No.130 - TOK-AÇ

-
Aa
+
a
a
a

Merhaba kâinat!

Altı sene önce, 1996’da, dünya gıda zirvesi ilk kez toplandığında ant vermişler birbirlerine. Demişler ki 2015 senesine kadar yeryüzündeki açlığı yarı yarıya azaltalım. Yani 19 sene içinde yarısı ve herhalde diğer bir 19 sene içinde de (2034 oluyor) öbür yarısı ortadan kaldırılacaktı.

1996 senesinin iyimserliği içinde öyle bir 2034 düşünmek mümkünmüş ki insanlar karnı tok, sırtı pek dolaşıyorlar. Kimsecikler ölmüyor açlıktan...

Bu vadenin ilk yarısının, ilk altı senesinin sonunda (günümüz yani; 2002) hesap çarşıya uymuyor maalesef. O günden bugüne açların sayısı 840 milyondan ine ine 815 milyona inebilmiş. Bu hızla devam edilirse 1996 senesi belirlenen hedefe ancak 2165 senesinde varılabiliyor ki bu da ancak aç insan sayısının sabit kalması şartıyla. Birleşmiş Milletler ise 2015 olmasa da iyimser bir hesapla 60 seneyi bulur vaziyetin düzelmesi diyor. Açlık ortadan kalkmasa da açlar ortadan kalkmaya devam ediyor; günümüzün genel eğilimleri devam ettiği sürece 2015 yılına kadar 122 milyon kişinin açlığa bağlı hastalıklar yüzünden bu gezegenden ayrılacakları tahmin ediliyormuş.

Biz kendimizi aritmetiğe vurmuş, dünyanın zenginleri adına dünyanın fakirlerine makul bir vade vermeye çalışırken Malawi’nin Mulomba köyünde akşam oluyor. Esnaf tezgahını toplarken bir grup kadın köyün çıkışındaki barakalara doğru ilerliyor. Barakalardan bir şarkı duyuluyor ve ev yapımı mısır birasının verdiği rehavetin içinden erkekler eşlik ediyorlar şarkıya. Kadınlar yürüyorlar bir taraftan. Birazdan, ücreti mukabilinde, barakalardaki odalarda erkeklerin yanına uzanacaklar. Odadan çıkarken paraları olacak biraz ve HIV virüsleri. İkincisinden kaçınma şansları yok pek. Malawi’de her beş kişiden birinde HIV virüsü bulunuyor zira. Kadınlar da açlıktan, parasızlıktan, sefaletten, çaresizlikten bu Rus ruletini oynamak zorunda kalıyorlar: Beşte bir ihtimalle... GÜMMM!

Onların yiyemediği kökler ve yabani çilekler bir başkasına kalıyor böylelikle. Roma’daki zirveden artan parma salamları, yaban somonları ve kanapeler kime kalır, bilinmiyor. Kimse de umursamıyor bunu zaten, Roma’daki zirveye Avrupa’dan sadece iki lider katılıyor. Biri, Berlusconi; ev sahibi olduğu için, mecburiyetten. Diğeri, Aznar; İspanya AB Dönem Başkanı olduğu için, çaresizlikten. Mesela Britanya en alt düzeyde delegasyonla katılıyormuş. Bir nevi dostlar zirvede görsün durumu yani... Halbuki Afrika’nın fakir milletleri, malum, liderler düzeyinde katılıyorlar Roma’ya. Konuşuyorlar, dertlerini anlatıyorlar ya da zenginin gıdası bir defa daha züğürdün dilini yoruyor.

Guardian gazetesinden John Vidal, bütün bu konuşmaların arasında iki önemli paradoksa dikkat çekiyor:

Dünya, tarihinin hiçbir döneminde bu kadar yiyecek üretmemişti. Genel bir kıtlık söz konusu değildir ve gıdanın bu kadar ucuzladığı pek az görüşmüştür. Gıda politikasının basit bir denklemi vardır ve o da açlık ile fakirliğin eşit olduğunu söyler. Şu sıralarda ise daha büyük bir bolluğun içinde giderek artan açlık gibi, nispeten yeni bir olguyla karşı karşıya bulunuyoruz. Bir ülkenin daha fazla gıda üretiyor olması orada asla aç insanlar olmayacağı anlamına gelmiyor. Bugün ABD, ihtiyacı olandan yüzde 40 oranında daha fazla gıda üretiyor, ama 26 milyon Amerikalı yardıma muhtaç yaşıyor. Hindistan’ın tahıl siloları son beş yıldır dolup taşıyor; 59 milyon tonluk ürün fazlası birikti ellerinde, ama Hint çocuklarının neredeyse yarısı kötü besleniyor, on milyonlarca insan aç yaşıyor ve yüzlerce çiftçi de fakirliğin pençesinde intihar ediyor. Fakir ülkelerdeki çiftçiler, bu küresel bolluk çağında tarımı terk etmek zorunda kalıyorlar. Çünkü, küresel ticaret kurallarının ve piyasalarını serbestleştirmelerini emreden IMF koşullarının sırtında ülkelerine akan tarımsal gıdayla rekabet edemiyorlar. O gıdayı akıtan ülkeler tarımlarını büyük ölçüde sübvanse etikleri için rekabet imkânsız hale geliyor.

