Ömer Madra: Günaydın Roni. İstanbullu şair – öyle tanımlıyor kendisini, biz de o tanıma uyuyoruz-- Roni Margulies’le çok temel görünen bir iki meseleyi biraz konuşalım dedik. Şimdi, şu sıralarda özellikle bu uluslararası konjonktürde, teröre karşı savaş ve çok kaotik dünya şartlarında Amerika’nın Irak’ta ve başka yerlerde görülen bu hegemonik yapısı ya da İsrail’in Filistin’de bitmek tükenmek bilmeyen illegal işgali konusunda çeşitli yayınlar yapıyoruz, görüşmeler, konuşmalar yapıyoruz ve zaman zaman da şöyle bir soru geliyor akla: Anti Amerikanizm mi oluyor bunları söylemek, ya da Yahudi karşıtlığı mı oluyor İsrail’in, Şaron’un politikalarını eleştirmek. Bu çerçeveden kalkarak, şunu soralım: Bir Yahudi olmak ne demektir? “İçeriden” “dışarıya”, yani dünyaya nasıl bakılıyor?
Roni Margulies: Bu dediğin çok klasik, yani İsrail’i eleştiren bir kişinin, Siyonist olmayan bir kişinin, önce genel olarak Yahudi düşmanı, anti Semit olduğu, siyonizmin çok klasik bir taktiğidir, ama bunu özellikle bir Yahudi bunu yaptığı zaman onun özel terimi bile var: ‘self hater’: kendi kendinden nefret eden kişi. Yani bir Yahudi’nin İsrail devletini, siyonizmi, İsrail hükümetinin şu veya bu siyasetini eleştirmesi, kendi kendinden nefret eden bir kişi olduğunu gösterir. Bu çok klasik bir tanımlama, Yahudi dünyasının kendi içinde yapılan eleştiri. Kendilerine yaptıklarına göre tabii dış dünyadan bir eleştiri geldiği zaman haydi haydi yapıyorlar. Son derece rahatsız edici bir şey.
Dışarıda beklerken, bir önceki programı dinliyordum, hemen sonunda Freud’un ölüm yıldönümüydü anıldı. Şu açıdan rahatsız edici bir durum: “Dünyanın üç büyük Yahudi düşünürü İsa, Marx ve Freud” diye bir basmakalıp laf var.. Bunlardan biri Marx, Marx da Yahudi... Yahudilerin içinde çok köklü bir direniş, solculuk, sosyalizm geleneği vardır. Yahudiliğin geleneğinde sadece siyonizm yoktur, siyonizm çok daha yeni bir gelenek. Dolayısıyla çok rahatsız edici: örneğin ben İsrail’i eleştirirken, anti siyonist bir konumdan eleştirirken hiçbir şekilde kendimden nefret ediyor filan değilim, Yahudiliğin içinde çok köklü bir geleneğe de dayandığımızı iddia edebilirim. Böyle bir iddiam yok, çünkü kimliğimin birinci unsuru olarak Yahudiliği zaten düşünmüyorum ama ille de böyle Yahudilik çerçevesinde konuşacaksak bu konuyu, Yahudiliğin içinde çok ciddi bir eleştiri ve başkaldırı geleneği olduğunu da söylemeliyiz.
ÖM: Yani özellikle ABD’nde ama başka pek çok ülkede de bağımsız düşüncenin savunucusu olan, olağanüstü, güçlü eserleri ile ortaya çıkmış sayısız Yahudi var. Onların duruşunda Yahudilik kavramının işin içine girmesine imkan var mı? Meselâ İsrail’in bu siyonizmin kök saldığı politikasını en ayrıntılı bir şekilde ele alan, bunu binlerce dipnotu ile kaynaklandıran ‘Fateful Triangle’ adlı klasik kitabı yazan Noam Chomsky de herhalde Yahudi ama hiç bunu düşünüyor değil. Norman Finkelstein da Holocaust endüstrisi üzerine yazdığı çarpıcı kitapla bir başka örnek.
