12 Nisan 2009Radikal
20. asır geride kaldı, fakat 21. asırda yaşamayı henüz öğrenmiş değiliz ya da en azından bu asra uygun şekilde düşünmeyi. Bu göründüğü kadar zor olmamalı, zira geçen asırda ekonomiye ve siyasete hâkim olan temel fikir tarihin derinliklerine gömülüp gitmiş durumda. Bu fikir, modern sınai ekonomileri veya bütün ekonomileri, taban tabana zıt olan iki ekonomi bağlamında (sosyalizm veya kapitalizm) düşünme biçimiydi.Söz konusu iki ekonomik tarzı en katıksız haliyle hayata geçirmek yönünde iki girişime tanık olduk: Sovyet tarzının merkezi olarak planlanan devlet ekonomileri ve kapitalizmin kontrolsüz serbest piyasa ekonomileri. İlki 1980'lerde çöktü ve beraberinde Avrupa'daki komünist siyasi sistemleri de götürdü. İkincisiyse küresel kapitalizmin 1930'lardan beri yaşadığı en büyük küresel kriz nedeniyle gözlerimizin önünde çökmekte. Bazı açılardan bugünkü kriz 1930'lardan daha büyük, zira o zamanlar ekonominin küreselleşmesi şu ankinden çok daha gerideydi ve kriz Sovyetler Birliği'nin planlı ekonomisini etkilememişti. Mevcut dünya krizinin sonuçlarının ne kadar ölümcül olacağını ve ne vakte dek süreceğini henüz bilmiyoruz, fakat bir nokta kesin: Bu kriz, Margaret Thatcher ve Başkan Reagan dönemlerinde başlayıp bugüne kadar dünyayı ve hükümetleri etkisi altına alan serbest piyasa temelli kapitalizmin sonunu ifade ediyor.Yani her iki cenahın da (hem katıksız, devletsiz bir piyasa kapitalizmine, adeta bir tür uluslararası burjuva anarşizmine, hem de özel kâr çabasıyla kirlenmemiş planlı bir sosyalizme inananların) önünde yetersizlik ve acizlik duruyor. Her ikisi de iflas etti. Gelecek, aynı şu an ve geçmiş gibi, kamusal olanla bireysel olanın o veya bu şekilde birbirine bağlandığı melez ekonomilerde yatıyor. Peki nasıl? Bugün herkesin, fakat bilhassa da solda duranların önündeki sorun bu.
Sosyal demokratlar boyun eğdiSovyet tarzı sosyalist sistemlere geri dönmeyi kimse ciddi ciddi düşünmüyor (nedeni sadece bu sistemlerin siyasi günahları değil, ekonomilerinin giderek artan uyuşukluğu ve etkisizliği), fakat bu, söz konusu sistemlerin kaydettiği çarpıcı sosyal ve eğitimsel başarıları küçümsememize yol açmamalı. Diğer yandan küresel serbest piyasa geçen yıl infilak edene kadar, kuzey kapitalizminin zengin ülkelerindeki ve Avustralya-Asya'daki sosyal demokrat veya diğer mutedil sol partiler bile, giderek artan bir biçimde serbest piyasa kapitalizminin başarısına iman etmişti. Gerçekten de, SSCB'nin çöküşünden bugüne kadar, bu tür partilerden veya liderlerden tek birinin bile kapitalizmi kabul edilemez bir sistem olarak kınadığını hatırlamıyorum. En imanlısı da Britanya'nın Yeni İşçi Partisi'ydi. Hem 2008'e dek Tony Blair hem sonrasında Gordon Brown'ı ekonomi politikaları itibarıyla pantolonlu birer Thatcher olarak niteleyebiliriz ve abartmış da olmayız. Aynısı ABD'deki Demokrat Parti için de geçerli.1950'lerden bu yana İşçi Partisi'nin temel düşüncesi sosyalizmin gereksiz olduğu yönündeydi, zira kapitalist bir sistem gelişmeye dayalı ilerleyebilir ve diğer bütün sistemlerden daha çok zenginlik üretebilirdi. Sosyalistlerin bütün yapması gereken zenginliğin eşitlikçi dağılımını sağlamaktı. Fakat 1970'lerden itibaren küreselleşmenin hızlanması, bu dağılım şeklini giderek zorlaştırdı ve İşçi Partisi'nin (aslında bütün sosyal demokrat partilerin) geleneksel destek ve politika tabanının altını ciddi şekilde oydu. 1980'lerde birçokları, İşçi Partisi gemisinin batmaması için (ki batması gerçek bir ihtimaldi) ciddi şekilde elden geçirilmesi gerektiği konusunda hemfikirdi.Fakat elden geçirilmedi. Thatchercı ekonominin dirilişi olarak gördüğü şeyin etkisi altında kalan İşçi Partisi, 1997'den itibaren küresel serbest piyasanın köktenci ideolojisini veya daha doğru bir ifadeyle, teolojisini yalayıp yutuverdi. Britanya piyasalardaki devlet kontrolünü kaldırdı, endüstrilerini ihaleyle sattı, (Almanya, Fransa ve İsviçre'den farklı olarak) ihraç mallarını üretmeyi durdurdu ve parasını finans hizmetlerinin küresel merkezi, yani kara para aklayan milyarderler için bir cennet haline gelmek yönündekullandı. İşte bu yüzden dünya krizinin bugün Britanya ekonomisine etkisi, diğer bütün büyük Batılı ekonomilerden muhtemelen daha vahim olacak ve tam iyileşmesi de onlardan daha zor olacak.