 

Vaadlerin tutulmasında biraz sorun yaşanıyor açlık konusunda. Aynı zorluk Ortadoğu barışı konusunda da var. Tam 35 yıl önce dün, 6 gün savaşının ardından bir ateşkes imzalanmıştı. Bölgede artık huzur ve barış amacıyla yapılmış bir ateşkes. İşte şimdiki manzara: 35 yıllık bir işgal, şiddet, acı, yıkım ve ölüm bilançosundan başka birşey yok elimizde. Terörün altyapısının köktünü kazımak için Filistin kent ve kasabalarında kol gezen tanklar (tabii 35 yıl öncesine göre çok geliştirilmiş modelleri ile), inşaat alanlarından çıkarılıp savaş aracı olarak kullanılan buldozerler, ABD uçak ve helikopterleri, yılda 3 milyar dolar akıtılan bir “savaş ekonomisi”, artık dünyada neredeyse hiç kimsenin hesabını tutamayacağı işgaller dizisi... İsrail ve ABD, Filistin Otoritesi’nde reform için bastırıp duruyorlar. “Ortadoğu’da barış için şartler henüz olgunlaşmadı,” diyor Bush. Belki de doğru bu. Peki tanklar, buldozerler, helikopterler, uçaklar ve askerlerle Şaron’un bu şartları olgunlaştırdığını mı söylemek istiyor. Reform mu? Peki, reforme edilmiş, “şeffaflaştırılmış” yeni Filistin kabinesinin bakanları, evlerinden, değil Bakanlığa, sokağa çıkmaları dahi yasaklanmışken nerede konuşacaklar reform tasarılarını? Göz gözü görmezken yasaklardan, hangi şeffaflıkta ilerleyecekler? Bir hafta sonra neler olup biteceğini göremezlerken, hangi orta ve uzun vadeli planları konuşacaklar?

Kısacası, ey okur, 35 uzun yılın sonunda kocaman soru işaretlerinden başka birşey yok elimizde. Üstelik, Guş Şalom (Barış Şimdi) adlı İsrail sivil toplum örgütünün sözcülerinden Adam Keller, tüyler ürpertici bir “ihtimal”in konuşulduğundan bahsediyor şimdi: “Şaron’a gelince, onun vakit geçirdiği ve bir “mega terör saldırısı” beklediği söyleniyor; öylesine yüksek ölü sayısı getirecek ki bu mega saldırı, Şaron da Arafat’a ve Filistin halkına nihaî saldırıyı başlatmak için bulunmaz fırsatı sunacak.” Kısacası cem-i cümle beklemedeyiz: Afrika’da ve dünyada açlık ve sefalet biterken, dünyada ve Ortadoğu’da barış ve huzur gelecek.

Bekleyişlerimiz Türkiye için biraz farklı: Başbakan için öncelikle sağlıklı bir ömür, ama aynı zamanda – ne olur ne olmaz – bir yedek lider (hayır veliaht değil, burası monarşi mi?) ya da daha doğru bir deyişle “ikinci adam”; ekonomiden sorumlu devlet bakanı Derviş içinse bir birinci adam (çünkü, Tempo dergisinde Zeynep Göğüş’ün yazdığı üzre kendisi önümüzdeki günlerde siyasete girecekse bunu birinci adam olarak değil, iyi bir birinci adam eşliğinde ikinci adam olarak yapacağı yönünde fikir serdediyormuş); Milli takım santrforu Hakan Şükür için, kendisine pas atacak orta saha oyuncuları (çünkü Hürriyet spor sayfasının yazdığı üzere, gol atacaksa bunu iyi ortalar yapıp paslar atacak oyuncularla yapabileceği yönünde fikir serdetmiş); ayrıca ilerki yıllarda daha iyi birer af yasası çıkmasını (çünkü, bu eskisi hesap hatalarına yol açıyor, bu hatalardan yararlanan ırz düşmanları hapisten çıkar çıkmaz yeniden ırza geçmek ya da yabancı gazeteci dövmek gibi işler yapıyorlar); daha sağlam balon imal edecek girişimciler (çünkü, patlayan ayyıldızlı balonları sahne kenarına ayağı ile iten şarkıcıları “bayrağa hakaret” ithamı ile şikayet ediyorlar, savcılar da bu ihbarı değerlendirip soruşturma açıyor) bekliyoruz. Bu beklentilerimizin karşılanması halinde Türkiye’ye de huzur, istikrar ve refah geleceğini kuvvetle tahmin ediyoruz. (Ve fakat, ya o zaman ülkemiz sıkıcı bir Batı toplumuna dönüşürse de endişe etmekten kendimizi alamıyoruz, bunu da itiraf edelim.)

Devamı yarın...