RM: Tabii, siyonizmin yaratmak istediği ve maalesef büyük ölçüde başarılı olduğu bir görüş var, o da şu: İsrail bütün Yahudilerin devletidir. Değil efendim, ben İstanbul’da doğmuşum, İngiltere’de okumuşum, şimdi İngiltere’de yaşıyorum, hiçbir ilişkim yok İsrail’le, bu bir. Eğer ben ben olmayıp da Yahudiliğini daha fazla ön plana çıkaran bir kişi olsaydım, o zaman şöyle de bir eleştirim olabilirdi. İsrail bence Yahudiler için dünyanın en tehlikeli yeri. Eğer konu buysa, İsrail bütün dünya Yahudilerini korumak, kanadı altına almak için kurulduysa, valla bir Yahudi olarak herhalde bulunulacak en tehlikeli yer, İsrail olsa gerek. Buradan şöyle devam etmek mümkün, soykırım yaşamış bir insan kitlesini tabii ki sempati ile karşılamak gerekir, ona da çeşitli tepkiler mümkün, benim Nazi soykırımına tepkim siyonizm ve Yahudiliğimi ön plana çıkartmak değil, sosyalist olmak. Ama eğer bu ön plana çıkarılacaksa, birinin sana soykırım uygulamış olması, sana gidip başkasına soykırım uygulama hakkını vermez, böyle bir tartışma olamaz. Ama siyonizmin temel tartışmalarından biri bu, “biz soykırım gördük, biz bütün Yahudileri temsil ediyoruz, dolayısıyla yapacağımız herşey haklı ve geçerlidir.”
Mustafa Arslantunalı: “Dünyanın bize borcu var!” iddiası.
RM: Aynen öyle. Ve bizi eleştiren herkes Yahudi düşmanıdır, ırkçıdır ama biz ırkçılık uyguladığımız zaman “e, valla bizim hakkımız var, çünkü bize soykırım uygulandı”. Bu, açık ki, mantıklı veya geçerli bir tartışma değil.
ÖM: Bir de mesela çok tuhaf şeyler de oluyor, özellikle İsrail’in kitle imha silahları ve bu konudaki araştırmaları dünyada en ileri. Nükleer güç olarak, yanılmıyorsam dünyada ikinci duruma kadar geldi. Dünyanın en güçlü silahlarına sahip yani, ve bunlardan biri de, ciddi yazarlar tarafından açıkça ortaya kondu. Gen ayrımına dayalı bir silah geliştirip sadece Arapları, Filistinleri öldürme planları yapılıyor. Böyle bir silahı geliştirmenin mümkün olup olmadığını hiç bilmiyorum. Ama bunu araştırabiliyor olmak, herhalde daha önce Göring’in ya da öteki soykırımcıların aklına gelmiş midir, bilmiyorum?
RM: Buna benzer birşey olsa olsa Nazilerin aklına gelmiş olabilir, işte bir de siyonistlerin aklına gelebilir.
ÖM: Olağanüstü ilginçlikte bir şey. Şimdi içinde bulunduğumuz ortamın bir analizi yapıldı geçenlerde. Meselâ İsrail’in en saygın gazetecilerinden Uri Avnery, İsrail’in kendisini de ortadan kaldırabilecek potansiyeli en çok kesinlikle Şaron’da bulduğunu söylüyor. Özellikle de bu Eretz İzrael, ‘Büyük İsrail’ kavramına dayalı olarak, Arafat’ı öldürmek ve bütün Filistinlileri bir şekilde çöle, başka bir yere sürüp bütün bölgeye,hakim olmak. Akdeniz’den Ürdün’e, siyonizmin bütün tanımlarına uygun bir şekilde hakimiyeti altına almanın Şaron ve diğer generallerinin vazgeçilmez tutkusu olduğunu söylüyor. “Ama bu, İsrail’i de kesinlikle ortadan kaldırmaya yönelik bir şeydir” diyerek, aslında siyonizme de en büyük zararı verebilecek insanın Şaron olduğunu söylüyor.
