yok. Bu yalnızca Yunanistan’la ilgili değil, genel anlamda konuşuyorum. Avrupa örneğin. İtalya’da, İngiltere’de de bunu fark ediyorsunuz. Bilmiyorum, dünyanın nereye gittiğini bilmiyoruz. Bu çok büyük bir sorun ve genç kuşak bunun farkında. Bu yüzden tepkililer. Bu bir çeşit çaresizlik göstergesi. Son zamanlarda olanlar beni gerçekten çok etkiliyor.
Balkan ülkeleri örneğin, sanki ada gibiler, onların kaderinin geri kalanla hiçbir ilgisi yok gibi...
Gerçek şu ki, Balkan toprakları savaşların doğduğu topraklar. 20. yüzyılda iki dünya savaşı da Balkanlar’da doğdu. Öte yandan, bir nüfus karışımı oldu, sınırlar belirlendiğinde çok insan bir yanda, diğerleri de öte yanda kaldı. Bu her zaman çalkantıya yol açar. Unutmayalım ki, bir süre önce, 20. asır sonunda savaşın orta noktası Saraybosna’ydı. Söylemek istediğim, acaba tarih sanki kader gibi mi sürdürüyor varlığını? Hayır, bu tarih farklı, kendine özgü. Şu an durum daha iyi ama gerginlik bitmiş değil.
Müzikten konuşalım istiyorum sizinle. Aristoteles’in tragedya tanımında koronun yeri çok önemlidir. Bir aktör gibi bütünlük içindedir sahneyle. Sanırım sizin Eleni Karaindrou’yla başardığınız şey tam da bu...
Tam tanımını yapacaksak, koro “sağduyu’’dur. Benim müzikle çok enteresan bir ilişkim var. Ben klasik müzik ve geleneksel Yunan müziğiyle büyüdüm. Diğer müzik türleri gelip geçici oldu, bende iz bırakmadı. Radyo vardı. Her Pazar sabahı bir konser verirdi. Mozart’ı falan hep öyle tanıdık. Sonra, film yapmaya başladım ve bu konuyla yüz yüze geldim. Seyrettiğim Amerikan filmlerinin müzikleri beni çok rahatsız ederdi. John Ford filmlerinde kulaklarımı kapatırdım, öyle daha çok keyif alırdım filmden. Dedim ki, ben müzik kullanmayacağım. Sonra Kitera’ya Yolculuk’ta başka bir şeye ihtiyaç duydum. Eleni Karaindrou uzun zamandır benimle flört ediyordu müzik konusunda. Bu konuyu onunla konuşmak istediğimi söyledim. O senaryoyu okumak istemedi. Bana anlat dedi. Okumak yerine dinlemek istediler. Neyse, sonra ben ona anlattıkça sesimi bir kayıt cihazıyla kaydetti. Eve gitmiş, sesimi dinlemeye başlamış, piyanonun başına oturmuş ve beni dinlerken müzik ortaya çıkmaya başlamış. O zamandan beri birlikte çalışıyoruz.
Karakterleriniz de tragedyaya ait çok unsur var. Bugünü o zamanın eserlerine bir eldiven gibi sığdırabilir miyiz? Değişen bir şey var mı?
Benim hep söylediğim bir şey vardır. Bazı temel prensiplerin unutulduğu bir çağda yaşıyoruz. Bize miras kalan en önemli kimlik dildir. Heidegger, sahip olduğumuz tek kimlik anadilimizdir der. Yani, nedir dil yoluyla bize miras kalan? Şiir, felsefe, bir bütün olarak kültür. Bu topraklar bunu unuttu. Bütün dünya şimdi en büyük sorun olmuş şeyin peşinde, paranın. Bu yüzden dünya mutsuz. Çünkü ruhunu inkâr ediyor. Buradaki röportajlarımda söylüyorum şimdi, yalnızca bir kültür ‘’hücumu’’ bu toprakların ruhunu kurtarabilir.
Trajedilerin sebeplerini insanlığın yüzüne vurmak istemediniz mi hiç?
Şöyle açıklayayım, ben film çekmeye başladığımda, Yeniden Kurma diye bir film yapmıştım. Yüzler vardı o filmde, yakın çekimler. Sonra, diğer filmler, 36 Günleri, Gezgin Oyuncular gibi filmler büyük ölçüde Brecht etkisi altındadır. Uzaklaştırma tekniğiyle insan hisleri değil, insanın tarihle ilişkisidir ön planda olan. Bir noktadan sonra, Aristoteles’e döndüm. Onun tabii çok farklı bir yaklaşımı var tragedyaya.
Ağlayan Çayır’da bize muhteşem bir tragedya örneği sunduğunuzu düşünüyorum. Fakat öte yandan filmlerinizde Brecht’in etkisi de yadsınamaz.
İnsan yüzünün coğrafyası, filmin coğrafyasıdır derler. Ben diyorum ki, insanın coğrafyası, yalnızca yüzün kendisi değil, yüzün mekândaki yeri, yüz ve mekân arasındaki diyalektiktir. Yüz mekândan bağımsız değildir. Fizikî anlamda mekândan bahsetmiyorum. Her şey, tarih, kültür, etkileşimler... Tabii ki, Bergman kayıtsız kaldığım bir yönetmen değil. Ben Bergman’ın böyle olan filmlerini sevdim, o da benim başka türlü olan filmlerimi.