Orkestra durur, çalmayı bırakır. Kemancılar terlerini silerler, viyolacılar nota kitapçığının sayfalarını çevirirler. Bütün bunlar, başka bir sürü şey sahnede cereyan ederken, dinleyicilerin yönünden tek bir ses gelir: Öhö,öhö! Hep bir ağızdan boğazlar temizlenir, gıcıklar atılır. Her şey beş-on saniyede olup biter. Müzik tekrar başlar. Ta ki, bir sonraki kısa ara gelene kadar. Ne var bunda, hepimizin yaptığı bir iş değil mi? Öksürmenin binbir nedenlerine girecek değilim. Sessizliğin ve de zorunlu suskunluğun öksürtücü etkilerinden söz ediyorum. Herkes şöyle bir düşünse, kendi hayatından, hatta şu geçen birkaç günden bir örnek bulabilir. Saygı duruşu, sınav sonuçlarının açıklanmasından önceki saniyeler, tiyatroda ışıklar söndüğünde daha perde açılmamışken geçiş dönemi... Herkesin bir başka örneği vardır, ama sözü uzatmayalım ve bu mahut “öksürük” | |
mesajını bir irdeleyelim. | Teresa Sherwin, "Hands of Fatima" |
Tikleri olan çocukları (ve büyükleri) değerlendirirken, doktor muayene odasında tiklerini görmek mümkün olmuyor. ‘Tik’ adını verdiğimiz denetlenemeyen hareket, seslerin nerede olduğunu sorduğumuzda birçok kişi ağız birliği etmişcesine ‘kilise’, diyor, ‘her Pazar’. Hele o herkesin içinden dua mırıldanmaya başlayıp, papazın da mihrapta bir takım hazırlıklar yaptığında... Bunda ne var denebilir, hangi çocuğa “şunu yapma” deseniz, onu “yapmak” için yanıp tutuşacağından en ufak bir kuşkunuz olmasın. Örneğin benim tanıdığım böyle çocuklardan birisinin kilisede “efendi gibi dur” der dendiğinde, tiklerini salıvereceği kesin (bu yazının ilk şeklindeki çocuk Amerikalı olduğu için örnek, kilise, o zamandan bu yana Türkiye’deki çocuklar durumun evrensel olduğunu bana gösterdiler). Oysa aynı çocuk, tiklerini gizlemeyi tercih ettiği kişilerin yanındayken, ne öksürüklerle odayı dolduruyor, ne de olmayacak sesler ya da sözlerle anne babasını papaz efendiye mahcup ettiği gibi ortalığı birbirine katıyor. Kendisine sorulduğunda, “Evet, boğazımı temizleme ya da elimi kolumu sallama arzumu geciktirebiliyorum”, diyor. “Ama yine de bir noktada salıvermek istiyorum. Delice aksırıp-tıksırmak, saçma-sapan konuşan birine s..tir çekmek için yanıp tutuşuyorum. Eh, bunu da ya o an yapabilirim, cümle aleme rezil olma pahasına...”
Gıcık olma
Benim tiyatro-konserdeki öksürük örneğimi pek beğenmemiş... “Bu öyle değil. Mutlaka yapmak zorundayım. Siz illa öksürüp, boğazınızı temizlemek zorunda mısınız?” Dolayısıyla, o bir fırsatını kollayıp ya tuvalet ya da kimsenin bulunmadığı bir odaya girip tiklerini “hapşırıyor”: “Zıplıyorum, kafamı çevirip, çenemi açıyorum... ta ki, içimdeki arzu sönene kadar!” Yani, nasıl hapşırma süreci bir başladı mı, durdurmak nerdeyse imkansız; ertelemek bir ölçüde mümkünse...
Oysa, ben öksürmemizin de bir tür tik olduğunu düşünüyorum. Tümüyle denetlenemeyen, ama ertelenmesi mümkün olan birçok fizyolojik süreç gibi. Üstelik Türkçe’nin “gıcık öksürüğü” diyerek altını çizdiği duygusal bir ya da var. Sıkıntı, karşı çıkma, “hiç de öyle değil”, “üf...”, “yetti", hoşlanmama... Kısacası bir kısım “gıcık olma” deyimiyle pek güzel (biraz kaba kaçsa da) karşılanan bu duygularla öksürük arasında basbayağı bir ilişki var.
Tiklerin önemli bir bölümünün duygusal yoğunluklarla eşzamanlı olduğu biliniyor. Sevinç bazen, öfke ve gerginlik sıklıkla tiklerin tetiğini çekiyor. “Hayır,” diyor küçük hastam, “tetik filan çekmiyor. Hani eski saatlerin zemberekleri kurulmuş ya, onun gibi oluyor.” Ona göre tiyatrodakilerin zembereklerini boşaltmaları keyfi bir şey (yani öksürmeleri), oysa kendisi er ya da geç öksürmek, hoplamak, yüz-göz işaretleri yapmak zorunda... ”Belki de benim tiklerimin bir çeşit hastalık gibi olması şu 'gıcık olma' işine gelip-dayanıyor. Siz gıcık olduğunuzda öksürüyor, boğaz temizliyorsunuz. Bu yetiyor. Ama ben bütün vücudumla aksırıp-tıksırıyorum, gıcık olduğumda!”
Az kaldı sosyal amaçlı bir öksürüğü unutuyordum: “Ben burdayım” öksürüğü... Kapı tıkladığında çifte öksürük, az ötenizdekiler sizin farkınıza varsın istediğinizde tek bir öksürük. Bunların gıcık olmayla pek bir ilgisi yokmuş gibi, dolayısıyla benim küçük hastanın da ilgi alanına girmiyor. “Hem zaten,” diyor, “bu o sizin konser arası öksürüğü gibi de değil. Siz öksürdünüz mü, yanınızdaki de öksürmeye başlamıyor.” Yani... “Bir duygu paylaşılmıyor, karşınızdakine, yanınızdakine yayılmıyor.” Biraz abarttığını ve öksürük “teorimizi” falan ileri götürdüğünü söylüyorum. Hafiften, sonra da şiddetle boğazını temizliyor: “Biliyor musunuz, düşüncelerimi paylaşmayıp bir de böyle dalga geçtiğinizde, size çok gıcık oluyorum.”