RM: Doğru söylüyor. Benim az önce söylediğime geliyor, maksat Yahudiler için bir ülke yaratmaksa -bu geçerli bir amaç mıdır, değil midir ayrı bir konu - ırka dayalı bir ülke gibi bir kavram bana çok yabancı geliyor -hani amaç buysa bile bunu küçücük bir bölgede, her tarafı kendine düşman ilan edip, sürekli onlarla savaşarak yapmak, herhalde bu işi yapmanın çok anlamlı bir yöntemi olmasa gerek.
ÖM: Zekice de değil.
RM: Değil.
ÖM: Genellikle Yahudilere atfedilen ve benim şahsen - neden dolayı olduğunu bilmemekle beraber -katıldığım, geleneksel yaşama şartlarındandır dolayı belki de, daha zeki ve sıkı düşünen insanların nasıl böyle bir yöntem düşündükleri...
RM: Ben katılmıyorum.
ÖM: Benimki kişisel, sübjektif bir görüş zaten.
MA: Belki azınlık oldukları için adaptasyon daha zorlu bir süreç oluyor onlar için.
RM: Öyle bir şey olabilir, yani ezilen toplumlarda böyle bir unsur oluyor. Örneğin bugün, bütün Ortadoğu’da okuma-yazma oranı ve üniversiteye gitme oranı en yüksek olan halk hangisi sence? Filistinliler.
ÖM: Evet Filistinliler.
düşmanlarının siyonizmin temel unsurlarından biri Yahudilerin paraya düşkün oldukları, paradan anladıkları düşüncesi, bunun böyle bir maddi temeli var. Bütün diğer alanlar kapalı olunca, oraya gidiyorsun.RM: Çünkü başka çıkar yolu yok, son derece ezilmiş, baskı gören bir halk. Normal bir gencin hayatta ilerlemek için seçeceği yollardan çoğu kapalı. ‘E, ancak okuyarak bundan kaçarım’ düşüncesi var. Sanıyorum belki Yahudilerde de şundandır: özellikle Avrupa’da ticaret dışında çoğu meslek Yahudilere kapalı. Eh, ortaçağlardan ta 19. yüzyıla kadar böyle; batı Avrupa’da 19. yüzyılda bu aşılmış, Doğu Avrupa’da da 19. yüzyılın sonlarına kadar sürmüş bir şey. Başka alanlar kapalı olduğu zaman birincisi mecburen ticarete girmiş Yahudiler, bu da tabii şundan kaynaklanıyor, Yahudi
ÖM: Ve bunu gayet iyi yapabiliyorlar o zaman.
RM: Evet, mecburen, çünkü başka bir şey yapamayınca... Çiftçi olamıyorsun, köylü toplumu değil Yahudiler, işçi olamıyorlar birçok ülkede, üniversiteler kapalı bir çok ülkede, dolayısıyla ticaret, kapitalist toplumun çatlakları içinde ancak meslek edinebiliyorlar. Bugün Filistinlilere baktığınız zaman, onların tek çıkar yolları okumak, onun için bunun maddi temelleri varsa ancak beni ikna edebilirsin, yoksa ırksal bir özellik olarak kabul etmiyorum.
ÖM: Ama onu da söyleyeceğimi tahmin etmiyorsun herhalde? Öte yandan, az önce söylediğin ilginç bir şey bir çağrışım yaptı bende, bu direniş geleneğini, muhalif olma, en genel anlamıyla söylersek adalet arayışı içinde olma, durumunun en parlak örneklerinin, mesela bu İsrailli vicdani retçiler tarafından verildiği söylenebilir herhalde. Yani son derece militarize olan, giderek korku kültürünün hakim kılınmasına çalışıldığı bir ortamda dünyanın en güçlü, disiplinli ordusunda bunları yapabilmek çok kolay iş değil, değil mi? O çocuklarının yaptığı olağanüstü bir çaba.