Hükümetle hâlâ 'imanlı'Bütün bunların artık bittiğini söyleyebilirsiniz. Melez ekonomiye dönmekte özgürüz. İşçi Partisi'nin eski alet çantası bir kez daha kullanıma açık (millileştirmeye kadar her şey mümkün), öyleyse gidip çantadan İşçi Partisi'nin hiç çöpe atmamış olduğu aletleri çıkaralım ve işe koyulalım. Fakat bu yaklaşım, o aletlerle ne yapacağımızı bildiğimizi varsayıyor. Oysa bilmiyoruz. En başta, mevcut krizin üstesinden nasıl gelebileceğimizi bilmiyoruz. Dünyadaki hükümetlerin, merkez bankalarının veya uluslararası finanskuruluşlarının hiçbiri bilmiyor: Hepsi duvarları çıkış yolunu bulma umuduyla farklı farklı değneklerle yoklayıp bir labirentten kurtulmaya çalışan körlere benziyor. Dahası, on yıllardır serbest piyasayla kafalarını tütsüleyip bulutlarda gezinen hükümetlerin ve karar mercilerinin serbest piyasaya hâlâ ne kadar müptela olduğunu küçümsüyoruz. Özel teşebbüsün daha etkin olduğu için işleri daima daha iyiye götüreceği yargısından kendimizi gerçekten kurtarabildik mi? Kamu hizmetleri, eğitim ve araştırma için bile modelin ticaret organizasyonu ve muhasebe olması gerektiği inancından sıyrılabildik mi? Peki ya süper zenginlerle geri kalanlar arasında büyüyen uçurumun çok önemli olmadığı, zira aslında bu şekilde (bir avuç yoksul dışında) herkesin zenginleştiği amentüsünden? Bir ülkenin bütün hal ve şartlarda ihtiyacı olanın azami ekonomik büyüme ve ticari rekabet gücü olduğu inancından? Hiç sanmıyorum.
Zenginlik amaç değil araçtırİlerici bir politika, son 30 yılın ekonomik ve ahlaki yargılarında sadece sıkı bir fren yapmaktan daha fazlasını gerektiriyor. Ekonomik büyüme ve onun getirdiği zenginliğin amaç değil araç olduğu inancına geri dönüşü gerektiriyor. Amaç o zenginliğin insanların hayatlarına, önlerindeki fırsatlara ve umutlara ne yaptığıdır. Londra'ya bakın. Elbette Londra'nın ekonomisinin gelişmesi hepimiz için önemli. Fakat başkentin belli bölgelerinde üretilen muazzam zenginliğin testi, Britanya'nın ulusal gelirine yüzde 20-30 katkıda bulunması değil, orada yaşayan ve çalışan milyonların hayatlarını nasıl etkilediğidir. Ne tür hayat imkânları var önlerinde? Orada bir yaşamı karşılayabiliyorlar mı? Karşılayamıyorlarsa, Londra'nın ultra-zenginler için de bir cennet olması kimseyi avutmaz. Emeklerinin karşılığını alabiliyorlar mı, hatta iş bulabiliyorlar mı? Bulamıyorlarsa, bütün o beş yıldızlı restoranlarla ve onların kendilerini pek önemseyen şefleriyle şişinip durmayın. Peki ya çocuklar için eğitim? Yetersiz okullar, Londra'daki üniversitelerden mezun olan Nobel ödülü sahiplerinin bir futbol takımı kurabilecek kadar çok olduğu geyikleriyle yok olmuyor.
Toplumsal ilerleme öne çıkmalıİlerici bir politika özel olanla değil, kamusal olanla sınanır; sadece bireylerin gelirini ve tüketimini artırmakla değil, herkes için fırsatların ve (Amartya Sen'in deyişiyle) 'yeterliliklerin' kolektif eylemle genişletilmesiyle sınanır. Bu da kâr amacı gütmeyen kamusal politikalar anlamına gelir, gelmelidir. Bütün insanların yararlanacağı kolektif toplumsal ilerlemeyi hedefleyen kamusal kararlar anlamına gelir. İlerici politikanın temeli budur - ekonomik büyümeyi ve kişisel geliri azamileştirmek değil. Bunun en önemli olduğu nokta da, bu asırda karşı karşıya olduğumuz en büyük sorundur: Çevre krizi. Bu meseleyle ilgili hangi ideolojik markayı tercih edersek edelim, çözüm bulmak serbest piyasadan büyük bir kopuş ve kamusal eyleme yöneliş anlamına gelecektir. Ve ekonomik krizin şiddeti göz önüne alındığında, muhtemelen çok hızlı bir kopuşu gerektirecektir. Zaman lehimize işlemiyor.