Önce Fransız şair ve mucit Charles Cros’un aklına gelmişti sesleri kaydetmek ve çoğaltmak. Ama Cros, sebat edip bu fikrini gerçeğe dönüştüremedi. Thomas Edison, 1877 yılında laboratuarında yeni bir telgraf aygıtı ile deneyler yaparken yanlışlıkla sesi kaydetmenin ve çoğaltmanın bir yolunu buldu. Aynı senenin sonunda, yoğun bir çalışma döneminin ardından biz dünyalılara ilk fonografı, gramofonun atasını hediye etti. 1880’lerde ses kaydetmek için Edison’un bu icadı yani fonograf silindirler kullanılıyordu. 1888’e gelindiğinde Emile Berliner, oyuncaklarda kullanılmak üzere bugün kullandıklarımızı daha bir andıran disk plakları imal etmeye başladı. 1899 yılında Berliner, dünyanın ilk plak şirketini Berliner Gramophone’u (1931 yılında EMI’ın bir parçası haline geldi) kurarak bu plakları satışa sundu. Yassı, yuvarlak karbon karası arzu nesnelerinin yani plakların da hayatı böylelikle başlamış oldu. Uzunca bir süre dünyanın en faydalı ve mucizevî icadı olarak anıldı plaklar.
Dünya, 1960’larda adeta plaklar üzerinde dönüyordu. 60’ların ortalarında daha yeni bir icat hafiften de olsa plakların tahtını sallamaya başladı. Kompakt kasetler, walkman’lerle birlikte hayatımıza girdi. 1980’ler kasetlerin altın çağıydı ama onların da saltanatı çok uzun sürmedi. 1990’lara gelindiğinde ses kalitesi daha yüksek kompakt diskler, harcı alem lisanla söylersek alemlerin kralı oluverdi. Sesin, müziğin kaydında ve seri üretim ile tüketiciye ulaştırılmasında son nokta CD’ler diye düşünenler, çok zaman geçmeden, 2000’li yıllarda gelen MP3’ler ile ne denli yanılmış olduklarını anladılar. Artık ne plak, ne kaset, ne de CD’ler kullanılıyor dünyada, şimdilerde dünya iPod’lar ve MP3’lerin üzerinde baş döndürücü bir hızla dönüyor. Her an istediğimiz her ses, şarkı elimizin altında. Ama bir şeyler eksik. Kartonetleri yok MP3’lerin. Kapakları yok. Şarkı sözleri yok. Yani aslında eksikleri çok. Bir arzu nesnesi olmaktan uzaklar. "Binlerce MP3’ünüz olsa ne fark eder, ona koleksiyon denmez ki’’ diyen ve ‘hâlâ’ plak toplamaya devam edenler de var elbette. Hem de sayıları sanılanın aksine bir elin parmaklarını kat be kat geçiyor. Bu koleksiyoncular, geçen Temmuz ayında, dünyanın en büyük ikinci el plak dükkanının, Londra banliyölerinden Croydon’daki Beanos’un kapanacağı haberiyle bayağı bir üzüldüler. Avustralya’dan Portekiz’e pek çok plak koleksiyoncusunun hayatında bir kere de olsa mutlaka yolunun düştüğü ya da en azından bir ziyaret edebilmeyi hayal ettiği
![]() | Beanos’un sahibi David Lashmar, dükkânını kapatma kararı aldığını, 2006 Noel’ine kadar indirimli satışlar yapıp deposunu temizleyeceğini açıkladı. Beklenen olmadı, Beanos geçen Noel kapanmadı. Çünkü depodaki plaklar bitmedi. |
Fender, Lotus, Toyota ve Cessna seslerine aşina ve aşık bu yaşlı delikanlı, günümüz müziklerini de ‘60’ların müzikleri kadar keyif alarak dinlediğini söylüyor. Özellikle ‘indie durumlar’ diye adlandırdığı müzik türünden çok hoşlanıyormuş: ‘’Artık plaklar ve internetten indirilen müzikler aç gözlü şirketlere para kazandırmıyor. Büyük şirketler işi soyguna götürdüler neredeyse. Ama bu da iyi, başka türlü bir hareketlilik gelecek. Geliyor da. Stüdyolarda üretilen saçma sapan pop müzikler zamanla ortadan kaybolacak. İstenilen fiyata kimse onların müziğini dinlemek istemeyecek. Gerçek müzisyenler, kendi imkânları ile müziklerini yapacak ve dinleyiciye ulaşacaklar. Ortalık gerçek müzisyenlere, gruplara kalacak. Canlı müzik dinlenebilen mekânların sayısı da gün geçtikçe artacak. Bunlar heyecan verici gelişmeler.’’