RM: Küçük bir rakam değil mi, sanıyorum 200 küsur.
ÖM: 500’ü geçti.
RM: Öyle mi?
ÖM: Ben bıraktığımda öyleydi, bir ara günbegün takip ediyorduk, çok önemli olduğunu düşünüyordum.
RM: Ben daha önce bırakmışım, ben 250’lerde kaldım, ama dediğin doğru, yani bir rakam diye düşünülebilir ama şunu düşünelim, Türkiye’de bile askere “ben gitmiyorum” demek vallahi kolay bir şey değil. Bir de Türkiye’nin savaş halinde olduğu ve o zaman “ben askere gitmiyorum” dediğini düşün.
ÖM: Onu düşünmeyelim istersen.
RM: Düşünmesi zor, ama bunlar bunu yapıyorlar.
ÖM: Üstelik de çok vokal bir şekilde yapıyorlar, fevkalade esaslı mektuplarla, açık tavırlarını koyarak... Daha geçenlerde ilginç bir örneğine rastladık mesela, ‘terörist’ kovalarken, kendi belirledikleri teröristi kovalarken savaş helikopteri pilotuna komutanından “ateş et!” emri geliyor ve uymuyor, çünkü teroristleri ararken onların sivillerin arasına karışmış olduğunu görüyorlar.
MA: Tek örnek değilmiş üstelik, ortak bir bildiri de yayınlayacakmış pilotlar.
RM: Tahmin ediyorum, çok daha yaygındır, çünkü öyle bir şey olması, siyonizmin bütün yaymaya çalıştığı havaya ve anlayışa o kadar ters düşüyor ki. ‘Bütün Yahudiler siyonisttir, İsrail devletini savunur’ anlayışına bizzat İsrail’de yaşayan Yahudilerin bile siyonizmin amaçlarını, siyonizmin Filistinlileri imha etme amacını kabul etmiyor olmaları o siyonizmin dayatmaya çalıştığı anlayışa çok ters bir şey. Dolayısıyla çok örtüyorlardır üstünü. Bu yüzden, protestoların bizim bildiğimizden çok daha fazla olduğunu tahmin ediyorum.
ÖM: Çok kuvvetli feminist hareketler de var bu barış hareketi ile birleşen, işbirliği yapan... Geçen sene içinde burada iki ayrı defada, onların temsilcileri radyoya geldiklerinde son derece ilginç örnekler verdiler. Dilin bile militarize edilmesi durumu olduğunu söylediler, bütün kavramlar aslında militer bir şekilde ifade edilip - tam da bugün Freud’un ölüm yıldönümü iken çok uygun düşen, konuşabileceğimiz bir şey- bilinçaltına yerleştiriliyor ve bunlarla mücadele etmeleri ilginçi. Şaşkınlık verici direniş örnekleriyle karşılaştık. Aslında çok da Akdeniz ülkesi olduğu söylenir ya, bence kesinlikle Ortadoğu halkı tabii, ama çok yakın hissedebiliyorsun kendini, o insanların verdiği mücadelenin zorluğunu da anlayabiliyorsun.
RM: Biraz hayal gücü gerektirir ama bir de şunu düşün, bu toplum 1948’de kurulmuş, yani ne yapıyor, savaşıyor. 55 yıl!. 55 yıldır savaş halinde! Yani demek ki 55 yaşın altındaki herkes bütün ömrü boyunca savaş halinde yaşamış, bu bir, ikincisi ülkedeki resmi ideoloji, egemen ideoloji, sürekli bütün Arap dünyasını düşman olarak tanıtıyor, “bizi denize dökmeye çalışan bir düşman” diye. Böyle bir toplumda yaşadığını düşün, çok zor yani İsrail’de sosyalist, anti siyonist olmak, Filistinlilerin haklarını savunmak olağanüstü zor bir şey. Bütün toplumun kanında hissettiği, içinde hissettiği “saldırı altındayız, bizi denize dökecekler” anlayışı – anlayışı demek yanlış belki -- içinde hissettiği bir şey. İşte buna karşı çıkmış oluyorsun ki bu çok zor bir şey. Hükümete veya askerlere karşı çıkmak nispeten daha kolay, toplumun tümünün şu veya bu şekilde kabul ettiği bir şeye karşı çıkmış oluyorsun. “Hayır, bizi denize dökmeye çalışmıyorlar ve ben bunları öldürmeyeceğim” demekse çok zor.
ÖM: Bu konuda tüyler ürpertici bir örnek hatırlıyorum, şu anda senin geleceğini bildiğim için ismini aradım ama maalesef bulamadım. Tek oğlu –oğlunun adını da hatırlıyorum: Arik-- Hamas ya da başka bir intihar bombacısı grubu tarafından öldürülen bir adamın, oğlunun gömme töreninde yaptığı konuşmada “tek oğlum, güzel gözlü oğlum Arik öldü, ağlıyorum ama bunun tek sebebi bizim illegal işgalimizdir” diyebiliyor. Bunu diyebilmek, bence insani açıdan olabilecek en üst nokta. Yani artık bu, sözün bittiği nokta.
RM: 11 Eylül’de İkiz Kuleler’e yapılan saldırıda bazı kişilerin akrabalarının “bizim adımıza savaşma!” diye bir hareket ortaya çıkarmalarına benziyor. Çok etkileyici bir şey, insanın gözü yaşarıyor.
ÖM: Bu olabilecek en üst manevi cesaret örneği diye düşünüyorum ve işte onun için çok dikkatle ayrılması gerekiyor anti-Yahudi tavırlarıyla, ırkçılıkla, böyle politik eleştiri noktalarının.
MA: Dünyada her zaman bir Yahudi aleytarlığı, bir Yahudi düşmanlığı var, nitekim daha dün Arjantin’de Santa Fe’de bütün Yahudi mezarlığı talan edilmiş. İsrail konusunda değişik ülkelerde ne düşünülüyor? Örneğin İstanbul ya da Londra’daki Yahudi cemaatleri İsrail konusunda ne düşünüyor, ne yapıyor? Ya da şu anda Yahudi olmak nasıl bir şey?
RM: Türkiye’den konuşalım isterseniz, Türkiye’deki Yahudi cemaati, ezici çoğunluğuyla siyonizmin anlatmağa çalıştığına benzer bir şekilde düşünür. Yani İsrail’i bir anlamda ikinci vatan diye düşünür. Hangi anlamda? Vallahi bilemiyorum, zaten büyük çoğunluk da bunu teorize etmiş, kafasında tartmış değildir, öyle bir klişedir, sempati duyar, İsrail’de olup bitenleri ayrıntı ile değil ama genel olarak izler. İsrail Arap ülkeleri ile savaş halinde ise kendi açısından doğal olarak –benim açımdan doğal değil-- doğal olduğunu düşündüğü bir şekilde İsrail’i destekler. Sanıyorum dünyada bir ölçüde bunun bir geçerliliği var. İngiltere’de bu daha azdır, çünkü İngiltere’de Yahudi cemaati çok daha asimile bir cemaattir, kendini İngiliz hisseder.
ÖM: Mesela Fransa’da farklı.
RM: Fransa’da farklı, Amerika’da da farklı tabii, Amerika o kadar dindar bir toplum ki, bütün bu dindarlığın içinde Yahudiler de daha dindar, daha dinine bağlı. Yahudi dinine bağlı olmayı bazı aşırı sektler hariç İsrail’i desteklemek olarak da görüyorlar. Zaten benim en çok tüylerimi diken diken eden şey, İsrail’deki yerleşimcilerin, Filistinlilere karşı en radikal bir şekilde düşmanlık duyanların önemli bir kısmının Amerika’dan gitme köktendinci insanlar oluşu.