31 yıldır işlettiği, gecesini gündüzünü geçirdiği dükkanını kapatmak zorunda kaldığı için kendini çok renkli hasta egzotik bir kuş gibi hissettiğini söyleyen David Lashmar’a, bundan sonraki planlarının ne olduğunu sorduğumuzda verdiği cevap ayrıca ilgi çekici: “Silahlı bir soygun yapmayı düşünüyorum ya da yasal olmayan herhangi bir şey. Ne de olsa yasal olmayan işler yapmak, kendi dükkânını işletmekten daha çok para kazandırıyor.’’
Beanos henüz kepenklerini indirmiş değil. Önümüzdeki birkaç ay da açık kalacak gibi gözüküyor. Dükkândaki plaklar, dvd’ler, cd’ler her şey etiket fiyatının yarısına bir süre daha satışta. Bizden söylemesi.
Dead Sea Fruit’un Hikâyesi
Arthur Marsh (elektronik bas, gitar, vokal), David Lashmar (elektronik gitar, vokal),John Townsend (perküsyon, elektronik bas, vokal), Clive Kennedy (vokal) ve Si Clifford’dan (keyboard) müteşekkil Dead Sea Fruit (Ölü Deniz Meyvesi), 1966 yılında kurulmuş. 1967 yılında Arthur Marsh, Christopher Hall’un yerini almış. Yeni kadro ile yollara düşmüş Dead Sea Fruit. Müzik çalışmalarına Paris’te devam etmeye karar vermişler. Paris’e geldikleri ilk gün, rock’n’roll hayatına gayet uygun bir başlangıç yapmış Dead Sea Fruit üyeleri; giysileri yüzünden tutuklanmışlar. Tutuklanma nedenleri polis kayıtlarına, ‘karnaval olmadığı halde karnaval giysileri ile sokakta dolaşmak’ olarak geçmiş. Oysa onlara göre gayet de normalmiş üstündekiler. Bir hippi gibi giyinmişlermiş işte. Neredeyse tüm Fransa’yı gezmişler. ‘Lulu Put Another Record On’ adlı şarkıları, Fransız listelerinde bir numara olmuş. Paris’te konserler vermişler. Özellikle bir konserlerini unutamadığını söylüyor David Lashmar, ön sıralardaki, bluzlarının isyankâr düğmeleri kendiliğinden açılan ve bayılan kızlar, balkonlarda yerlerinden sökülüp coşkuyla havaya fırlatılan koltuklar (tam 18 koltuk) kendinden geçen dinleyiciler yani kısacası rock yıldızlarının başarı kriterlerinin hepsinin varolduğu bir konsermiş bu. Fransız televizyonlarında pek çok programa konuk olmuşlar. Bir keresinde Salvador Dali ile birlikte üstelik. Sonra Fransa sınırları yetmez olmuş Dead Sea Fruit üyelerine. Dakar’a gitmeye karar vermişler. Klüplerde çalmaya başlamışlar burada. İki ay gibi kısa bir süre sonra grubun iki üyesi memleket hasretine dayanamayıp İngiltere’ye dönmüş. Art Marsh, David Lashmar ve John Townsend, Afrika macerasında ısrar etmiş. Bir süre daha çalmışlar çeşitli klüplerde. Üç ay sonra Art Marsh, klüp sahipleri kendi şarkılarını değil de cover söylemelerini isteyince tası tarağı toplayıp İngiltere’ye dönmüş. Dead Sea Fruit de böylelikle yavaş yavaş dağılmaya başlamış. David Lashmar, grupla geçirdiği zamanların harika zamanlar olduğunu söylüyor, beraber unutulmaz anlar yaşadıklarını. En unutamadığı anısı ise yüzünde koca gülümseme ile anlattığı, Jimi Hendrix’in ve Paul McCartney’nin önünde çaldıkları zaman.