ÖM: Zaten orada çok önemli bir iç bağ var, bu evanjelizm gibi dini akımlarla, siyonizm orada tek kitapta birleşiyor gibi. Ayrıntılarını şimdilerde okuyorum ve son zamanlarda ikinci defa rastladığım bir cümle var ve bunun çok doğru olduğunu düşünüyorum, hangi yazar söylüyordu hatırlamıyorum ama “ABD’de İsrail-Filistin meselesi bir dış politika sorunu değildir, bir iç politika meselesidir” diyorlar. Bu açıdan çok düşündürücü tabii.
MA: Edward Said diyordu onu.
ÖM: Tamam, Said’di.
RM: Ama eksik bırakmamamız ve şu yanını da vurgulamamız gerek, ben örneğin Türkiye gibi bir toplumda Yahudilerin İsrail’i desteklemesi, bazen gizli, bazen açık, Türkiye’deki siyasi ortama uygun şekilde İsrail propagandası yapmağa çalışması, vs. bunun için Yahudi cemaatini suçlamaktan çekiniyorum, çünkü Yahudi cemaati Türkiye’de Ermeniler veya Rumlar gibi yoğun bir baskı altında kalmamıştır genellikle, varlık vergisi hariç, özellikle Yahudilere yönelik bir uygulama olmamıştır. Ama sonuç olarak yine de bir ırkçılık vardır Yahudiler de dahil. Bunun tabii bir ucu, solun içinde Filistin sorunundan yola çıkarak İsrail’i eleştirmekle Yahudi’yi eleştirmek, yani ırkçı bir konuma düşmek arasındaki çizgi bazen kaçıyor. Sağ kanadın içindeyse -tabii Müslüman sağdan bahsediyorum, üstü daha örtülü, faşist sağdan bahsediyorsak, yani MHP türü bir sağdan bahsediyorsak açık bir ırkçılık söz konusu. Bunlardan bahsetmiyorum, bir de tanımlaması, tarif etmesi zor bir ırkçılık da vardır, ilkokulda ben ‘korkak Yahudi’ lafını duyduğum zaman “Allah, Allah!” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Onu söyleyen çocuk anti semit midir? Değildir. Böyle nasıl tarif edeceğimi bilemediğim, düşük düzeyli bir ırkçılık var.
ÖM: Terorizm ile savaş konusunda olduğu gibi: Hamas’ın ve diğer grupların terör yaptıkları, korkunç şiddet yaptıklarına şüphe yok, ama bütün Filistin’in mücadelesini bir terörist hareket olarak sunmak nasıl bir klişe ise ‘korkak Yahudi’ de bunun ‘düşük yoğunluklu’ türü bir klişe gibi.
RM: Bu durumda bir cemaat kimliğini düşünmek lazım. Irkçılık karşısında bütün cemaatler kendi kimliğine döner. Bu cemaatlerin içinden bazıları daha mantıklı bir sonuç çıkarıp ırkçılığa yol açan sistemi değiştirmek gerekir diye düşünürler ve benim gibi sosyalist olurlar. Ama daha yaygın olan tepki, kendi içine kapanmak, kendi kimliğine dönmek... Almanya’daki Türkler gibi. Örneğin Almanların ırkçılığı karşısında Almanya’daki Türkler arasında Türklüğe sarılmak, Türk bayrağı taşımak, Müslüman kişiliğine sarılmak Türkiye’dekinden daha yüksek bir oran. Bu, ırkçılığa bir tepki. Dolayısıyla, ben onları suçlamam, Almanların ırkçılığını suçlarım. Almanya’daki Türk delikanlılar Müslümanlığa sarılıyorlarsa bu onların kabahati veya hatası değil, Alman ırkçılığının hatası. Aynı şey burada geçerli, Türkiye’deki bir Yahudi İsrail’i desteklediği zaman tartışırım ve yanlış yaptığını, çünkü yanlış siyasetleri destekliyor olduğunu anlatmaya çalışırım, ama suçlamam, çünkü ırkçılığa karşı bir tepki bu. Amerika’da da aynı oluyor.
ÖM: Tamamen aynı, yani Amerika’nın olağanüstü kültürü, müziği, çeşitliliği ve en önemlisi de mücadele geleneği; şimdi bunları inkar etmek söz konusu mu? Ama bu politikasının da hegemonik olduğunu söylemek ve emperyalist olduğunu söylemek anti Amerikancılık olabilir mi? Kendileri de, kendi saygın tarihçileri de söylerken, bunu söylemek anti Amerikanizm olmasa gerekir diye düşünüyorum. Bir de bu klişelere kendi çevremden de yaşadığım bir ilginç örnek vermek istiyorum, Ehud Barak’ın barışı tam ucuna kadar getirdiği ama Arafat’ın dikbaşlılığı, vs. nedeniyle barış şansını –tabiri caizse- piç ettiği söyleniyor her yerde. Oysa, objektif kaynakları okuduğun zaman bunun tam tersine, Barak tarafından geri dönülmüş olduğunu, bütün köprüleri de onun attığını açık olarak görebiliryorsun. Ve bunu İsrailli birçok yazardan, tarihçilerden görüyorsun. Ama herkesin basit olarak kabul ettiği o klişe devam ediyor: Yani “Barak iyi adamdı, bak barışı getirmek istedi, öteki (Arafat) yapmadı”. Bu, kırılması çok zor bir kalıp.
RM: Tabii. Oysa İsrail devleti zaten barış filan düşünmüyor, düşündüğü takdirde de (belki Barak’ın aklından geçmiştir) Filistinlilere hiçbir şey vermeyen bir barış düşünüyor. Yani mevcut durumu korumak. İsrail’deki barış hareketinin de böyle bir sorunu var bazen. “Sadece barış, hemen şimdi!” dediğin zaman İsrail’de Filistinlilerin şu anki mevcut durumunu resmiyete dökmüş ve kalıcılaştırmış oluyorsun. Hayır efendim, adamlar ikinci sınıf, üstelik kamplarda yaşayan yüzbinlercesinden değil, İsrail vatandaşı olan Filistinlilerden söz ediyorum, onların ikinci sınıf bile vatandaş olmadığı, muazzam kurumsal ve resmi bir ırkçılıkla karşılaştığı bir durum bu ve böyle bir durumu kalıcılaştırmak barış filan değildir. Bugün yarın yine ayaklanacaklardır.
ÖM: İşte bunu dünyada bence en iyi ortaya koyanlardan biri, moral cesaretine büyük hayranlık duyduğum İsrailli bir hanım gazeteci Amira Haas, onların içinde yaşayarak ve İsrail’in de en tanınmış gazetelerinden birindeki köşesinde yansıtıyor. Gerçek durumu bilmeden klişelere kaçmak, anti bilmem ne, şu, bu demek çok kolay bir yol, ama meseleyi çözecek bir yol değil. Roni, galiba son derece zamanında geldin bunları konuşmak için, çok teşekkür ederim.
RM: Ben teşekkür ederim.
ÖM: Bu konuyu uzun zamandır şöyle içinden konuşma fırsatını bulamıyordum,. İstanbullu şair Yahudi Roni Margulies’le bir dertleşmiş olduk. Böyle diyebiliriz değil mi?
RM: Şu program bağlamında söylemene izin veriyorum da, çok fazla önemli bulduğum, öne sürdüğüm bir özelliğim değil... Ama bu programda öyle olmuş oldu.
(23 Eylül 2003 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)